VAZGEÇİLMEZ BİR SEVDANIN ADI: ALPARSLAN TÜRKEŞ
Büyük Türk milletinin yetiştirdiği devlet adamı, fikir adamı, MHP Eski Genel Başkanı ve ülkücü Türk gençliğinin efsanevi Başbuğ’u Alparslan Türkeş’in aramızdan ayrılışının 11. yılına gelmiş bulunuyoruz. Hiç şüphesiz Başbuğ’u anlatmak bize düşen bir görev değildir. Ancak gönül dünyamızın en müstesna köşesinde yerini alan, ülkü ve dava adamı Başbuğ’umuza duyduğumuz sevgi, saygı ve bağlılık onun hakkındaki görüşlerimizi ve ona karşı beslediğimiz duygularımızı aktarmaya bizleri mecbur kılıyor.
Kırılır da bir gün bütün dişliler
Döner şanlı şanlı çarkımız bizim,
Gökten bir el yaşlı gözleri siler
Şenlenir evimiz, barkımız bizim…
25 Kasım 1917 tarihinde Kıbrıs-Lefkoşe’de hayata gözlerini açan Alparslan Türkeş, daha doğar doğmaz kendisini bir millet mücadelesinin içinde bulur. Aslen Kayseri’li olan Türkeş ailesi, Pınarbaşı ilçesinin Yukarı Köşkerli köyünden Kıbrıs’a göç etmiş ve buraya yerleşmiştir. O dönemde Kıbrıs İngiliz’lerin işgal idaresi altında olduğundan ailece Türkiye’ye göç etmişler ve İstanbul’a yerleşmişlerdir.
Başbuğ’un çok küçük yaşlarda tanıştığı çileli ve zorlu hayat, son nefesini verinceye kadar sürmüş, buna karşılık bir kez olsun isyan etmemiştir. Hayatında karşılaştığı ilk zorlu sınavını henüz çocuk diyebileceğimiz yaşlarda askeri okula kaydını yaptırırken; Kıbrıs nüfusuna kayıtlı olduğu için Türk olmadığı gerekçesi ile okula alınamayacağını söyleyen okul müdürüne karşı vermiştir. Çocuk yaşta birisinden beklenmeyen bir tepkiyle kendisinin ve her Kıbrıs’lının öz be öz Türk olduğunu ve o şerefli askeri üniformayı hak ettiğini sert bir şekilde müdüre izah ederek; ne kadar sağlam bir yapıya sahip olduğunu göstermiştir.
Kendisini çok iyi yetiştiren Başbuğ, askeri okula girmek suretiyle memleketini ve milletini ilgilendiren hadiseleri yakından takip etmiş ve kendince ileriye dönük çözümler üretmeye çalışmıştır. O dönemde ülkenin tamamen yabancı akımların etkisi altında olması sebebiyle tehlikeye girdiğini gören Türkeş, bir an evvel yitirilen milli ruh ve milli düşüncenin yeniden kazanılması gerektiğini savunmuş ve bu yönde çalışmalar yapmıştır. Bu bağlamda dönemin Türkçü kadroları ile birlikte hareket ederek, çeşitli dergi ve mecmualarda makaleler yazarak; toplum üzerinde milli bilincin oluşmasını yaymaya çalışmıştır. Yine aynı dönemde, büyük Türkçü Atsız’ la olan yakın ilişkisi zararlı görülerek; dönemin iktidarı tarafından tutuklanmış ve böylece ilk cezaevi hayatı başlamıştır.
Zamanın ilerlemesi ile ülkemizde kök salarak varlığını iyice hissettiren yabancı güçler; Alparslan Türkeş’in önü kesilmediği takdirde ileride kendi çıkarları için çok tehlikeli birisi olacağını anlamaları üzerine ordudan tasfiye etme sürecini de başlatmış oldular. Uzun bir süre geçmesine rağmen, hala soru işaretleriyle dolu 27 Mayıs 1960 ihtilali sonrası yakın arkadaşlarıyla birlikte zorunlu sürgüne, ardından da istifaya giden süreç; aynı zamanda Türk milleti içinde yeni bir sayfanın açılmasına ve bugünlere kadar gelen şerefli bir hareketin de doğmasına vesile olmuştur.
1963–1964 yılları Türk siyaseti açısından önemli bir dönemdir. Çünkü siyasetin kirlenmiş dünyasına tertemiz bir Alperen adını altın harflerle yazdırıyordu. Bu öyle bir isimdi ki, adı gibi ‘’Alp-Arslan’’, soyadı gibi de ‘’Türk’e Eş’’ birisiydi.
