UlkuGulu.Hareket-Forum.Net
Ülkü Gülü Forum Sitesine Hoşgeldiniz

Sitemize üye olarak sizlerde paylaşım yapabilir, sitemizin sosyal faaliyetlerinden haber alabilirsiniz.

Üye iseniz Lütfen Üye Adınızla giriş yapınız
UlkuGulu.Hareket-Forum.Net
Ülkü Gülü Forum Sitesine Hoşgeldiniz

Sitemize üye olarak sizlerde paylaşım yapabilir, sitemizin sosyal faaliyetlerinden haber alabilirsiniz.

Üye iseniz Lütfen Üye Adınızla giriş yapınız
UlkuGulu.Hareket-Forum.Net
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

UlkuGulu.Hareket-Forum.Net

ÜLKÜGÜLÜ | UlkuGulu.com | facebook.com/UlkuGuluyuz
 
12 EYLÜL SAVUNMASI Anasay11AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 12 EYLÜL SAVUNMASI

Aşağa gitmek 
Sayfaya git : 1, 2  Sonraki
YazarMesaj
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 7:47

Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Numaralı Askerî Mahkemesi Başkanlığı'na


Dosya Nu: 1981/176
İfade Sahibi.....: Alparslan Türkeş.
Suç..................: TCK'nun 146/1. maddesinin ihlâli.
Konu................: Sorgulama ifadesi Hk.
Hâdise.............: Bir siyasî dâvanın, idam talebiyle yargılanan bir numaralı sanığı olarak burada bulunuyorum. Hakkımızdaki iddianameyi dinledik. Taleb edilen cezaları öğrendik. Şimdi de usûl gereği bize söz verilmiş bulunuyor.

Her safhasını ve bütün unsurlarıyla bu dâvanın -başta biz sanıklar olmak üzere, hâkim ve savcılardan cezaevi ve inzibat görevlilerine ve Millî Güvenlik Konseyi üyelerine kadar irâdesi ve rolü bulunan herkes dâhil- gerek şahıslarımız, gerekse devlet ve milletimizin açısından son derece ehemmiyetli olduğu kanaatindeyim. Bu dâva dolayısıyla burada Türk milletinin yakın geçmişi, hâli hâzırı ve geleceği tartışılacaktır. Bu dâvanın bugüne kadarki ve bundan sonraki safhalarında ortaya çıkmış ve çıkacak bütün neticeler, müşahede konusu olmuş ve olacak her türlü tutum, hâl ve hareketler ve dâva sonunda tesis olunacak nihaî hükümler, Türk devletinin dayandığı temel ve esas değerlerle, müesseselerinin işleyişiyle, hedef ve istikametleriyle doğrudan ilgilidir.

Bu dâva, Türk milletinin her türlü düşman taarruzuna karşı en büyük silâhı ve gücü olan millî birlik ve beraberliğimizle, millî güvenlik ve savunmamızla da doğrudan doğruya ilgilidir. Bunu söylerken asla mübalağa etmiyorum. Bu mahkemenin, bütün safhalarıyla, bugünkü nesilleri, yaşayan insanlarımızı olduğu kadar, gelecek nesillerimizi de yakından alâkadar edeceği muhakkaktır. Mücerret adalet açısından yargı organlarına intikal eden her dâva ehemmiyetlidir. Resmî kabullere göre mensup, taraftar ve sempatizanlarını iki milyon olarak ifâde edebilen, millî ve milliyetçi bir partinin, genel başkanından itibaren bütün organlarıyla ve idârecileriyle dünyâ adalet tarihinde görülmemiş bir sayıda -ikiyüzyirmi- idam istenerek yargılanması ve herhalde adalet terazisinde hassas tartılması gereken farklı bir ağırlık teşkil edecektir.

İslâmî, insanî, millî ve medenî bir prensip olarak milletimizle birlikte biz imân etmişizdir ki, "adalet mülkün temelidir". Zulme sapan, adalete gölge düşüren, mülkün, yâni devletin temellerine dinamit koymuş olur. Adaleti çiğneyen insaniyeti çiğnemiş olur, İslâmiyeti çiğnemiş olur! Zulüm ve adaletsizlik herşeyden önce Allah'a isyandır. İnancı olmayanlar, kalbi mühürlü ve küfürle kararmış olanlar bilmeseler ve inanmasalar da, Büyük Türk Milleti böyle bir isyanı bağışlamaz. Türk milletini zulümle idare etmenin, adaletsizliğe razı ve râm etmenin imkânı yoktur. Milletimizden aldığımız bu ilham ve inançladır ki, biz, her zaman ve her yerde "lekesiz ve gölgesiz bir adaletin" savunucusu olmuşuzdur. Mücâdelesini yaptığımız değerlerin başında "lekesiz ve gölgesiz bir adalet" şiarı yer almıştır. Hakka riâyet ve adaletle hükmetmek de şahıslarımızı çok aşan, millî, insanî ve ilâhî bir mes'uliyet davasıdır.

Ben meseleyi bu ölçüde şümullü ve ehemmiyetli gördüğüm için konuşmak istiyorum. Şuriü olanca sadeliği ile ifâde etmek isterim ki, ne vicdanen, ne de kanunen kendimi suçlu hissediyorum. Bu bakımdan da uzun uzadıya şahsımı savunmak ihtiyâcında ve telâşında değilim. Esasen iddianame diye ortaya konulan metin, her bakımdan o kadar gayrı ciddi ki, talebi idam da olsa, böyle bir metin karşısında, insan sâdece şahsını düşünerek savunma yapmaya tenezzül etmez. Yoktan yok çıkar; mevcut olmamış, hiçbir zaman işlenmemiş suçun iddianamesi de herhalde böyle olacaktır. Bu iddianame şahsım itibariyle yok hükmündedir! beni konuşmaya sevk eden husus, ne ceza korkusu, ne muhtemel bir cezadan kurtulma gayret ve ümididir.

Allah nasîb ettiği için, çok genç yaşlardan itibaren Türk milliyetçiliği gibi bir dâvanın mensubu oldum. Ömrümü dâvama adanmış olarak geçirdim. Yine Allah nasîb ettiği için bu mukaddes ve mübarek dâvanın siyâsî aksiyon plânında lidediğini, bayraktarlığını yaptım. 64 yaşındayım. Benim ayrıca anlatmama lüzum yok; hepiniz biliyorsunuz, herkes biliyor ki, bu dünyâda fânî bir beşer için tatmin sebebi sayılan ikbâlin en üst kademelerini gördüm. Mükerreren idbârı da gördüm, yaşadım. Siviliyle, askerîsiyle mahkemelere de girdim çıktım. Tecrübem az sayılmaz. Bu dünyâda iyiden kötüden birçok şeyi tartıp çekmek, değerli olan nedir, değersiz olan nedir, bunlar üzerinde düşünmek fırsatını buldum. Dolu dolu yaşanmış bir ömrün şu merhalesinde, inanç ve prensiplerimden, şeref ve haysiyetimden, uğruna ömrümü ve bütün varlığımı adayıp har­cadığım Türk milliyetçiliği dâvasından daha ehemmiyetli, tamah etmeye, tenezzül etmeye, peşinde koşup yorulmaya değer bir şey olduğuna inanmıyorum.

Elhamdülillah, inanmış, samîmî bir müslümanım; fânîlik hissine âşinâyım, dünyânın bir imtihan yeri olduğunu biliyorum. Şu ânda burada bulunuşumuz da inanıyorum ki, her şeyden önce, bir kader tecellîsidir, ilâhî bir imtihandır. Sabır ve şükürle karşılıyor ve bu imtihandan da yüz akıyla çıkmayı bize nasîb etmesini Cenâb-ı Allah'tan niyaz ediyorum. Rahmet ve şaşmaz adalet ümidimiz yalnız Allah'tandır... Bir askerî mahkeme huzurunda olduğumu biliyorum. Bu vaziyetin gerektirdiği dikkat ve nezâket içinde olmaya çalışacağım. Ancak şunu bilesiniz ki, konuşmamın birinci sâiki, bu mahkemenin vereceği karâra tesir etmek, mahkemeden kendi lehimize bir karar istihsâline çalışmak olmayacaktır.

Şahsım itibariyle bu mahkemeden sâdır olacak her türlü karar bence müsavidir. Konuşmama "Şahsım için netice ne olacak?" endişesi yön verecek değildir. Ben burada, önce Allah'ın huzurunda, sonra târihin ve milletimin huzurunda olduğumu bil­menin huşûu, mes'uliyet ve vekarı içinde konuşacağım. Burada bir hesap görülecektir, benim için de bir hesap verme bahis ko­nusu ise, o hesabı milletime ve târihe vereceğim. Gayet açıklıkla söyliyeyim ki, Türk milletinin vicdanında teşekkül edecek olan hüküm ve târihin hükmü, bana göre, mahkemenizin tesis edeceği hükümden çok önde gelir.

