NURCU LİDER SAİD-İ KÜRDİDEN ALINTIDIR...
Bismillah her hayrın başıdır
Mâdem her şey mânen Bismillah der.
namına
'ın ni'etlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi Bismillah demeliyiz.
nâmına vermeliyiz.
nâmına almalıyız. Öyle ise,
nâmına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız...
Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan
, ne fiat istiyor?
Elcevab: Evet o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar ni'metlere, mallara bedel istediği fiat ise; üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir'dir. Başta "Bismillah" zikirdir. Âhirde "Elhamdülillah" şükürdür. Ortada, bu kıymettar hârika-i san'at olan nimetler Ehad-i Samed'in mu'cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derketmek fikirdir. Bir pâdşahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de; zâhirî mün'imleri medih ve muhabbet edip, Mün'im-i Hakikî'yi unutmak; ondan bin derece daha belâhettir.
Ey nefis! böyle ebleh olmamak istersen;
nâmına ver,
nâmına al,
nâmına başla,
nâmına işle. Vesselâm.
* * *
Ondördüncü Lem'anın İkinci Makamı
(Makam münasebetiyle buraya alınmıştır)
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ in binler esrarından altı sırrına dairdir.
İHTAR: Besmelenin rahmet noktasında parlak bir nuru, sönük aklıma uzaktan göründü. Onu, kendi nefsim için nota Sûretinde kaydetmek istedim. Ve yirmi-otuz kadar sırlar ile, o nurun etrafında bir daire çevirmek ile avlamak ve zaptetmek arzu ettim. Fakat maatteessüf şimdilik o arzuma tam muvaffak olamadım. Yirmi-otuzdan, beş-altıya indi.
"Ey insan!" dediğim vakit nefsimi murâd ediyorum. Bu ders kendi nefsime has iken, ruhan benimle münasebettar ve nefsi nefsimden daha hüşyar zâtlara belki medâr-ı istifâde olur niyetiyle, Ondördüncü Lem'anın İkinci Makamı olarak müdakkik kardeşlerimin tasviblerine havale ediyorum. Bu ders akıldan ziyade kalbe bakar, delilden ziyade zevke nâzırdır.
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
قَالَتْ يَا اَيُّهَا اْلَمَلاُ اِنِّى اُلْقِىَ اِلَىَّ كِتَابٌ كَرِيمٌ اِنَّهُ مِنْ سُلَيْمنَ وَ اِنَّهُ بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
Şu makamda birkaç sır zikredilecektir.
BİRİNCİ SIR: "Bismillâhirrahmânirrahîm"in bir cilvesini şöyle gördüm ki: Kâinat sîmâsında, arz sîmâsında ve insan sîmâsında birbiri içinde birbirnin numinesini gösteren üç sikke-i rubibyet var.
Biri: Kâinatın heyet-i mecmuasındaki teavün, tesânüd, teanuk, tecâvübden tezahür eden sikke-i kübrâ-i ulûhiyettir ki, "Bismillah" ona bakıyor.
İkincisi: Küre-i arz sîmasında nebâtat ve hayvanâtın tedbir ve terbiye ve idaresindeki teşabüh, tenâsüb, intizâm, insicam, lütuf ve merhametten tezahür eden Sikke-i Kübrâ-i Rahmâniyettir ki, "Bismillâhirrahman" ona bakıyor.
Sonra insanın mahiyet-i câmiasının sîmasındaki letâif-i re'fet ve dekaik-ı şefkat ve şuâât-ı merhamet-i İlâhiyeden tezahür eden sikke-i ulya-i rahîmiyettir ki, "Bismillâhirrahmânirrahîm"deki "Er-Rahîm" ona bakıyor.
Demek "Bismillâhirrahmânirrahîm" sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır. Ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yâni "Bismillâhirrahmânirrahîm" yukarıdan nüzul ile semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i Mûsağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi arşa bağlar. İnsânî arşa çıkmağa bir yol olur.
