AHDE VEFANIN KAPSAMI
Vefa, düşman bile olsa verdiği sözden dönmemektir. Vefalı insan, dost-düşman herkesin güven ve emniyet duyduğu kimsedir. Onun karakterinde yalancılık, döneklik ve kalleşliğin izine rastlanmaz. En zor anlarda bile ahde vefa eder.
Ahde vefa, kulun Allah'a, ümmetin peygamberine, müridin mürşidine, dostun dos­tuna, aile fertlerinin birbirine, milletin vatanına sevgi ve sadakatidir.
Vefa, mümkün oldu­ğunca dostundan ihtiyacını gizlemek, ondan bir şey istememek, eziyetine tahammül etmek, lüzumundan fazla hürmet, tevazu ve hizmetle ona ağırlık vermemektir.
Vefa, dostunu Allah için sevmek, arkadaşı öldükten sonra onun aile efradına iyilik ve yardım etmek, kapıdaki kö­peğine varıncaya kadar her şeyine değer vermektir. Allah için birbirini seven, bu sevgiyle bir araya gelip ayrılan kişiler, kıyamet gününde Arş-ı Azam'ın gölgesinde gölgeleneceklerdir. (Riyazu's-Salihin)
O asla sözünden dönmezdi
Her konuda olduğu gibi bu konuda da Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz'den sözüne daha sadık bir kimse yoktu. Ebu Cehil, Ebu Leheb ve daha müslüman olmazdan evvelki haliyle Ebu Süfyan, O'nun doğruluğunu, iffetini, ahde vefasını biliyor ve kendilerine sorulduğu zaman bunu itiraf ediyorlardı. Aslında bütün düşmanları O'nun doğru söylediğini biliyorlardı. Fakat onların aşamadıkları nokta farklıydı.
Abdullah bin Ebu'l-Hamsa r.a. anlatıyor:
Peygamber olmadan önce Hz. Rasul-i Ek­rem'e alış-verişle ilgili bir şey vermek için filan gün filan yerde buluşmak üzere sözleş­tik. Fakat ben unuttum, ancak üçüncü gün hatırladım. Gittim baktım ki, Rasul-i Ekrem s.a.v. orada bekliyor. Beni görünce:
- Delikanlı beni yordun. Üç günden beri seni burada bekliyorum, buyurdu. (Ebu Davud)
Bedir savaşı için yola çıkıldığı esnada, Huzeyfe el-Yemanî ile babası Huzeyl, Peygam­berimiz'in safında savaşmak üzere ardından yola çıkmışlardı. Müşrikler baba-oğulu yolda gö­rerek sorguya çektiler:
- Siz herhalde Muhammed'in yanına gitmek istiyorsunuz, dediler. Onlar da:
- Evet, bizim niyetimiz budur, dediler.
Bunun üzerine müşrikler, onlardan Medine'ye dönmek ve Peygamberimiz'le birlikte sa­vaşmamak üzere söz aldılar.
Bir müddet sonra Huzeyfe ile babası Bedir'de Peygam­berimiz'in huzuruna gelerek başlarından geçenleri anlattılar ve mücahitlerle birlikte savaşmak istediklerini söylediler.
Efendimiz s.a.v. onların müşriklere verdikleri sözü öğrenince, o anda savaşçıya çok fazla ihtiyacı olmasına rağmen şöyle buyurdu:
- Hayır, siz Medine'ye dönün. Onlara verdiğiniz sözü yerine getirin. Biz de müşriklere karşı Allah'tan yardım isteriz. O'nun yardımı bize kâfidir. (Müslim)
Kur'an-ı Kerim'de ahde vefa ile ilgili ayetlerde, yapılmış antlaşmaların hükümlerine riayet ettikleri müddetçe, müslüman olmayan taraflara dahi verilen söz istikametinde davranılması emredilmektedir. (Tevbe, 1, 4, 7)
Hz. Peygamber s.a.v., vefat eden dostlarının dostlarına da son derece vefalıydı. Hz. Aişe r.a. anlatıyor:
Rasul-i Ekrem s.a.v. bir defasında yanına gelen yaşlı bir hanıma çok ik­ramda bulundu. Kadın gidince sebebini sordum. Buyurdular ki:
- Bu kadın Hatice'nin sağlı­ğında bize gelir giderdi. Ey Aişe, ahde vefa imandandır. (Hakim)
Allah Rasulü s.a.v.'in Rabbi'ne karşı vefası da dillere destandı. Mekke'de binbir çile ve ıstırabın içinde iken bile nafile ibadetlerini aksatmıyordu. Kıldığı namazların bir rekâtı bazen saatler alıyor, ayağa kalkmaya dermanı olmadığı zaman oturarak kılıyor, fakat yine terk etmiyordu. Mübarek elini Rabbi'ne açtığı zaman, duaların en içteni, en mahzunu ve en güzeli mübarek dilinden semalara yükseliyordu.
Vefasız dost olmamak için...
Vefa, dostun dostuna dost olmak fakat düşmanına dost olmamaktır. Allah Tealâ ile ahitleşen müminin dostu, ancak Allah Tealâ'yı dost bilenler olabilir. O'nun düşmanı müminin de düşmanıdır. Kur'an-ı Kerim'de buyurulur ki:
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.” (Tevbe, 23)
Fakat bu durum onların hukukuna ria­yet etmeye engel değildir. Kâfir bile olsa insanlara yeri geldiği zaman Allah için iyilik ve ik­ramda bulunmak güzel bir haslettir. Bu bir bakıma yaradılanın hatırını Yaradan'dan ötürü gözetmektir. Kalplerin yumuşamasına ve imana dair mevzuların konuşulabileceği bir zemininin ha­zırlanmasına da sebep olur. En azından size ve sizin temsil ettiğiniz yüce değerlere karşı yumuşa­mayı sağlar. Hz. Esma r.a. kendisine misafirliğe gelen müşrike annesine, Efendimiz s.a.v.'den izin alarak iyilik ve ikramda bulunmuştur. Yine kendisi için koç kesilen İbn-i Ömer r.a., yahudi komşusuna etten ikram edilmediğini duyunca telaşlanmış ve etin diğer komşu­lardan önce ona ikram edilmesini emretmiştir. Vefa işte böyle davranmayı gerektirir.
