O BİR ASENA...
Ulaşılmazlığa ve hasrete dayanan bir sevdaydı o. Geceleri umutsuz olmaz, gündüzleri hasretsiz yaşanmazdı onun sevdasında. Hep ağlardı ama anlatmazdı yalnızlığını. Hep yeise düşer ama göstermezdi yeisini. Sevdasız bedenlere inat sevdasını her gün biraz daha beslerdi gözyaşlarıyla. Geceler hep mezar olurdu oysa ki. Hep karanlık, hep hiçlik penceresi ve hep mahrem hayatını yaşardı odasında. Gündüzleri direnirdi yalnızlığına. Gölge altı muhabbetlere konuk olmazdı bedeni. Çünkü yalnızlıktı helali ve yalnız kalmalıydı elbette gelecek günlerin vuslatına dayanarak.
“Gel” derlerdi, ”Eğleniriz”... “Olmaz” derdi. Belki bu bir ihanetti, zavallı küçük beyninin ihanet etmeme hassasiyeti nazarında. Sevdası büyüktü. Ama sevdası nerdeydi? Sevda yürekte yaşanır elbette diyordu. Ama vuslat çizgisini ayırt etme yetenekleri yoktu küçük beyinlerin. Hep dalga muhataplığıyla günlerini geçirdiler çünkü. Hep sevdayı iki öpücük zannedenlerin nazarında sevdasına kötülük etti bizimkisi. “Olmaz” diyordu “Sevdalıysam, sevdamı karlı dağların ardında da olsam yaşarım” Nitekim öyle yaptı. Ve eridi,bitti,tükendi...
Bir kerecik vuslatı dahi yaşayamamanın verdiği eziklik doldurdu belki de “delikanlı kızın” yüreciğini. Ama yüreğinde büyüttüğü koskocaman sevda ona yetiyordu. Gündüz onunla, gece onunla,düşlerinde bile onunlaydı. Yarabbim o neydi öyle? Kendi nazarlarında büyük bir sevda olarak gördükleri sevdaları gelsinde dursundu bizim sevda gülünün karşısında. O yalnızdı, hep yalnızdı... Okul kantininde hep „Yalnız Kurt“ namelerini dinlerdi. Ruh fukaralarının nazarında o hep yalnızdı elbette. Hem de gece ve gündüz! Ama o hep yüreğinde kocaman bir dev yaptığı sevdasıyla beraberdi. Bir bakışı günlerce düşünürdü. Bir gülüşü tüm yaşantısına sığdıracak kadar Yusufiye sabrı vardı onda!
Gel zaman git zaman koskocaman bir ayrılık acısıyla terennüm etti dudakları. Ayrılık buydu belki de. Sokağa çıktığı anda onu göreceği ümidi de yok olmuştu artık. Günleri git gide zindana dönmeye başladı. Ne yediğinden, ne içtiğinden ne de gittiği bir ortamdan zevk alacak hali kalmıştı. “Bu sefer ki daha derin yaralayacak” dediği anda karşısına kendi benliğinden bir zırh çıktı yine : İman! “Çok şükür” diyordu. “Ya kara topraklara göndersen onu? Daha mı çok acı çekeceksin? “Hayır” dedi yine içten içe. “Dayanmalısın! Senin inancının temelinde sabır yatar ve sabırla yeşerttiğin iman buna karşı çıkar” diyerek, yine hayata sarıldı. Yine yalnızlıktan zevk almak adına kendine bir yol çizdi.
Bugünlerde bu Gökçen Kız hala yalnızlık rıhtımına demir atıyor. O kendisini yalnız hissetmese de “Yalnız Asena” olarak anılıyor. Ruhsuz bedenlerin adresinde bu sıfatlandırma doğru olsa da, bizimkisi asla kabul etmiyor. Yalnız kalmamak adına verilen tüm davetiyeleri reddediyor. Ve ısrarla mühürlediği gönül penceresinden kimseyi baktırmıyor. Geçenlerde bu kızın adını sormuşlar bir bilene “Nedir ismi?“diye. “Kimse bilmez ki onun adını, Atsız evladıyım der her sorana” demişler. Sonra biri sormuş “Necidir, nedir?”, “Ülkücüdür” demişler... Anlaşıldı bu Gökçen Kızın yalnız kalmak adına verdiği mücadele de Sevdanın vuslatı aranmaz “Ülkücüyüm” diyende!..