YERE DÜŞMÜŞTÜ…
(Kerkük'te, Musul'da, Erbil'de Telafer'deki soydaşlarımıza uygulanan zulüm üzerine yazılmıştır.)
Yere düşmüştü…
Kan damlıyordu sinesinden. Çevresinde “O”nu umursayan biri yoktu. Herkes kendi derdine düşmüştü. Bombalar patlıyordu ardı sıra. Bir çocuk çığlığı duyuluyordu uzaklardan, ama bomba seslerini bastırmaya yetmiyordu.
Yere düşmüştü…
Kalkmaya mecali yoktu. Saatler geçmesine rağmen “O”nu kaldırmaya gelen de yoktu. Patlamalar kesilmişti. İnsanların feryatları gecenin karanlığını yırtıyordu. “O”nu umursayan, yine yoktu.
Yere düşmüştü…
Binaların altında kalmamıştı; yıkıntıların arasında, görünen bir yerdeydi. Ama değil binalar, dünya üstüne yıkılmıştı sanki. “O” böyle bir yaşama alışmamıştı. Kibirli değil, gururluydu. Barut kokusuna yabancı değildi, ama hep başı yüksekte yaşamıştı. “O”nun yerini başkalarının almasını hazmedemiyordu. Çatmıştı çehresini bir kere. Çevresinde tebessüm edecek birini arıyordu, ama kimsecikler yoktu “O”nu fark eden.
Yere düşmüştü…
Çevresinde koşuşan insanları tanıyordu. Onların dedelerini daha iyi tanıyordu. En zor zamanlarında “O”na omuz verenlerdi onlar. Şehadetlerini de görmüştü. Tabutlarına sımsıkı sarılmıştı son yolculuklarında.
Yere düşmüştü…
Dedelerin torunları uykudaydılar. Kan kokusu barut kokusunu bastırıyordu. Ama onları uyandıramıyordu. Kan kokusu yayılıyordu etrafa. Etrafta torunların başka akrabaları da vardı. Ama onlar da uyuyordu. “O”, onların dedelerini de çok iyi tanıyordu ve o gün torunların hâlini gördükçe dedelerine hasret duyuyordu.
Yere düşmüştü...
Çatmıştı çehresini. Kızmıyordu; üzülüyordu, kahroluyordu. Hâlâ “O”nu kaldıran biri çıkmamıştı. Ama küsmemişti kahrolsa da üzüntüsünden. Küsemezdi onlara. Dedelerinin hatırı vardı. Ümidini yitiremezdi. Ümit en önemli silahları olmuştu en dar zamanlarında.
Yere düşmüştü…
Bomba sesleri arasında bir çocuk ağlaması işitti. Bir gün önce de duyduğunu hatırladı bu sesi. Ama bu defa ses yakından geliyordu ve gitgide yaklaşıyordu. Küçücük bir gölgeydi yanına gelen. Ümitlenmişti, ümidinin boşa gitmediğini görüyordu. Üstü başı perişan bu küçük çocuk kaldırmıştı “O”nu. Belliydi, dedelerinin kanını taşıyordu; hiçbir zaman “O”nu yalnız bırakmayan, şehadetlerinde tabutlarına sarıldığı dedelerinin.
Yere düşmüştü ve bir çocuk kaldırmıştı “O”nu…
Derken bir gölge daha fark etti. Hasretle baktığı gölge kendi gölgesiydi. Ne çok özlemişti onu. Ve bir gölgenin kendi gölgesine karışmakta olduğunu gördü. Bir anneydi bu kez gelen. “O”nu kaldıran çocuğun annesi. Gelir gelmez çocuğu değil, “O”nu bağrına bastı, öptü, kokladı. Çok yakından tanıyordu anlaşılan. Belliydi, o da dedelerinin kanını taşıyordu. Çöktü dizlerinin üstüne, ağlıyordu. Toprağa düşen yalnız gözyaşları değildi. Kanı damlıyordu toprağa gözyaşlarıyla yarışırcasına. Gözyaşı mağlup olmuştu bu yarışta, kesildi. Kan sızmaya devam ediyordu. Çocuk ağlıyordu, bilmiyordu ölümün mesken tuttuğu sokaklarda ölümün ne olduğunu. Ama anlaşılan hissedebiliyordu. “O” ise şehadetine tanık olduğu kadının üstüne kapanmıştı, tıpkı dedelerinde olduğu gibi.
Bayrak yere düşmüştü…
Ve bir çocuk kaldırmıştı “O”nu.
Ama şimdi çocuk ağlıyordu.
“O” ise kendisini kaldıracak birini arıyordu.
Arslan KURTALP