İslâmiyet, bu gibi faziletlerin gönülleri yumuşattığı, insanları kendine meftun ettiği rahmet ikliminde kısa zamanda yayılmıştır. Fakat her şeye rağmen Kur'an ve Sünnet'in ölçüleri, iman etmeyenlere karşı dostluk sayılabilecek ölçüde muhabbet ve sırdaşlığa engeldir. Onlardan zuhur edebilecek kötülüklere, sahip oldukları inanç ve düşüncelere karşı en azından kalben mesafeli olmak da yine Allah'ın emri­dir.
Söz verirken...
Mümin, Allah Tealâ ile ahdini bozacak şekilde birine söz vermemelidir. Zira ancak fasıklar Allah ile sözleşmesini iptal eder. Böylelerinin hiçbir ahde saygı göstermesi de beklenemez. “Ama Allah'a verdikleri sözü iyice pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi kesenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar... İşte lânet on­lara; (dünya) yurdunun kötü sonucu onlaradır.” (Raad, 25)
Fakat gafletle mesela bir haram işlemek üzere birine söz verilmişse, Allah'a verilen söz hatırlanıp, tevbe edilerek bu batıl söz­den vazgeçilmelidir.
Yine birine söz verirken, “inşallah: Allah dilerse” demek gerekir. Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz söz verdiği zaman bunu kat'i olarak vermezdi. “Belki” kaydını koyardı. İbn-i Mesud r.a. da inşallah derdi. Evlâ olanı da böyledir. Fakat bundan kesinlik manası anlaşılırsa, meşru mazeret olmadıkça muhakkak ahde vefa gerekir. Yani kişi kendi dönekliğini inşallah demiştim diye Cenab-ı Allah'a fatura etmeye kalkmamalıdır. Birazcık düşünülürse, bu dehşetli bir vebaldir.
Şayet kişi söz verirken içinden yapmamaya ka­rarlı ise bu nifakın ta kendisidir. Verdiği sözde mazeretsiz olarak durmamak da aynı şekilde nifak alametidir. O bakımdan, neye mal olursa olsun, verdiği sözü bozmamalı veya boza­cağı sözü vermemelidir.
O günler geride mi kaldı?
İslâmiyet'in gönüllerde hükmünü icra ettiği devirlerde millet bir vücudun uzuvları gi­biydi. Kalplerde vefa, davranışlarda incelik ve zarafet vardı. Allah haşyetiyle nurlanan sinelerde şefkat, merhamet ve emanet şuuru hakimdi. Farklı düşünceler birer zenginlik kabul ediliyor, hemen her din salikinin var olduğu cemiyetin içinde inançlara saygı gösteriliyordu. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” denilerek küçük bazı anlaşmazlıklar vefa duygusundan hareketle olgunlukla karşılanı­yordu. Çarşılar, sokaklar hayâ, edep ve iffeti temsil ediyordu. Yalancılık, sahtekârlık ve haramilik gibi gayri ahlâkî davranışlar en büyük arsızlık sayılıyor, bu gibi işleri yapanlar, ailesi, köyü ve oymağıyla birlikte bir ömür boyu unutulmuyordu. Zulme zulümle mukabele edilmez, defalarca aldanılsa bile bir kere aldatmaya tenezzül edilmezdi.
Sonra o devirler yavaş yavaş geride kaldı. Sinelerde Allah sevgisi inkıraza uğradı. Nihayet çoğunluk itibariyle vefa ortadan kalktı.
Bugün vefanın olmadığı yerde sevgi ve samimiyetten bahsetmek mümkün değildir. Böyle bir toplumda birlik, beraberlik ve gerçek bir dayanışmadan söz etmek de imkansızdır. Zaman zaman vefasızlardan zuhur eden bu gibi haller, menfaat, mürailik ve iki yüzlülükten başka bir şey değildir. Zira Allah için sevmeyen, kalbî hayatında istikrar olmayanlarda, böyle ulvi şey­ler zuhura gelmez. Her gün birkaç defa yeminini bozan, her defasında sözünden dönen, vefa, mertlik ve yiğitlik duygusundan mahrum, dönek, ödlek tiplerden vefa beklemek, gaflet ve aldanmışlığın ta kendisidir. Onlarla yola çıkan yolda kalır. Onlara bel bağlayan sırtından han­çerlenip iki büklüm olur.
Ne yazık ki, son birkaç asrın manzarası genel itibarıyla işte budur. Yalan, hıyanet, kabalık ve döneklik sermaye haline gelmiş; sokaklar arsızlık, zu­lüm ve hakka tecavüzle dolmuş, haramilik iş bilirlik şekline dönmüştür. Merhum Akif'in dediği gibi:
Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!
Vefa yok, ahde hürmet hiç, emanet lafz-ı bî-medlûl
Yalan râiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhul.
Beyinler ürperir, Ya Rab ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış ne iman, din harab, iman türab olmuş.
Birbirlerine devamlı şüphe ve güvensizlikle bakan, birbirine yabancı, ve­fasız bir toplumun iflahı zordur. Ne yazık ki, milli birliğimiz için ciddi tehlike sinyalleri çalmaktadır. O bakımdan bir kere daha Allah'a dönüşten başka bir çare görünmüyor.