Taşıdığım bayrak, temsil ettiğim mukaddes Türk milliyetçiliği dâvası uğrunda, komünist ve bölücü hâinlerin kurşunlanyla toprağa düşerek şehitler ordusuna katılmış olan Ruhi Kılıçkıran'dan Gün Sazak'a kadar şehit evlât ve kardeşlerimin rûhâniyetlerinin de şu anda bizimle beraber olduklarını biliyorum. Onlar da beni dinliyorlar. Onların tekzib etmiyecekleri şekilde konuşmaya, yalnız hak bildiğimi söylemeye mecburum. Çünkü onlar, o üçbinaltıyüz can, bu hak bildiğimiz yolda "vatan-millet-din ve devlet" uğrunda şehit oldular. Onlar hem şehitlerimiz, hem de şâhitlerimizdir. Yarın huzur-ı ilâhîde de bana şahitlik edecek olanlar, onlardır... Onların huzurunda, onlar için konuşacağım! Ebed-müdded olan Türk devletine; kıyamete kadar hür, müstakil, mes'ud ve müreffeh yaşamasını, her gayeden aziz bildiğimiz Büyük Türk Milletine bugüne kadar hizmet etmiş ve etmekte olanlar için; yarın aynı yolda, aynı heyecan ve şuurla bu kutsal hizmetin bayrağını taşıyacak olanlar için konuşacağım! Milletim aldatılmasın, şaşırtılmasın; milletim gerçeği bilsin diye konuşacağım!

Huzur-ı ilâhîye yüz akıyla çıkmaktan başka bir endîşeye gönlümde yer yoktur. Hiçbir beşerî kudret önünde eğilmem. Kimsenin merhamet ve insafına şahsen ihtiyâcım yoktur. Sözüm, tenkidim, talebim yalnız hak ve hakîkat nâmınadır; yalnız mülkün'temeli olan adalet nâmınadır, yalnız milletim ve devletim içindir...

Sizlerden bir tek ricam var: Sözlerimi kesmeden sonuna kadar dinleyiniz. Sormaya hazırlandığınız veya bilâhare sormak isteyeceğiniz birçok suâlin ve iddianamede ortaya konulan it­ham ve isnadların cevaplarını, tahmin ediyorum ki konuşmamın bütünlüğü içinde almış olacaksınız. Karşınızda sizlerin şu ânda tanidığınız üniformayı 37 yıl şerefle taşımış, Millî Birlik Komitesi üyeliği, parti genel başkanlığı, başbakan yardımcılığı yapmış, Türkiye'nin son yirmi yıllık târihi içinde emsali görülmedik düşmanlıkların ve emsalsiz sevgi ve bağlılıkların hedefi olmuş, bu dünyânın bin türlü kahır ve mihnetinden geçmiş bir insan konuşuyor.

Sabırla dinlediğiniz takdirde, hem vazifenizi yapmış olursunuz, hem de ümid ediyorum ki, şahsen istifâdeniz olur. Çünkü konuşacağımız meseleler, yalnız şu ânı, sizi bizi değil, Türk milletinin gelecek bütün zamanlarını ve nesillerini de çok yakından ilgilendirecek hayatî ehemmiyette meselelerdir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 7:48

12 Eylül 1980 târihine gelinceye kadarki olaylar ve gerçekler muvacehesinde, "Türkiye'de en haklı ve hattâ yegâne haklı zümre kimdi? Vatan, millet ve devletine karşı üstüne düşen görevleri, ne pahasına olursa olsun, yapan bir grup var mıydı?" diye sorulduğunda, târih, şu salonda karşınızda sâmk olarak bulunan Milliyetçi Hareket Partili ve ülkücüleri, 220'sinin idamı istenen bu şerefli insanları gösterecektir. 12 Eylül Harekâtının, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren tarafından bizzat açıklanan gerekçe mahiyetindeki ilk beyannâmesi malûmdur. Bu beyanname veya açıklamada itham edilen şahıs, zümre ve kurumlar bellidir. İsim zikredilmemiş, fakat hangi ithamın, hangi tesbitin kime veya nereye matuf olduğu herkes tarafından kolaylıkla anlaşılmıştır. Harekât liderinin ne bu ilk konuşmasında, ne de daha sonraki konuşmalarında, bu mahkeme başladıktan sonraki 4 Eylül 1981'e gelinceye kadar, MHP ve yöneticileri hakkında doğnidan veya dolaylı bir itham söz konusu olmamıştır. Buna mukabil CHP ve MSP gibi doğrudan itham edilen partiler vardır. Ve meselâ CHP hakkındaki itham doğrudan doğruya anarşi ile ilgili olması sebebiyledir.

Harekâtın gerekçesi, mahiyetindeki ilk açıklama ile onu tamamlayan sonraki beyanlardaki, harekâta meşruiyet ka­zandıran, milletin bu harekâtı tasvip etmesine sebep olan ana tesbit ve teşhisler, bizim tesbit ve teşhislerimizdi. Kamuoyu bu tesbit ve teşhisleri, bu şikâyetleri aynı ekran ve mikrofonlardan bizim ağzımızdan defaatle dinlemiş bulunuyordu. Bu benzerlik ve -üslup farkları dışındaki- aynîyet o, kadar aşikârdır ki, saf kalbli birçok vatandaş bu bildiriyi bize mensup birinin hazırlayıp hazırlamadığını merak etmiştir. Vaziyetin vehâmeti ve başka çâre kalmaması sebebiyle, âsâyiş mes'uliyetinin Silâhlı Kuvvetlere devredilmesini teklif ettiği için MHP Genel İdare Kurulu'nun mahkemeye verilmiş olduğunu da çok yakın bir hâdise olarak hatırlayan vatandaşlarımız, Silâhlı Kuvvetlerimizin müdâhalesinde ve açıklamalarında bizim haklılığımızın, isabetimizin teyidini görüyordu.

Org. Evren 12 Elül günü yaptığı açıklamada: "Parlamento üyeleri, siyâsî, faaliyetlerinden dolayı suçlanmayacak ve yeni yönetime karşı suç teşkil edecek tutum ve davranışlarda bulunmadıkları sürece haklarında herhangi bir işlem yapılmayacaktır. Ancak, kanunların suç kabul ettiği fiilleri vaktiyle işlediği saptanan parlamenterler hakkında gerekli kovuşturma yapılacaktır." diyordu. Bu beyan bizim dışımızdaki bütün parlamenterler için adetâ bir teminat sayılmıştır. MHP'li parlamenterler, bu beyanın dışında mütâlâa edilmiş ve ilk saatlerden itibaren farklı muamele görmüşlerdir. Ben ve arkadaşlarım "kanunların suç saydığı" fiilleri vaktiyle işlediğimiz tesbit edildiği için bulunmuyoruz. Suçumuz sonradan icâd edilmeye çalışılmış ve çöp sepetlerinden çıkartılmış kâğıt parçalan delil yapılarak, insanlık dışı işkencelerle ifâde ve itiraflar temin edilerek hazırlanmış, her noktası ciddiyet ve hukukî masnedden mahrum şu iddianame ile ortaya konulmuştur.

Haksızı Allah şaşırtır. Kötü niyetli ve peşin hükümlü savcı, komünist ve bölücü teşekküllerle irtibatı, Türk Ordusuna karşı. terbiyesizliği ve husûmeti, Meclis içinde her türlü terbiye ve edebe aykırı tutum ve sözleriyle meşhur CHP Senatörü Niyazi Ünsal'ın daha önce mükerreren basına ve bize intikal etmiş ve kanunsuzluk delili olan bir mektubunu, bizim hakkımızdaki id­dianameye "ayrıca yoruma ihtiyaç göstermeyecek kadar açık ve tüyler ürpertici" diye tavsif ederek idamımızı istemeye delil olmak üzere koymuştur. Bu zât MHP Senatörü zannedilirken mektubu hem kendisi, hem de mensup olduğu parti hakkında tüyler ürpertici, yorum gerekmeyecek kadar açık bir anarşi ve suç delili oluyor. Peki CHP'li olduktan sonra ne oluyor? Ses yok! Veya ne yapılacak bilemem ama, ancak biz mesele yaptıktan sonra belki harekete geçilecek. Belki diyorum, fakat ümitli değilim. Çünkü bu bilgi ve belgeler, arkadaşlarımız tarafından, aylarca önce mahkemenizle beraber sorumlu ve yetkili diğer mercilere sunulmuştu; bugüne kadar hiçbir neticesi çıkmadı.