Yiğitti, fedakârdı, erdemliydi, feraset sahibiydi…
Milletinden farksızdı; samimi Müslüman’dı ve inanmış bir Türkdü.
Daha da önemlisi, mazi’nin parlaklığını yeniden ati’ye kazandıracak kadar bilge liderdi, bir o kadar da güçlü insandı… Atilla gibi, Alparslan gibi, Fatih gibi, Mustafa Kemal gibi kahramandı...
Ve BAŞBUĞ’du…
Alparslan Türkeş’in hayatının ikinci yarısı diyebileceğimiz süreç siyasete girdiği dönemdir. Bu dönem iyi incelendiğinde birçok açıdan faydasını görebilmek mümkündür. Osmanlı Cihan Devletinin en buhranlı zamanlarını geçirdiği 17 yy. özellikle ikinci yarısından sonra bir görüş olarak ortaya sunulan Türk Milliyetçiliğinin tarihi süreci incelendiğinde, 1965’li yıllara kadar yalnızca bir düşünce hareketinin ötesine geçememesi milletimiz açısından pek memnun edici bir durum olmamıştır. Oysa Türk milletinin yükselmesi ve yücelmesi için en öncelikli ve en gerekli fikir olmasına rağmen, yeterli önem verilmemiştir. Bunun neticesinde ise Osmanlının kurtuluşu yabancı devletlerin şirin gözüken yüzlerine aldanarak tavsiyelerin de araması, yanlış yapmasına ve günümüze kadar problemlerin artarak gelmesine sebep olmuştur.
Bu açıdan değerlendirildiğinde, Alparslan Türkeş Türk Milliyetçiliğini siyasi platforma taşıması ile nitelik kazandırmakla kalmamış, parti programına da koyarak ilk kez resmiyet kazanmasına vesile olmuştur. Gazi Mustafa Kemal’in vefatıyla milliyetçiliğin önemsizleştirilme çabalarının artırıldığı bir dönemde Başbuğ; Türk Milliyetçiliğinin yeniden canlanmasına ön ayak olup, özellikle de yeni kuşaklara aktararak büyük bir hizmet etmiştir.
Türk’ün son Başbuğ’u Alparslan Türkeş, Türk Milliyetçiliğini öyle güzel biçimlendirmiş ve tarif etmiş ki, bu fikri kimsenin şahsi isteklerine göre değiştirmesine fırsat vermemiş, maneviyatla bütünleştirmek suretiyle de bir takım ‘’Din’’ yobazlarının ters anlamalarına da asla izin vermemiştir. Bu konuda öyle bir tanımlama yapmıştır ki, adeta kendisine hayran bırakacak şekildedir.
Tarih: 1996
Yer : İzmir- Maksim gazinosu toplantı salonu
“ Bu dava Gazi, Derviş ve Alperen’lerin kontrolünde Fena fillaha ulaşan, İslam’ın sınırları içerisinde sınırsız bir Türk Milliyetçiliği hareketidir ” Alparslan Türkeş
Çok yoğun bir şekilde baskıların ve zulümlerin arttığı dönemin Türkiye’sinde, emperyalist güçler kapitalizm öncesi beyinleri zehirlemek için ortaya sundukları komünizmin özellikle gençler tarafında rağbet görmesi, Alparslan Türkeş’i yeni bir önlem almaya sevk etmiştir.
Evet, alınacak tedbir belliydi: Milli ruhun hâkim olacağı, milli düşünce ile bezenmiş ve her şeyin Türk için, Türk tarafından, Türk’e göre esasını benimseyen Türk gençliğinin yetiştirilmesi olacaktı. Başka bir ifadeyle İslam’ın ahlak ve fazileti ile yoğrulmuş, Türklüğün gurur ve şuurunun en üst aşamasına ulaşarak; Türk milletini en kısa zamanda en kısa yoldan muasır medeniyetler seviyesine çıkaracak Ülkücü gençliğin yetiştirilmesi olacaktı. Ve bunun için de, yüzde yüz milli bir teşkilata ihtiyaç vardı. O da: Başbuğ’un en büyük emaneti olan ÜLKÜ OCAKLARI olacaktı.