İKİNCİ SIR: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân, hadsiz kesret-i mahlûkatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yâni, meselâ: Nasılki Güneş, ziyâsıyla hadsiz eşyâyı ihâta ediyor. Mecmu-i ziyâsındaki Güneşin zâtını mülahaza etmek için gâyet geniş bir tasavvur ve ihâtalı bir nazar lâzım olduğundan; Güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde Güneşin zâtını aksi vasıtasıyla gösteriyor ve her parlak şey, kendi kabiliyetince Güneşin cilve-i zâtîsiyle beraber ziyası, harâreti gibi hassalarını gösteriyor ve her parlak şey Güneşi bütün sıfâtıyla kabiliyetine göre gösterdiği gibi; Güneşin ziyâ ve hararet ve ziyâdaki elvan-ı seb'a gibi keyfiyatlarının her birisi dahi, umum mukabilindeki şeyleri ihâta ediyor. Öyle de: وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى -temsilde hatâ olmasın- ehadiyet ve samediyet-i İlâhiyye, herbir şeyde, husûsan zîhayatta, husâsan insanın mâhiyet âyinesinde bütün Esmâsıyla bir cilvesi olduğu gibi; vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi, mevcûdât ile alâkadar herbir ismi bütün mevcûdâtı ihâta ediyor. İşte vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak ve kalbler Zât-ı Akdes'i unutmamak için, daima vâhidiyetteki Sikke-i Ehadiyeti nazara veriyor ki, o sikkenin üç mühim ukdesini irâe eden "Bismillâhirrahmânirrahîm"dir.
ÜÇÜNCÜ SIR: Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcûdâtı ışıklandıran, bilbedâhe yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat içinde yuvarlanan mahlukatı terbiye eden, bilbedâhe yine Rahmettir. Ve bir ağacın bütün heyetiyle meyvesine müteveccih olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine koşturan, bilbedâhe rahmettir. Ve bu hadsiz fezâyı ve boş ve hâlî âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşâhede rahmettir. Ve bu fâni insanı ebede namzed eden ve ezelî ve ebedî bir zâta muhatâb ve dost yapan, bilbedâhe rahmettir.
Ey insan, mâdem rahmet böyle kuvvetli ve cazibedâr ve sevimli ve mededkâr bir hakikat-ı mahbubedir. "Bismillâhirrahmânirrahîm" de, o hakikata yapış ve vahşet-i mutlakadan ve hadsiz ihtiyacatın elemlerinden kurtul ve o Sultan-ı Ezel ve Ebed'in tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatıyle ve şefeatıyla ve şuââtıyla o Sultan'a muhatâb ve halîl ve dost ol!
Evet kâinatın enva'ını hikmet dairesinde insanın etrafında toplayıp bütün hâcâtına Kemâl-i intizâm ve inâyet ile koşturmak, bilbedâhe iki hâletten birisidir: Ya kâinatın herbir nev'i kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor, muavenetine koşuyor. -Bu ise yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok muhâlâtı intac ediyor. İnsan gibi bir âciz-i mutlakta, en kuvvetli bir Sultan-ı Mutlak'ın kudreti bulunmak lâzım geliyor.- Veyahut bu kâinatın perdesi arkasında bir Kadîr-i Mutlak'ın ilmi ile bu muavenet oluyor. Demek kâinatın enva'ı, insanı tanıyor değil; belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.
Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün envâ'-ı mahlûkatı sana müteveccihen muâvenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine "Lebbeyk!" dedirten Zât-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin? Mâdem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir ve kat'iyyen anla ki: Senin gibi zaîf-i mutlak, âciz-i mutlak, fakîr-i mutlak, fâni, küçük bir mahluka koca kâinatı müsahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inâyet ve ilim ve kudreti tâzammun eden hakikat-ı rahmettir. Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve sâfî bir hürmet ister. İşte o hâlis şükrün ve o sâfî hürmetin tercümanı ve ünvanı olan "Bismillâhirrahmânirrahîm"i de. O ahmetin vusulüne vesile ve o Rahmân'ın dergâhında şefâatçı yap.