Tekrar ediyorum, biz, 12 Eylülden sonra mâruz kaldığımız muamelelere peşin hükümlü ve harekâtın gerekçesi ve he­defleriyle mutabakatı şüpheli birtakım görevlilerin kasıtlı tutumları neticesinde tabî tutulmuşuzdur. Buraya getirilişimizin ve şu anda yargılanışımızın temel sebebi de bu peşin hüküm ve kasıtlı tutumdur. Birtakım insanlar, MHP'ne karşı peşin hüküm ve hınçlarını teyid ve tatmin edebilmek için, müdâhale vasatını fırsat saymış ve çok büyük hatâ etmişlerdir. Çünkü târihî düşmanımıza karşı ilân edilmemiş bir harp hâlini yaşayan Türkiye'de MHP'nin yargılanması; MHP hükmî şahsiyeti ile en üst seviyede mümessilleri olarak bizlerin şahsında Türk milliyetçiliğinin sanık sandalyesine oturtulması, basit bir adliye ve âsâyiş problemi değildir. MHP ve ülkücü kuruluşlar dâvası, adli olduğu kadar hattâ daha fazla siyâsî ve sosyal neticeleri iyi hesap edilmesi gereken bir dâvadır. MHP ve MHP'lilere reva görülen muamelenin, yalnız bizim akıbetimiz açısından değil, millî birlik ve güvenliğimiz açısından, Türkiye'nin yarını açısından, hiçbir zaman emel ve teşebbüslerinden vaz geçmeyecek, geri durmayacak olan düşmanlarımızla mücâdele imkânları bakımından ne kadar yanlış olduğu aşikârdır.

Yeri geldiğinde tafsilâtı ile izah edeceğim; şimdilik şu kadarını tekrâren ve açıkça ifâde edeyim: Bugün mesele az çok ciddiyetle yaklaşan herkesçe kabul ve ifâde olunuyor ki, Türkiye, târihî düşmanımız Rusya'nın yeni bir taarruzu ile, içten çökertilip zapt ve feth etme operasyonu ile karşı karşıyadır. Gerek Konya'da vatandaşlarımız, gerekse İstanbul'da verdiği kabul resminde NATO ülkeleri Genelkurmay Başkanlarına hitâb ederken Org. Evren'in: "Biz müdâhale etmeseydik belki de bu mikrofonlardan bugün onlar konuşacaklardı." veya "Sizler belki de buraya gelemiyecektiniz." şeklindeki sözlerinde, Türkiye'nin esas ve hayatî problemi olarak hâdiseye koyduğu teşsih de budur.

Böyle bir durumda, bütün organları ile devletin ve top-yekûn milletin, millî savunma ve güvenliğimiz için seferber edilmesi, millî birliğimizin, düşmanı teşebbüsünden caydıracak bir iman şeddi halinde pekiştirilmesi gerekirdi. Hâlen de gerekiyor. Hedef şaşırtıcı, teşhisi karıştırıp bulandırıcı, zâten çok sarsılmış bulunan millî bünyede yeni tereddütlere, kırgınlıklara, bölünme ve husûmetlere sebebiyet verici tutum ve davranışlar, doğrudan doğruya millî savunma ve istiklâlimize yapılmış ağır bir suikasttir. Yeni bir Rus istilâ teşebbüsü ile karşı karşıya bulunduğumuz, komünizmin memleketimizi içten çökerterek zapt etme istediği yolundaki doğru teşhisin, birtakım kamu, güvenlik ve adliye görevlilerince de yeteri kadar anlaşılamamış bulunması, son derece esef vericidir.

Türk milletinin bugün de yarında teminatı, güvenlik kuvvetlerimizin isabetli teşhis ve hedef tâyini ile düşmanın aktif un¬surlarını takip ve tenkil etmesiyle birlikte, milletin ideolojik ve psikolojik savunma gücünün en tesirli ve şuurlu bir seviyeye ulaştırılması olacaktır. Millî güçlerin birliği, dâima en büyük imkândır. Devlet müesseselerini "politikadan arındırma" görüntüsü altında, üstü örtülü particilik gayretlerinin hâlâ ve en menfî şekilde devam ediyor olması, karşı karşıya bulunduğumuz harbin yeni bir çeşidi olan tehlikeli duruma rağmen eski particilik husûmetlerinin devam ettirilmesi, bedeli milletimiz için çok ağır olan bir hatâdır. Bir ân için haklı ve müsbet mânâda farklı durumumuzdan fedâkârlık ederek, siyâsi bir teşekkül olarak MHP ve siyâsîler olarak bizler de diyelim ki, bütün siyâsî teşeküller ve siyâsîler kadar sorumlu ve hatalı idik.

Bu takdirde bile, farklı ve bizim aleyhimize bir tutum ve .tavır takınıldığı aşikârdır. Yalnız MHP'nin, yalnız bizim yargılanmamızdaki haksızlığın milet vicdanında açtığı yara kapanmayacaktır. Gerektiği şekilde son ferde kadar tedip ve tenkit edilmiş olsalar bile, kendilerine karşı kazanılmış böyle bir netice, Türk devleti için ancak taktik seviyede başarı sayılabilecek komünist çete artıklarını bizim mukabilimiz veya muadilimiz gibi düşünmek, Türk siyâsî hayâtını da, içtimaî bünyesini de tanımamak demektir ve bize, temsil ettiğimiz milliyetçilik düşüncesine ve Türk milletine hakarettir. Bu husustaki millî endîşelerimi iki mektupla Devlet Baş-kanı'na da ulaştırdım, ikaz görevimi zamanında yaptım. O mektuplarda da ifâde ettiğim gibi:
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 7:48

Bu iddianame ve bu dâva dolayısıyla, millî bekamız açısından maşerî vicdanın zarurî olan bâzı müsbet hassasiyetleri tahrib edilmiş olacaktır. Bu tahribat başlamıştır. Çünkü siyâsî hareketlerimizle birlikte, yalnız bize oy verenleri değil, bütün Türk milletini içine alan fikriyatımız ve onun ayrılmaz bir parçası olan millî heyecan da yargılanmaktadır. Sizler istemeseniz de, bu mâhiyetteki bir dâva bir bakıma kaçınılmaz olarak bu sonuca gelirdi. Devlet ve siyâset hayatında görev ve sorumluluklar yüklenmiş insanların düşüncelerinden tecrit edilerek ele alınması, târihte olduğu gibi bugün de mümkün değildir. Fikirleri insanlar temsil ederler ve bu fikirler, temsilcilerinin şahsında kitlelere mâl edilir. Bu bakımdan da milyonlarca insan, meselâ "milliyetçiler ayrı, milliyetçilik ayrı" şeklinde bir tefrik yapmaz, yapamaz. Kaldı ki ortaya konulan iddianame, bu kabil tefrikleri, en küçük nüanslara kadar yapabilecek, en dikkatli ve bize herhangi bir suretle sahip çıkmak endîşesinde olmayan kimseler için bile, "Yargılanan MHP'nin yöneticileridir, fikriyatı değil." demek imkânını bırakmamıştır. Bizler burada düşünce ve siyâsetemizle ve hattâ daha çok da düşüncemizden dolayı yargılanıyoruz.

Halbuki, milliyetçi fikir yapısı ve ona bağlı millî şuur ve heyecan tezahürleri, Türk milletinin her türlü emperyalizme karşı direncini temsil etmektedir. Bugünkü ve yarınki nesillerin millî istikameti bakımından, bu direnç şuurunun -mahkûmiyet bir yana- "yargılanmış olmak" şeklinde bile horlanmaması, yaralanmaması gerekirdi. Bu direnç şuur ve inancı tahrip edilirse, her türlü emperyalizmin önündeki setler yıkılmış, barajlar açılmış olur. Sınırlardaki Mehmetçiğin yabancı ideolojik propagandalar sebebiyle millî değerlere olan inancı kaybolursa, vatan müdafaası yapılamaz. Dünyânın her tarafından komünizm ve bölücülük, vatana ihanet her zaman yargılanmıştır ama, milliyetçiliği bölücülükle itham edip yargılayan millî bir devlet görülmemiştir

Kitlelerde teşekkül edecek, milliyetçiliğin, millî şuurun, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliğinin mücâdelisini yapmış siyâsî kadroların, devlet tarafından bölücülük, faşizm, ırkçılık, şovenizm v.s. gibi ithamlarla yargılanmış olduğu kanaat ve intibaı, hiç bir zaman faaliyetlerinden geri durmayacak olan fesat ocakları, iç ve dış hâin propaganda merkezleri tarafından en geniş bir imkân olarak kullanılacaktır. Hattâ bugünden kullanmaya başlamışlardır bile. Biz burada bu ithamlarla yargılanırken, hukuka hizmet eden, yargının bir parçası olan avukatlarımız vazife yaptıkları mahalde, maalesef üniforma taşıyan kimselerce dövülürken; duruşmadan çıkan gençler akşam kaldıkları cezaevi koğuşlarında dayaktan geçirilirken; öğretmenler sınıflarında, ******'ün Gençliğe Hitabesini, Onuncu Yıl Nutkunu bir suçluluk duygusuna kapılmadan nasıl öğretebileceklerdir?

