YUSÛFIYE'DE BIR SABAH NAMAZI
"Allahu Ekber…Allahu Ekber..." Müezzinin yanık sesiyle kainata salınan Ezan-ı Muhammedi. Yüzü soğuk, nemli, acının ve ıstırabın, çilelerin ve mahvolmuşluğun envai çeşitlerine şahit olmuş dört duvar, okunan ezanı yıllarca susuz kalıp çatlak çatlak olmuş toprağın, suyu emdiği gibi yudum yudum içiyor, içtikçe kanıyor, kanadıkça yüreği damla damla eriyor, eriyor, eriyor... Adeta buhar olup uçuyor.
İşte, Allah’a inanan ve itaat eden insan zindanlarda da olsa mesuttur, bahtiyardır; inanmayanlar ise saraylarda da olsa zindandadır, bedbahtır“ sözünün hakikati ve tecellisi. „Yürü, hür maviliğin bittiği son hadde kadar, insan dünyada hayal ettiği kadar yaşar“ düsturundan hareketle git gidebildiğince, gönlünce... Ta ki, ötelerin ötesine... ve daha ötesine... Sonsuzluğa dek...
İşte böyle ulvi bir atmosfer içinde başlar Yusufiye’de sabah...Ölümün yarısı olan, üzerini katmer katmer örtmüş uyku kefeni bir Euzü Besmele ile parçalanarak kalkılır yataktan, şeytanın ve eniklerin inadına. Arkasına bakmadan kaçar şeytan, yılmışlık yıkılmışlık içinde hakir ve zelil olarak.... Sonra, meydan muzaffer müminlere kalır, at koştururlar mukaddes beldede dört bir yana...
Büyük bir itina ile alınan abdestler, sanki uzuvlara dalga dalga yayılan, onları maddeten olduğu gibi manen de tertemiz yapan nurdan damladır. İşte mescit bir köşede duruyor. Ah, dertlendiğim, kederlendiğim, sıkıldığım, bunaldığım, üzüldüğüm, hüzünlendiğim, sevindiğim, coştuğum zamanlarda bana kucağını açan, dert ortağım, keder dağıtıcım, ruh hekimim, acı dindiricim, her şeyim... Sende bulurum kendimi, seninle unuturum masivayı. Seninle konuşurum Rabbimle. Buyurmuyor mu ki, o server-i enbiya “Rabbiyle konuşmak isteyen namaz kılsın.”
Kılınan sünneti müteakip getirilen kametle başlayan Rabb ül Alemin huzurunda havf ve reca ile saf olmuş, omuz omuza vermiş insanlar... Rabbin “And olsun o saf saf dizilenlere” hitabına muhatap olanlar. Hal diliyle “Yarabbi, ya ilahi... işte huzurundayız, karşında ellerimiz bağlı, boynumuz bükük, başımız eğik… Günahkarız, günahlarımızdan dolayı yüzüne bakacak durumda değiliz, sen bizim efendimiz, biz ise senin köleleriniz. Bizi mağfiret eyle, bizi yarlığa kabul et, hatalarımızı günahlarımızı affeyle.
Çünkü sen Settar’sın, Gaffar’sın. Yarabbi hiç kimsenin karşısında eğilmeyen bu vücut senin karşında iki büklüm oluyor. Sen azamet sahibi, bütün noksanlık sıfatlarından münezzeh olan Rabbimizsin. Ya ilahel alemin, bu yüz ki, işlemiş olduğum günahlardan kapkara olmuş. İşte huzurunda yerlere sürüyorum. Sen, bütün noksan sıfatlardan beri, bizim Rabbimizsin. Bizleri affeyle, bazı yüzlerin kara olacağı yevm-i kıyamette bizim yüzlerimizi nurlandır" diyorlar.
İmamın tekbirleriyle rük’uya eğilenler, secdeye gidenler tam bir ahenk ve disiplin içinde sanki tek vücut olmuş, benlikler silinmiş herkes bir olmuş. herkes O Bir'de bir olup Bir'de kaybolmuş. Yok olmayan bir tek O. Ezelde de var olan, ebedde de var olacak, hiç bir şey yokken var olan O: Allah Zül celal ve tekaddes...
Esselamu aleyküm ve Rahmetullah.... Allah’ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun ey sağımdaki sevap yazan melek, sağımdaki cemaat ve bütün müminler.
Esselamu aleyküm ve Rahmetullah... Yine Allah’ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun ey solumdaki günah yazan melek, solumdaki cemaat ve cümle müminler.
Böylece ötelerin ötesine gidiş, oralardaki seyir tamamlanır ve selam ile birlikte miraç’tan dünyaya dönülür...
Arkasından tesbihat ve arşa açılan eller. O eller ki, şairin:
"Dua, dua eller karıncalanmış,
Yıldızlar avuçta gök parçalanmış,
Gözyaşı bir tarla hep yoncalanmış
Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu
İplik ki incecik örer boşluğu."
mısralarında kendini bulur. Görevlerini yapmış olmanın verdiği huzur ve sükun içinde pırıl pırıl yüzler, nurlanmış alınlarla mescitten ayrılanlar, öğle namazına şimdiden hazırlanıyorlar.
İŞTE YUSUFİYE’DE BİR SABAH NAMAZI..
Hasan Ilter
Diyarbakir Medrese-i-Yusufiye 1989