(... - 09.06.1978)
1976 senesinde üniversite tahsili için geldiğim İstanbul'da, Fatih semtindeki Erzurum Talebe Yurdu’nda kalırken, Süleyman Aslan'la aynı odayı paylaşırdık. Aynı zamanda Edirnekapı, Çapa ve ****** Öğrenci Yurdu’nda spor dersleri verirken, Süleyman da bu çalışmalarımda yardımcı olurdu. Kendisi uzak doğu döğüş sanatları dalında siyah kuşak sahibiydi.
Bu arada mahallenin çocuklarıyla muazzam bir dostluk kurmuş, okul dışı zamanlarımızı birlikte geçirir olmuştuk. Zakir Alkan bizim karşımızdaki sokakta ailesiyle birlikte oturuyor ve Vatan Lisesi'nde tahsil görüyordu. Annesi, rahmetli Nermin teyze, Erzurum yemekleri yapar, bir nebze olsun bizi gurbet havasından uzaklaştırırdı. Hele ramazan aylarında bütün komşular bizim için seferber olur, herkes elinden gelen ve gücü yettiği nispette yiyecekler hazırlar ve yurdumuza gönderirlerdi. Bu komşulardan en unutulmaz olanı sokağımızda berberlik yapan Elazığlı Cengiz Usta ise bizlere büyüklük yapar, ufak tefek ihtiyaçlarımızın karşılanmasında çok büyük gayret gösterirdi. Zakir'in ağabeyi Nazmi Alkan ise taksicilik yaparak hayatını kazanmasına rağmen, günün büyük bir bölümünde arabasını bize tahsis ederek faaliyetlerimize katkıda bulunuyordu.
Biz de çevremizdeki okul çocuklarına dersler verir, âdeta bir dershane gibi onlara yardımcı olurduk. Günde üçbeş şehit cenazesi kaldırdığımız o ağır savaş ortamında bile, sevgi ve muhabbetimizi onlardan esirgemez, her dertlerine ortak olurduk. Bu arada Süleyman, geceleri Kocamustafapaşa'da bir fırında çalışıyor, ailesine yük olmadan tahsil hayatını devam ettiriyordu.
Ülkemizin bu karanlık, kapkaranlık ortamında, ihanet odaklarına karşı verdiğimiz mücadele, aşırı bir yoğunluk kazanmış, morglar ve hapishaneler, bizlerin mecburi durakları olmuştu.
Sağmalcılar Cezaevi… Kavurucu bir sıcak… Günlerden Çarşamba, görüş günü ve adım anons edilmeye başladı. Görüşme kabinine gittiğimde Süleyman, Zakir, Orhan Ulusoy ve bir kaç arkadaşı beni beklerken buldum. Heyecanlı ve hararetli bir selâmlaşmadan sonra, Zakir başladı anlatmaya, ailesi onu Erzurum Lisesi'ne naklettirmiş, o da tatil için geldiği İstanbul'da hemen cezaevine bizleri ziyarete koşmuştu.
Bana selam gönderenlerin tek tek adlarını sayıyor, elkol hareketleriyle bağırarak konuşuyor, herkesin sesi birbirine karışıyordu. Bu arada Süleyman tebessümle bakarken lafa girdi, bir hafta önce Aksaray'da saldırıya uğramış ve kalbine yakın bir mesafeden bıçak darbesi almıştı. Bir taraftan kazağını yukarıya sıyırarak yarasını bana gösteriyordu. Benim mahzunlandığımı görünce de teselli vermeye çalıştı:
Aldırma hoca, bu can o kadar tatlı değil...
Evet çok doğru söylüyordu Süleyman, bizlerin canı, ülkemiz kadar, ülkümüz kadar tatlı değildi.
Süleyman Aslan iyi bir sporcuydu...
Nihayet 'Yırtıcı bir zil' yirmi dakikalık görüşmenin bittiğini haber veriyordu. Ayrılık çok zor oldu. Önce onlar geri geri giderek gözden kayboldular. Bende koğuşun yolunu tuttum. Hapishane maltasında yürürken bir yandan az önceki görüşmeyi kafamda tekrar yaşıyordum. Süleyman'ın en sert cisimleri bile eritecek kudrette olan keskin bakışları önümde büyüyor, büyüyor cazaevinin her yanını, İstanbul semalarını ve hatta bütün arşı kaplıyordu. Onun hüzün dolu gözleri, gördüğüm her eşyada vücut buluyordu âdeta.
Bu görüşmeden iki gün sonra...
Sabah erkenden kalkıp bahçeye çıkmıştım. Güneş henüz yüksek duvarları aşıp bizlere ulaşamamıştı. Bahattin Dursun isimli arkadaşımız kapı mazgalından uzatılan gazeteleri alarak bahçedeki büyük masanın üzerine koydu. Akşam elektrikler kesik olduğundan haberleri dinleyememiştik. Bu sebepten hemen masanın başına toplandık. Gazetenin ilk sayfasına baktığımda âdeta bir alev topunun içine düştüm. Gözlerim karardı. Yıkıldım. Kanlar içerisinde iki civan... İki şehit... İki can...
9 Haziran 1978...
Sanki iki önemli uzvum bedenimi terketmiş, diğerleri de ayrılmak için sıra bekliyorlardı. Ruh dünyamda yeni bir deprem daha yaşıyordum. Ya Rabbim, bu kaçıncı sarsıntı!..
Gazete elimde, donup kaldım... Takvimler Cuma günü, 9 Haziran 1978'i gösterirken zaman bir kez daha durmuştu. Görüşmemizden sadece iki gün sonra o kalleş pusu, Vatan Caddesi’nde onlar için kuruluyordu.
Kulaklarım uğulduyor... Nefes alamıyorum... Sanki beynim delinmiş, sızan kanlar kulaklarımdan akarken boynumdan göğsüme doğru bir ılıklık hissediyorum. Kalp ve diğer organlarım hayati vazifelerine son veriyorlar. Bir arkadaşım kolumdan sıkıca tutup sarsıyor:
Merak etme, intikamımız çok daha acı olacak...
Ben onu duymuyorum bile. 'Yüz kişi ölse ne olur' diyorum sessizce.
Aynı dakikalarda uyduruk bir bahane bulan komünist unsurlar koğuşumuza yönelik bir saldırı başlattılar. Anlaşılan bizim yasımıza bile tahammül edemiyorlardı. Hapishane kanlı bir tarlaya dönmüştü.
Dışarıda bu saldıraya cevap veren ve zulmü payidar etmemek için kellesini ortaya koyanlar, olağanüstü bir gayret göstermişler ama acımız ebedi yüreğimizde kalmıştır. Her türlü faaliyete rağmen bu çabalar, bir Zakir’in, bir Süleyman’ın acısını dindirmeye yetmedi, yüreğimiz onlar için hep kanadı, hep yandı...
BİZLER UMUTSUZLUĞUN OLDUĞU YERDE UMUDUMUZU KAYBETMEDEN YÜRÜYENLERİZ. HER YOLDA ÇAKILLAR HER DURUDUĞUMUZ YERDE ÇAKALLAR OLSA NE YAZAR.. YA ÖLÜMÜNE SEVERİZ YA DA TEK KALEMDE SİLERİZ... TÜRK TARİHİNİ BİZ YAZDIK, GEREKİRSE TARİHTENDE SİLERİZ..