Nasıl Türk Milletinin büyüklüğünden, bu millet için "yalnız damarlarındaki asil kandan" kudret alarak en kötü şartlarda bile mücâdele etmek lüzumundan bahsedebileceklerdir? Müfettişler onları, pek-çok örneğini gördüğümüz gibi, "Türkeş'çilikten, ülkücülükten, ırkçılıktan, devletin yerine kendini koymaktan", hesaba çekmeyecek midir? Veya öğrencileri o vatansever öğretmenlere: "******'ün nutuklarından alarak bize telkin ettiğiniz bu duygu ve düşünceleri benimseyen birkısım büyüklerimiz ve ağabeylerimiz, hattâ arkadaşlarımız, bu duygu ve heyecanlardaki samimiyet ve ihlâsları dolayısıyla yargılanıyorlar. Bizi de böyle bir akıbete mi götürmek istiyorsunuz?" deseler, o Öğretmenler ne cevap verebileceklerdir?

Herkes aklını başına toplamalıdır: Millî bir mektep, bir ocak olarak bilinen Türk Ordusunun bağrında, onun şerefli üniforması altında kendilerine milliyetçiler coplattırılan o askerler, bu gençler, yarınki sivil hayatlarında o coplan ve yumruklan, devletin temeli olan millî kıymetlerimize indirmekte, şer ve fesat teşekküllerinin gönüllü mensup ve taraftan olmakta beis görmeyeceklerdir. Hakkındaki iddia ve itham ne olursa olsun, henüz sanık durumunda bulunan, hepsi tahsil terbiye görmüş münevver inşaları dövmeye, sövmeye, tahkire alışmış, ahştınlmış bir genç, merhamet ve mertlik başta gelmek üzere her türlü millî ve insanî kıymetten uzaklaştırılmış demektir. Böyle bir adam yann anasını babasını da saymaz, bir zaman en yüksek makamlarda bulunmuş elemanlarını, canı istedikçe tahkir edebildiği devlete de itaat etmez. Bugün milliyetçilerin basma ve sırtına inen coplar, suratlarında patlayan yumruklar, yann bilesiniz ki, devletin temellerine sallanan balyozlar, dinamitler olacaktır! Herkese bu vebalden kaçınmasını, çekinmesini ve korkmasını ihtar ederim.

Bugünün bir de yannı vardır. Millet olan bitenden haberdârdır, bu bakımdan yaralanmıştır. Millî vicdan incitilmiştir. Buna kimsenin hakkı olmaması gerekirdi. Bir taraftan ekran ve mikrofonlarda bir askerî müdâhalenin meşruiyet mesnedi olarak bizim teşhis, tesbit ve fikirlerimiz tekrarlanırken, bir taraftan da biz burada "Niçin milliyetçi oldunuz" mantığı içerisinde yargılanıyoruz. Orgeneral Evren: "Biz gelmesek, onlar geleceklerdi!" diyor. Ben de diyorum ki: "Biz olmasaydık, belki de Türk Silâhlı Kuvvetlerinin zarurî, meşru ve kurtancı olabilecek müdâhelesi çok geç kalmış olacaktı ve beyler, sizler bugünkü şartlarda, bu rütbe ve üni¬formalarla bu bayrak altında bizleri yargılamak imkânını bulamayacaktınız!"

Vaziyet vahimdi. Bu vahim vaziyete Ordu ihtilâl yapmak suretiyle tepki gösterdi. Ama ihtilâlin ilân edilmiş bir takvimi yoktu, olamazdı. Kimsenin cebinde Ordu nasıl olsa gelecek diye bir garanti belgesi mevcut değildi. Biz vatanseverce, medenî ve kanunî ölçüler içinde komünizme ve bölücülüğe karşı mücâdele ettik. "Hayır mücâdele etmeyecektiniz!" diyen varsa açıkça söylesin. Ama sonra da Türk Milletinin yüzüne nasıl bakacağını düşünsün. Benim verilemiyecek hesabım yoktur. Komünizmi, bölücülüğü önlemek için ihtilâl yapan Silâhlı Kuvvetlerimizin birkısım savcı ve hâkimleri, ülkede ant i komünizmin en şuurlu, en mukavim münevver blokunu, marksist kafa ve kalemlerin eseri bir iddianame ile yargılıyorlar. İhtilâl, ****** ve Türk milliyetçiliği temasları etrafında kendini takdime çalışırken; üniformalı savcılar heyeti; var olduğu günden itibaren en basit kültür etkinliklerinden siyâsî görüntülerine, 2. Meşrutiyette kurulmuş demeklerinden MHP'ne kadar bütünüyle Türk milliyetçiliğini sanık sandalyesine oturtuyorlar.

Kenan Evren'in, "onlar" dediği komünistler gelip de MHP hakkında bir iddianame tanzim etseler bundan farkı olmazdı. Gene Allah korusun, ihtilâl el değiştirse de komünistler Org. Evren ve MGK hakkında bir iddianame tanzim edecek olsalar, teferruatı atarak, mantık ve mantalite olarak bu iddianameyi olduğu gibi kullanabilirler. Dâva milliyetçiliği suçlamaktadır. Dolayısiyle bizimle birlikte ******'ü de yargılamaktadır! Bizimle beraber bu iddianame üstü kapalı olarak ******'ü de, MGK'ni de itham etmektedir! Acıdır ama gerçektir: MHP ve ülkücü gençliğin şahsında komünizme karşı Türk millî mukavemeti cezalandırılmak isteniyor! Bu ne gaflettir?


Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 7:49

İddianameyi hazırlayan savcılar, bizi ve mücadelemizi değerlendirirken, 12 Eylül öncesinin vahim şartlarına her ne hikmetse hiç temas etmemişler. 12 Eylül gerekçe olan tablo tek satır olsun iddianamede yer almamış. Milliyetçi ideolojiyi tahlile tâ Tanzimat'tan başlayabilen iddia makamı yakın tarihimizin o acı ve karanlık günlerine yer vermemiş. Zannedilecek ki, Türkiye güllük gülistanlık bir ülke iken, devlet güçleri ve iktidarlar üzerine düşeni yaparsa, sorumlu müesseseler vaziyete hakimken, herkes birbirleriyle kardeşçe geçinirken; biz birden bire ortaya çıkmışız, kendimizi devletin yerine koymuşuz ve milleti silâhlandırarak mukatcleye sevk etmişiz. İddianamede görünen budur. İddianameye göre; "Devletin meşru güçleri olduğu ve vazifesi başında bulunduğu halde, biz kavgaya dahil olarak anarşinin artmasına vesile olmuş ve üstelik devlet güçlerinin yetersiz ve âciz kaldığını isbat etmek için bizim kavgaya katılmamıza ihtiyaç varmış gibi...

Neydi yani? Devlet güçleri muktedir miydi? Hattâ ortada devlet var mıydı? Var idiyse, o zaman Ordu niçin müdahale etti? Onlar da bekleseydi ve bu muktedir güçlerin komünistlerin ve bölücülerin hakkından nasıl geleceğini seyretseydi...'Böyle yutturmacalara ihtiyaç yoktur. Bahanelere ihtiyaç yoktur. Eğer bir kısım insanlar, bize "suyumuzu bulandırıyorsunuz" diyorlarsa, onu da açıkça söylesinler. Dâva mahiyeti itibariyle siyasî olduğuna, siyasî bir parti, geçmiş siyasî faaliyetlerinden dolayı yargılandığına göre, doğrudan savcılığın iddialarına geçmeden Önce, maksadımızın tam olarak anlaşılabilmesi ifadelerimizin yerini bulması, savcılığın eksik bıraktığı tablonun tamamlanması için bâzı umumî tahlil, tesbit ve değerlendirmelere ihtiyaç vardır. Bu tahlil, tesbit ve değerlendirmeler, bizim hem geçmişteki fikir ve fiillerimizin, hem de buradaki sözlerimizin umumî çerçevesini esas unsurlarını ve kabullerini ifade edecektir. Siyaset bir aksiyondur. İster bu ülkede yapılan iktidar mücadelesi şeklinde olsun, ister milletlerarası ilişkilerde tezahür etsin, siyaset, nihai bir tahlilde aksiyon olarak ortaya çıkar. Bütün aksiyonlar gibi siyasî aksiyon da zaman ve mekân boyutlarında ve insan topluluklarıyla ilgili olarak şekillenir.