Ülkü ocaklarının kurulmasıyla Türk milleti ve Türk gençliği yitirmiş olduğu öz güvenini yeniden kazanmış oldu. Yegâne kurtuluşun bizatihi kendi özüne dönmekle mümkün olacağını anladı. Kendisine yabancı, tarihine düşman ve değerleriyle çatışan zararlı akımların değil bir adım, bir karış dahi ileriye götüremeyeceğini kavramış oldu. Yunus’un sevgisini, Yavuz’un öfkesini öğrendi. Kür şad’ın 40 çerisiyle birlikte gerçekleştirdiği baskında, Atilla’nın Avrupa’yı titreten gücü karşısında kahramanlığını hatırladı. Edibali’de nasihatin önemini, Osman bey de makamın bile yenemediği alçak gönüllülüğü buldu. İbn-i Haldun, İbn-i Sina, Fuzuli ve Mimar Sinan’da medeniyetin gerçek beşiğinin kendisi olduğunu anladı. Hz. Fatih’te hoşgörüyü, Dadaloğlu’nda, Köroğlu’nda baş eğmezliği, Seyit Onbaşı da imanı, Demircili Mehmet efede Kuvay-ı Milliye yi öğrendi. Enver paşa da at sırtında Turan coğrafyasında şehit olmayı, Mustafa Kemal’de dehalığı arzuladı.
Bu necip millet tüm bunları, Türk’ün ölümsüz Başbuğ’u Alparslan Türkeş’in kurduğu ÜLKÜ OCAKLARI sayesinde öğrendi.
Dünyada hiçbir millet yoktur ki, kendi soydaşlarının içinde bulundukları durumla ilgilenmeyi aklına dahi getirmesin. Tarif edilemeyecek kadar zor koşullarda vatan kıldığımız bağımsız devletimiz de, öylesine şuursuz daha da ötesi hain idareciler türemişler ki; aynı dili konuştuğumuz, aynı dine iman ettiğimiz, aynı kültürden ve tarihten geldiğimiz kısacası bir ve bütün olduğumuz soydaşlarımızla aramıza nifak tohumları ekilerek, bizi birbirimizden yani öz kardeşlerimizden koparmaya çalışmışlardır. İşte böylesine çarpık zihniyetlerin egemen olduğu ülkemizde bir bilge lider çıkıp bize; dünya Türklüğünden bahsetmiş: “Dertlerini dert edinin, kıvançlarına ortak olun.” diyerek yakınlaşmamızı sağlamıştır.
Ve artık o, dünya Türklüğünün Bilge lideri, Korkut atası ve ölümsüz BAŞBUĞ’u olarak tarih sayfalarındaki yerini almış oldu.
Bu kutlu mücadelede defalarca cezaevine girerek, en ağır şekilde işkencelere maruz kalan Başbuğ’umuz; her şeye rağmen yolundan dönmemiş, tınmak nedir bilmemiş; baskı, zulüm ve iftiralar karşısında yılmamıştır.
Özellikle 1970 – 1980 arası başlatmış olduğu devlete ve millete, bayrağa ve toprak bütünlüğüne ve top yekûn mili mefhumlara karşı sahip çıkma mücadelesi olmasaydı devletimiz elimizde kalmazdı. O dönemde komünizme karşı verilen benzeri görülmemiş amansız müdafaa başta Başbuğ olmak üzere, her birini Yemen’de, Çanakkale’de, Kurtuluş savaşında can veren şehitlerimizden farksız gördüğümüz, dava şehitlerimizin ve gazilerimizin büyük bir eseridir.
Yaktığın meşaleyi söndürmeden yürüyeceğimize, emanetin olan ÜLKÜ OCAKLARI’na ve MHP’ye her ne şart olursa olsun sahip çıkacağımıza, en ücra köşelere kadar 9 Işık’ı yayacağımıza, yüksek vasıflı Türk olacağımıza ve ütopya gibi görünse de bir gün Turan ordularını kurup, âleme yeniden nizam vereceğimize manevi huzurunda söz veriyoruz.
Gök Girsin, Kızıl Çıksın!...
Son olarak, çok sevdiğin Azerbaycan’dan, Kırım’dan, Kerkük’ten, Üsküp’ten, Doğu Türkistan’dan, Kıbrıs’tan ve ayağa kaldırdığın Anadolu’dan hem kucaklar dolusu selamlar, hem de Fatihalar yolluyoruz. Senin fikirlerine sıkı sıkı sarıldıkça ve nasihatlerine bağlı kaldıkça, bir gün Tanrı Dağları’ndan, Ötüken’den kopuzlar eşliğinde Çırpınırdı Karadeniz’i söylediğimizde koskoca Türk coğrafyası hep birlikte eşlik ederek son mısrasını senin için okuyacaktır, ey Türk illerinin yiğit Başbuğ’u…
Türk eşine Türk eşine
Kıyar mı hiç Türkeş’ine
Bütün dünya kurban olsun
Türk’ün Başbuğ’u TÜRKEŞ’ine
Ruh dünyamızın mimarı rahat uyu, Bozkurtların ayakta!...
Tanrı Türk’ü Korusun!
Resul Çakır