Başka bir deyişle siyaset, zaman ve mekânla birlikte vardır. Zamanın ve mekânın değişmesi siyaseti de değiştirir. Siyaset, zaman ve mekândan soyutlanmış metafizik bir spekülâsyon değildir. Bu yüzden de her siyasî düşünce ve aksiyon, zamanın ve mekânın şartlarına tabidir, zamanın ve mekânın imkânlarını değerlendirir, zamanın ve mekânın doğurduğu imkânların peşinden koşar. Böylece zaman ve mekân kavramları siyasetin bir unsuru ve yönlendiricisi haline gelir. Siyasetin zaman boyutu sürekli değişmektedir, bu da siyaseti değiştirmektedir. Dünkü güçler çökebiliyor, dünkü zayıf toplumlar güçlenebiliyor. İstikbal, insanlığa yeni değişmeler, yeni dengeler hazırlıyor. Zaman, yâni tarih sürekli olarak değişmekte, yenilenmektedir. Böyle bir tarih selinde milletlerin hür varlığı hem çağdaş gerçeklerin kavranmasına, hem de müstakbel değişme ve gelişme dinamiklerinin kollanmasına bağlı oluyor. Zaman veya tarih boyutunun sürekli olarak değişmesine rağmen, fizik mekân sabit kalmaktadır. Dünyanın karalan, denizleri, çölleri, buzulları, bozkırları, dağlan, vadileri, hattâ hammadde kaynakları, asırlarca, hattâ binlerce yıl önce nasil idiyse, bugün de öyle olduğunu söyleyebiliriz, çünkü değişme hissedilmeyecek kadar yavaştır.

Demek ki, zamanın değişkenliğine mukabil, coğrafya manâsındaki mekân durgundur. O halde, zaman ve mekân boyutlanna bağlı bir aksiyon olan siyasetin değişmeyen unsuru mekândır, coğrafyadır. Dünya coğrafyasının nisbi sabitliği, bütün siyasetlere ortak ve değişmez temeller ve hedefler vermektedir. İşte jeopolitik dediğimiz ilim bu gerçekten çıkmıştır. Güçlenen ve yayılmak isteyen bir siyaset, kendisine gelişigüzel ve keyfi hedefler seçmez. En kolay ve en faydalı hedefler arasında bir sıralama yapar. Bunu da coğrafyaya göre ayarlar. Jeopolitiğin adı ve klâsik kavramlan kullanılmasa bile dünya siyasetine yönelen bir güç, dünya mekânının, yeni coğrafyanın önceliklerine ve vaadettiği imkânlara göre hedefler seçeceketir.

Roma imparatorluğu Orta Doğu'da ilgisiz kalmamış, Akdeniz'i "Mare Nostrum" (bizim Deniz) haline getirmiştir. Osmanlılar, asıl hedefleri Balkanlar ve Doğu Avrupa olduğu halde, Orta Doğu ve Akdeniz'i ihmâl etmemişlerdir. İbn-i Haldun zamanında Akdeniz'de kurulmuş olan İslâm hakimiyeti, zamanla Türk-İslâm hakimiyeti olmuştur. İngiliz imparatorluğu da, daha geniş bir coğrafyayla iktisadî menfaat ilişkileri kurduğu halde Akdeniz ve Orta Doğu'ya birinci derecede önem vermiştir. Batı'da müttefiklerle, Doğu'da Ruslarla savaşan Naziler, Kuzey Afrika üzerinden Mısır'a yürümüşler, Orta Doğu'ya hakim olmayı plânlamışlar, Akdeniz'de üstünlük kurmak için bir taraftan faşist İtalya'yı desteklerken diğer taraftan Yunanistan'ı işgal etmişler, Girit'te büyük bir hava üssü oluşturmuşlar ve Akdeniz için savaşmışlardır.

' Ruslar ile Berlin'de ve Kore'de karşı karşıya gelen Amerikan ve Batı siyaseti, NATO'yu Akdeniz ülkeleri İtalya ve Yunanistan'a aynı zamanda Orta Doğu ülkesi olan Türkiye'ye kadar uzatmıştır. Önce Bağdat Paktı, sonra CENTO ve bu silsilenin devamı olan SEATO paktlannın asıl amacı, Rus emperyalizminin sıcak denizlere ve dünya coğrafyasının âdeta merkezi olan büyük petrol yataklanna sahip bulunan Orta Doğu'ya açılmak teşebbüslerini önlemekti. Nitekim Yunanistan'da Sovyet destekli iç harp çıkmıştı. Ruslar Türkiye'den toprak ve Boğazlarda üs istiyorlar, Kuzey İran'dan çıkmamaya direniyorlardı. Potsdam Konferansında Stalin ve Molotof açıkça Libya'nın sömürge olarak Rusya'ya verilmesini istiyorlardı.

Görülüyor ki, değişen zaman içerisinde güç merkezleri ve kuvvet dengeleri çok değişmiş ama sabit coğrafyada büyük güç¬lerin ilgi alanlan değişmemiştir. Öyleyse coğrafyanın siyasete yön veren bir özelliği vardır. Başka bir deyişle, zaman ve makân boyutlarında müşahhas bir aksiyon olan siyaset, temel yönlerini coğrafyadan almakta, uzun vadeli palânlamasım coğrafyaya dayandırmaktadır, meşhur jeopolitikçi Obst "jeopolitik, devletin siyasî vicdanı olmak ister" derken bunu kastetmek istemiştir. O halde emperyalizmin temel hedefleri konusunda erkenden bilgi sahibi olmak için, polisiye istihbarata lüzum kalmadan onun coğrafyasına bakmak yeterli olacaktır. Jeopolitik gerçeği, emperyalizm için bir nevi "temel belâ"dır; emperyalizme karşı varlığını ve bağımsızlığını korumak isteyen milletler içinse, jeopolitik bir "erken ikaz sistemi" gibidir. İç ve dış saldırılarla tarihinin en tehlikeli döneminde bulunan Türkiye, daha büyük tehlikeler karşısında erkenden ikaz edilmiş, uyarılmış olmak için dünya jeopolitiğinde kendi yerine bakmalıdır. Jeopolitiğimiz, bize yönelen tehlikeyi erkenden ikaz edebilecek kadar sarihtir!

Jeopolitik, siyasetin yönünü gösterirken, çağdaş şartlar da usûllerini tesbit etmektedir. Nükleer dehşet dengesinin yeni me-todların geliştirilmesine yol açtığı bu çağda emperyalizm, jeopolitik hedeflerine bu yeni metodlarla yönelmektedir, zaten çağımızda en bunalımlı, en karışık iç çatışma ve bölünmelere sürüklenen, pek çok yabancı gücün maskelenmiş olarak cirit attığı ülkeler, yayılma siyasetlerinin jeopolitik hedefi durumunda bulunan ülkelerdir. Orta-Doğu'ya bakmak, bu gerçeği anlamak için kâfidir. Çağımızın şartları bakımından Naziler gibi bir dünya sa¬vaşını göze alamayan Sovyet emperyalizmi, tıpkı Naziler kadar jeopolitik hedeflere yönelmiş, ama genel savaş yoluyla değil, öteki metodlarla bir yayılma siyaseti gütmektedir ve bu si¬yasetin önemli hedeflerinden biri de Türkiye'dir. Stalin'in dışişleri bakanlarından Molotov şöyle konuştu: "Kudret sahibi Sovyetler Birliği'nin denizlerde ve okyanuslarda menfaatleriyle mütenasip ve büyük idealine yakışır bir deniz kuvvetine sahip olması lâzımdır."

Tarihî gerçeklik derecesi ne kadar tartışılırsa tartışılsın, Rus siyasetinin geleneksel özlemlerini yansıtan "Petro'nun vasiyetnamesi "ndeki ruh, Molotov'un bu sözlerine açılma yolundaki ortak ve değişmeyen hedefleri, Rus coğrafyasında teşekkül edecek yayılmacı bir gücün jeo-politikten kaynaklanan bir politikanın ifadesidir. Rejimler değişmiş ama yayılımcı politikanın jeopolitik yollan ve hedefleri değişmemiştir. Molotov, Sovyetler Birliği'nin artık Kuzey'de ve Uzak-Doğu'da deniz mahreçlerine sahip olduğunu, bir de Güney'de deniz mahreci elde etmesi gerektiğini söylemişti. Totaliter bir ülkede hiç kimsenin ve hele bir bakanın şahsî düşüncesi olamayacağı için, Molotov'un sözleri Sovyetler Birliği'nin emperyalist siyasetini yansıtıyordu. Gerçekten de Sovyetlr'in Kuzey'de ve Uzak Doğu'da denizlere açılabilecekleri limanları vardır. Ama bunlar Sovyet emperyalizminin ihtiyaçlarını karşılayacak kadar yeterli değildir. Kuzey limanları uzun süre buzla kaplanmaktadır. Baltık limanlarının Atlas Okyanusu'na çıkış yollan, İsveç, Norveç, Danimarka, Almanya, İngiltere ve Fransa gibi güçlü, sanayileşmiş ve istikrarlı ülkelerin kontrolü altındadır. Norveç, Almanya ve İngiltere'de batı savunma sistemi çok güçlüdür. Fransa nükleer kulüp üyesidir.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 7:50

Ayrıca Atlas Okyanusu'na açılacak Sovyet donanması. Amerikan donanmasıyla karşılaşacaktır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında Almanlann Atlas Okyanusundaki Amerika-Avrupa ulaşımını durdurmaya muvaffak olamadıklannı Ruslar çok iyi bilmektedirler. Demek ki, bu deniz yollan Ruslar için güvenli değildir. Aynca Sovyet ekonomisinin yeni pazar ihtiyaçlan genellikle az gelişmiş ülkelere yöneldiği için, bu yol iktisadî de değildir. Sovyetlerin Doğu'daki limanları daha da elverişsizdir. Sovyet sanayii ve harp gücü Uralların batısında yoğunlaşmıştır. Doğu sahilleri buraya 4-5 bin kilometre uzaktır. Bu muazzam mesafe, kara taşımacılığının yüksek maliyeti sebebiyle bu limanlan iktisadı olmaktan çıkarır. Ayrıca kara taşımacılığı, deniz ulaşımına nazaran daha güvensizdir, kolay sabote edilir, tamiri zaman ve masraf gerektirir. O halde Rusların sahip bulundukları mevcut deniz mahreçleri, onları tatmin edecek iktisadilikten ve güvenilirlikten yoksundur. Niketim Molotov'un bunlara ilâve olarak bir de Güney'den mahreç istemesi sebepsiz değildi. Zaten Ruslann en büyük tersaneleri genellikle Kırım sahillerinde toplanmıştır. Rus uçak gemisi Kiev Doğu'da veya Baltık limanlarında değil, Karadeniz limanlarında inşa edilmiş, Türk boğazlarından Akdeniz'e ve oradan okyanuslara açılmıştır. Bu durum Sovyetlerin büyük bir deniz ticaret ve harp filosu politikası yürüttüklerini ve bunun da Karadeniz'de yoğunlaştığını ve dolayısıyla Sovyet deniz stratejisinin öncelikle güneydeki sıcak denizlere yöneldiğini göstermektedir.

Bu yeni stratejinin mimarı, Sovyet Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Gorckov'dur. Haziran 1971'de Sovyet Savunma Bakanı Grecko, Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Gorckov ve Silâhlı Kuvvetler Siyasi Komiseri General Yepisev, bir kruvazörle Türk boğazlarından geçmişlerdir. Amaçlan, Akdeniz'deki kızıl filoyu ziyaret etmekti. Totaliter rejimlerde üst seviyedeki liderlerin toplu davranışları daima özel mânâlar taşımıştır. Sovyet militarizminin liderlerinin bu geziyi yaptıkları sırada izvestiya gazetesinde fevkalâde ilgi çekici bir makale yayınlanmıştı. Bu makalede Rusluğun "Akdeniz'deki tarihî rolü", tâ onbirinci asırdaki Kiyev prensliğine kadar götürülmüştür. Böylece, sıcak denizler siyesetinin bir Rus millî siyaseti olduğu ifade edilmiştir. Makalenin asıl ilgi çekici tarafı, Orlov komutasındaki Rus donanmasının 1770 tarihinde Çeşme'de Türk donanmasını yakması olayını dile getirmesidir. Makale 1779 yılında Rus donanmasının Akdeniz'de şimdi Yunanistan'a ait bulunan Korfu adasını işgal etmesini hatırlatmıştır. O tarihte Rus donanması Cebelitarık'ı dolaşarak Çeşme'de Türk donanmasını yakmış, Korfu'yu işgal etmişti. Fakat Akdeniz'de Rus donanması misafir gibiydi. Limanları, üsleri yoktu. İzvestiya bu olaylara işaret ettikten sonra şu cümleye yer vermiştir: "Artık bu denizde misafir değiliz. Birçok zaferimiz milletimizin bu denizle olan ilgisini göstermektedir."

Afganistan'ın işgali ile büyük bir staretejik önemi olan Hint Okyanusu'na 700 kilometre yaklaşmış olan Soveyetler, bu okyanusun on bin deniz milli uzaktaki Viladivostok yerine 300 deniz milli uzaktaki Karadeniz'den Türk boğaları yolu ile daha kolayca kontrol edilebileceğini bilmektedirler. Sovyet ekonomisi de artan sanayi üretimine paralel olarak, Asya ve Afrika'nın pazarlarına ve hammadde kaynaklarına daha fazla muhtaç hale gelmektedir. Askeri düşüncelerin yanında bu iktisadi menfaatler de Sovyetleri dünya denizlerine, deniz aşın pazar ve hammadde kaynaklarına yöneltmektedir. Ruslar, denizlerde üstünlük sağlamanın ve hele Akdeniz'e, Basra Körfezi'ne, Hint Okyanusu'na sızmanın Batı'ya öldürücü darbeler indirmek mânâsına geleceğini de iyi biliyorlar. Böyle bir durumda Sovyetler Birliği, kendisini dengeleyen Batı'nın petrol ve öteki maddelerde nefes borusunu kesmiş, Orta-Doğu'yu, Yakın-Doğu'yu, Doğu Afrika'yı, Kuzey Afrika'yı ve Güney Avrupa'yı kontrol imkânını elde etmiş olacağını bilmektedir. Görülüyor ki, Sovyet genel stratejisi başta Türkiye olmak üzere Yunanistan'dan Çin'e kadar olan son derece hassas bir kuşak üzerinde (yoğunlaşmıştır. Bu ülkelerdeki komünist faaliyetler, Sovyet propagandası, yıkıcı savaş uygulamaları böyle bir tabloda özel bir önem kazanmaktadır.

Batılılar bu durumu yavaş yavaş farketmekte, ama bundan çok daha yavaş davranmaktadırlar. Nitekim Nixon'un "Üçüncü Dünya Savaşı Devam Ediyor" adlı son eserinde şu satırları okuyoruz: "Sovyet hakimiyetine karşı olan herkese Sovyetler düşmandır. Sovyet hakimiyetine engel olan her güce Sovyetler düşmandır. Sovyetlerin hedefi dünyayı ele geçirmektir. Yani, nihai hedef Amerika Birleşik Devletleri'dir. ilk hedef, Ortadoğu ülkeleri, bazı Asya, Afrika ve Lâtin Amerika ülkeleridir. İlk hedeften sonraki hedef Avrupa ve Japonya'dır. Ortadoğu ülkeleridir. Ortadoğu ülkelerinin, bâzı Asya ve afrika memleketlerinin ele geçirilmesi Sovyet devletine hammadde kaynaklannı ve dünyanın can damarlarının kontrol konusunda stratejik üstünlük sağlayacaktır. Nixon aynı eserinde. General da Gaulle ve Adenauer'in kendisine Rus tehlikesine dikkat çeken, Sovyetlerin dünyaya hakim olmak istediklerini belirten ikazlarda bulunduklarını yazıyor. Bunları bazı Sovyet taraftarlan "Batı'nın soğuk harbi devam ettirmesi" olarak niteleyebilirler. Halbuki Nixon, yumuşama siyasetinin önde gelen liderlerindendir. De Gaulle ve Adenauer ise ömürleri faşizmle mücadele içinde geçmiş ve çağdaş barışın temeli olan politikaları oluşturmuş devlet adamlarıdır.

Türkiye Karadeniz ve Akdeniz'i birbirine bağlayan yegâne su yolunun sahibidir. Karadeniz ülkeleri ancak Türk boğazlan yoluyla Akdeniz ve dünya denizlerine açılabilirler. Güney Rusya'nın ticari ve iktisadî ihtiyaçlarını sağlayan ulaşımın % 25-40'ının Karadeniz'den deniz ulaşımıyla yapıldığını belirtmek, Türk boğazlarının önemini yeterince ortaya koyacaktır. Rusya'nın iç ulaşımının % 90'a yakın kasmının demiryollarına dayandığı ve bu yolların askerî bakımdan çok hassas olduğu gerçeği karşısında, deniz ulaşımı ve özellikle boğazlardan yapılacak ulaşımın Rusya için taşıdığı önem büyüktür. Sadece deniz ulaşımı bakımından değil, kara ve hava ulaşımı bakımından da Türkiye geniş bir sahayı etkileme imkânına sahiptir. Arap-İsrail savaşları sırasında Sovyetler Mısır'a gönderdikleri malzemeler için kurdukları hava köprüsünü Avusturya-Adriyatik üzerinden gerçekleştirmişlerdir. bunun ne kadar uzak, pahalı ve elverişsiz olduğu açıktır. Türkiye sahip olduğu yeraltı ve yerüstü zenginlikleri bakımından önemli olduğu gibi, kendi topraklarından çıkıp başka ülkeleri sulayıp nehirleri kontrol imkânı yönünden de ilgi çekici bir coğrafyada bulunmaktadır. Coğrafyamız, Balkanlar, Orta-Doğu ve daha geniş bir çerçevede Asya ile Avrupa arasındaki en kısa ve en elverişli kara yolunu teşkil etmektedir. Türkiye'nin jeo-politik durumu, hem siyası hem de askerî bakımdan Balkanlar, Ortadoğu, Akdeniz ve Karadeniz ülkeleri için son derece önemlidir.

Böylece Türkiye; 9'lar Avrupa'sı Rusya, Ortadoğu, Kuzey Afrika'nın güvenliği ve ekonomik ulaşımı bakımından fevkalâde önemli bir coğrafya olarak karşımıza çıkmaktadır. Anadolu'nun tarihine baktığımız zaman da bu coğrafyanın belirttiğimiz çevre ile yakın bir karşılıklı tesir münasebetinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Türkiye, Balkanlar ve Ortadoğu'yu etkilediği gibi, Balkanlar'dan ve Ortadoğu'dan da etkilemiştir. Türkiye uzun süre Rus ve Avrupa dengelerine dayanmıştır. Ortadoğu gelişmeleri daima Türkiye'yi etkilemiştir. Türkiye hem Asya ülkesi, hem Ortadoğu ülkesi, hem Avrupa ve Balkan ülkesi ve hem de Akdeniz ülkesidir. Türkiye dinî bağlarıyla olduğu gibi, jeopolitik konumuyla da bir İslâm ülkesidir; Türkiye'deki veya Türkiye ile ilgili her gelişme İslâm dünyasını etkilemiş, İslâm dünyasındaki gelişmelerden etkilenmiştir. Demek ki Türkiye çok geniş bir etki-tepki ağının merkezinde bulunmaktadır.

Böyle bir ülkeye, Rus coğrafyasına hakim olan bir gücün alâka göstermemesi mümkün değildir. Hele bu güç sıcak denizlere inmek, Ortadoğu'ya ve Afrika'ya açılmak hesaplarını güdüyorsa, mutlaka bir "Türkiye Politikası" oluşturacaktır. Zaman içinde bu politika değişikler göstermiş ama özü ve temel hedefleri bakımından fazla değişmeyen coğrafya tarafından özünde ve temel hedeflerinde sabit tutulmuştur. Rusya'nın "Düvel-i Muazzama" (Büyük Devletler) arasına girdiği günden beri bir Türk-Rus münasebetleri meselesi vardır. Osmanlılar Rus baskısına karşı daima Avrupa ittifakını aramışlardır. Hatta bu yolda, Namık Kemal ve Ziya Paşa'nın da belirttiği gibi Avrupa'ya çok aşırı tavizler verecek kadar da telaş ve istical göstermek durumunda kalmışlardır. Osmanlı diplomatları Türk dış siyasetini bir pergele benzetmişlerdir. Bu pergelin sabit ayağı Rusya'dır, öteki ayağı Avrupa'da müttefik aramaktadır. Cumhuriyet devrinde takip edilen dış politika ve özellikle NATO üyeliğimiz hem jeopolitiğin, hem de tarihî bir geleneğin sonucudur. Bugün Türkiye'nin NATO üyeliğine ve Batı işbirliğine devam etmesinin önemli sebebi, yine Sovyet potansiyelinin doğurduğu rahatsızlıktır.







Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 7:51

Dünya politikasını sadece niyetler yönlendirmiyor, hele bizim iyi niyetlerimiz hiç kâfi gelmiyor. Gerçekleri görmek, gerçekçi dengeler kurmak ve gerçekçi tedbirler almak zorundayız. Bu durum bizi Sovyet potansiyeli, Sovyet siyaset ve stratejisi konusunda haklı bir ihtiyatlılığa davet etmektedir..ikinci dünya Savaşından sonra Stalin'in dışişleri bakanı Türkiye ile dostluk anlaşmasını feshettiği zaman Türk dışişleri Bakanı Saraçoğlu'na, "Rusya bu anlaşmayı imzalarken zayıftı" diye konuşmuştur. Bu, Sovyet siyasetinin fırsatçı özelliğini gösterir. Molotof un sözlerine benzer bir konuşmayı da Çarlık Rusyası Başbakanı Garcakov yapmıştı: "Rus hükümetinin görüşüne göre, boğazlar meselesinin millî menfaatlerimize uygun bir hal tarzına bağlanması için Osmanlı İmparatorluğunu zayıflatmak lâzımdır." Bugün de Sovyetler Birliği, Türk Millî Savunmasını güçlendirici gelişmelerden rahatsız olmaktadır. Meselâ, silâh ambargosu gibi anormal bir duruma son verilerek normal durumun avdet etmesine, imzaladığımız savunma anlaşmalarına karşı çıkmakta, Türkiye sosyalizme ve bağlantısızlığa kaymazsa tetöriin durmayacağı görüşünü el altından tehdit üslûbu ile yaymaya gayret etmektedir.

Umumî mânâda şiddet olayları her çağda görülmüştür. Bundan dolayı da bâzı tarih felsefecileri şiddete dayanan görüşler ileri sürmüşlerdir. Fakat çağımızdaki şiddet olaylarının özelliği vardır. Çağımızdaki şiddet olayları, dünkü veya bugünkü nizami harplerden de farklıdır. Nizami savaşlarda birbirini tanıyan, birbirinin karşılıklı öldürme kararlarına vakıf taraflar vardır. Tarafların "savaş" çerçevesinde ve sahasında karşılıklı şiddet uygulamaları kabul edilmiştir. Yine de insanî düşüncelerle, savaşta uygulanan şiddet bile sınırlandırılmış, bir kısım insanî tehditler getirilmiştir. Halbuki çağımızın bariz özelliklerinden biri olan şiddet hadiselerinde düşman genellikle belirsizdir. Nerede kime, veya hangi müesseseye karşı ne yapacağı belli değildir. Böylece devlet ve toplum dehşete düşürülmek, paniğe sürüklenmek istenir. Bu şiddet olaylarının asıl amacı, bir meydan muharebesi vermek değil, devleti ve toplumu yıpratmaktır, yıkmaktır. Bu eylemlere askerî literatürde "gayr-ı nizami harp' veya "yeraltı savaşı" (subversiv savaş) denilmesi bundandır. Gayrıınizami harp devlet nizamına düşman olmaktan başka hiçbir insanî ve ahlâki sınır da tanımaz. Meselâ, babanın gözlerinin önünde çocuklarını kurşuna dizer, bir aileyi bütün fertleriyle ortadan kaldırır, işkence yapar. Nerede, kimi tarafından ve hangi hedeflere karşı ne yapılacağı belli olmadığı için, bu tür eylemler devletin sayı ve silâh üstünlüğüne sahip meşru kuvvetlerini uzun süre meşgul eder, yapratır, hattâ yakın geçmişte örnekleri görüldüğü gibi çökertir bile...

Gerilla savaşı da denilen bu şiddet uygulamasını metod olarak devlete düşman azınlıklar tercih etmektedir. Böylece az kuvvetle devlete ve topluma büyük çapta zayiat verdirmek, huzursuzluk yaratmak mümkün olur ve netice itibariyle meşru nizamın, meşru rejimin, kısacası devletin çökertilmesi amaçlanır. Bu şiddet metodu devleti ve toplumu son derece rahatsız ettiği ve yıprattığı için, dış düşmanlar tarafından da siyasî, diplomatik veya askerî bir mesele çıkarılmadan uygulanmaktadır. Nitekim Küba, son derece önemli olan jeo-politik konumuyla Sovyet siyaseti güttüğü halde; Rusya ile Amerika arasında siyasî veya askerî bir problem çıkarmadan gerilla metodlanyla komünistleştirilmiştir. Amerika ile Rusya arasındaki Küba problemi Castro'nun tedhiş metodlarından değil, iktidarı ele geçirdikten sonra takip ettiği siyasetten kaynaklanmıştır. Öyleyse çağdaş insanlık, tarihten tecrübe sahibi olmadığı yeni bir mücadele veya saldırı metodu ile karşı karşıyadır. Çağımızın kaygı verici özelliklerinden biri budur.

Radyo-televizyondan, basından, ajanslardan bu tür şiddet olaylarını takip edenler, hadiseleri dünya coğrafyasına yerleştirirlerse, ilgi çekici bir manzarayla karşılaşacaklardır: Gerilla taktikleriyle ve teşkilatlarıyla yürütülen şiddet olayları, çoğunlukla az gelişmiş ülkelerde görülmektedir. Gerçi Avrupa, kısmen Japonya ve kısmen de Amerika gibi gelişmiş ülkelerde de şiddet olayları görülmektedir. Ama bu ülkelerde şiddet olayları hem fazla yaygın değildir, hem de toplum ve devlet nizamı için henüz ciddi bir tehdit oluşturacak boyutlara ulaşmamıştır, cılızdır. Ama yakın geçmişiyle, bugünüyle, Lâtin Amerika, Yunanistan, Türkiye, Orta-Doğu, yakın-Doğu, Güneydoğu Asya ve Afrika'da yaygın gerilla faaliyetleri, organize terör hadiseleri

Çağımızdaki nükleer denge, ideolojinin ve gayn nizam harbin önemini artıran diğer bir gerçektir. Çağımızı, ümitleriyle ve korkularıyla birlikte kavramak değerlendirmek isteyenler, "nükleer denge" gerçeğini gözder uzak tutamazlar. Zira nükleer silâhlar çağımızın esiridir. İnsanoğlu bu eseri meydana getirmekle kalmamış, kendi eserinin ekonomik, siyasî askerî, hattâ psikolojik olarak tesirine girmiştir. Gerçekten de, İkinci Dünya Savaşından sonra dünya siyasetine yön veren temel vasıta, kullanılmadıkları halde, nükleer silâhlardır. Japonya İkinci Dünya Savaşı'nın "çetin cevizlerinden biriydi. Yüzlerce yıllık Japon gelenekleriyle takviye edilmiş bir endüstriyel ve askerî disiplin altında kabına sığmayan Japon dinamizmi, Pasifik'te adeta rakipsiz bir güç teşkil ediyordu. Bu güç. Doğu Asya'nın bir kısmından başka, Filipinler'i ve kısmen de Endonezya adalarını istilâ etmiş, böylece dünya dengesini tehlikeli surette değiştirerek, bölgedeki Batı ve özellikle Amerikan menfaatlerini ciddi surette sarsmıştı. Pearl Harbour baskını, Amerika ile Japonya'ya savaş haline getirmiştir. Batı cephesinde İngiltere'yi ayakta tutar, Rusya'yı etkili şekilde destekleyen ve nihayet Nazi imparatorluğunu yere seren Amerikan gücü, Japonya karşısında aynı sürat ve müessiriyetle netice alamamış, nihayet Japonya'yı teslime zorlamak için Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine iki atom bombası atmıştır.

Bugün "taktik nükleer silâh" durumuna düşmüş olan bu iki tonluk bombolar, Japonya'ya kayıtsız şartsız teslimiyeti kabul ettirmiş ve savaşa son vermiştir. Şunu önemle belirtmek gerekir ki, bu derece etkili olan atom bombası, günümüzde son derecede geliştirilmiş, hidrojen bombaları yapılmıştır. Artık nükleer silâhların gücü kilotonla değil, megatonla ölçülmektedir. 20 kilotonluk iki bomba İkinci Dünya Savaşı'nın kaderini tayin etmişti. Şimdi kıtalararası füzelerle arzın her noktasına tam bir isabetle ulaştırabilecek olan megatonluk termonükleer silâhlar insanlığın kaderini etkilemektedir. Daha 1958 yılında, ABD Askerî Araştırma-Geliştirme Dairesi Başkanı Orgenelar James Gavin, Amerikan Senatosu'nun bir araştırma komisyonunda şu bilgiyi vermişti:

Şimdiki hesaplara bakılırsa, rüzgârın esiş yönüne göre, iki taraftan (yani ABD ve SSCB'den) biri bir kaç yüz milyon ölü verecektir. Rüzgâr Güney-Doğu istikametinden esiyorsa, nükleer serpintinin öldürücü etkisi Japonya'ya, belki Filipinler'e kadar uzanabilmekle beraber, ölenlerin çoğu Rusya'da olacaktır. Ters yönden esiyorsa Batı Avrupa'nın oldukça geniş bir alanını kaplayacaktır." Görülüyor ki, 1958 verilerine göre nükleer harp hem Amerika, hem Rusya için felâkettir. Nükleer bombardımandan sonra meydana gelen zehirli nükleer serpintinin rüzgâra göre yayılması, bu silâhların etkisini kontrol etme imkânsızlığını ortaya koymaktadır. Bu, hiç bir gaye ve menfaat uğruna göze alınamayacak bir felâket, iki taraflı bir intihardır. Orgeneral Gavin'in bu sözleri, 22 sene önceki bir gerçeği dile getirmekte, o günkü verilere dayanmaktadır. Halbuki aradan geçen 22 sene zarfında nükleer teknoloji ve fırlatma-ulaştırma araçları korkunç derecede gelişmiştir. Nükleer silâhlarla beraber füzeler, tahrip gücü, güdüm ve isabet yönünden fevkalâde gelişmeler kaydettiği gibi, nükleer silâh stokları da son derecede kabarmıştır. Japonya'yı kayıtsız-şartsız teslim alan silâhlar adeta "demode" olduğu gibi. General Gavin'in 1950'de açıkladığı korkunç tahrip gücü de çok gerilerde kalmıştır.









Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 7:52

Bugün herkesin kabul ettiği veya kabul etmek zorunda kaldığı gerçek şudur: Bir nükleer savaş, bütün medeniyeti, insanlığın bütün birikimlerini ve insan soyunu silip süpürecektir. Ancak balta girmemiş ormanlarda, dağ kovuklarında, ıssız vadilerde tarihe tekrar mağara ve tekrar taş devrinden başlayacak olan bir avuş insan kalabilir... Zehirlenmiş bir atmosfer, ölmüş bir tabiat, yok edilmiş binlerce yıllık bilgi ve tecrübe birikimi, nükleer radyasyonla kirlenmiş denizler..! Böyle bir dünyada hiçbirmilletin ve ferdin menfaati yoktur. Böyle bir dünyada hiçbir bayrağın dalgalanmasında mânâ yoktur. Ve varacağı yer böylesine ölü bir dünya olan nükleer savaş yoluna hiç kimse başvuramaz. Böyle bir yola başvurmak için ya çılgın olmak, yahut " dünya hepimiz için değilse, hiçbirimiz için" diye tarif edilebilecek bir dehşet ortamına sürüklemiş bulunmak lâzımdır. Bugün bütün devletler ve milletler böyle bir akıbetten sakınmaya çalışıyorlar. Nükleer silâhların meydana getirdiği bu dehşet dengesi, süper devletleri bile nükleer savaşla sonuçlanacak teşebbüslerden caydırmakta, en azından yolun yarısmdayken döndürmektedir, ihtilâflar bu sınıra yaklaştığı zaman dondurulmakta veya başka yerlerden verilen tavizlerle statüko yeniden dengelenmektedir.

Keşke bu dehşet verici durum, milletler arasında gerçek ve güvenilir bir barışa sebep olsaydı, keşke milletler tehditlerden uzak, yarınlarına güvenebilir bir aydınlık ortama kavuşabilselerdi. Nükleer dehşet dengesinin caydırıcılığı bir gerçek olduğu gibi, dünyada petrolün gittikçe önem kazandığı da bir gerçektir. Ham maddelere olan ihtiyacın arttığı, yeni pazar arayışlarının yoğunlaştığı, dünya denizlerindeki meydan okumanın gittikçe daha yüksek sesli hale geldiği de bir gerçektir. Dehşet dengesinin caydırıcılığına rağmen, halâ sınırların değiştiği, ülkelerin işgal edildiği ve bilhassa az gelişmiş ülkeler için halâ hayati önemini koruyan bölgesel savaşların sürüp gittiği de bir gerçektir. Bunlar kadar önemli olan bir husus da, devletlerin yahut milletlerin iktisadî ve askerî sahada olduğu kadar, prestij konusunda da gittikçe yoğunlaşan bir rekabet ve meydan okuma yolunda devam ettikleridir. Tarihî ve siyasî şartlar çağlara göre değişiyor, ama tarihin temel dinamiklerinde." biri olan milletlerarası rekabet azalmıyor, aksine tarih ilerledikçe artıyor. Tarihte maddi faktörler kadar psikolojik faktörlerin de önemli olduğunu bilenler için, çağımızda gittikçe artan prestij savaşının ifade ettiği kaygılı mânâ küçümsenemez.

O halde şöyle bir çağ tablosuyla karşı karşıyayız. Nükleer dehşet genel savaşın yollarını tıkıyor ama milletlerarası dengesizliklerden doğan rekabet ve mücadele hızlanarak, yoğunlaşarak devam ediyor. Öyleyse, kapalı olan genel savaş yolundan başka yollar aranacaktır. Emperyalizm, bir nükleer savaşla kendini de öldürmeksizin, başka yollarla yayılma, sömürme ve prestij kazanma şıkkını tercih edecektir. İşte çağımızdaki ideoloji mücadeleleri, gayn-nizamî harp usûlleri, kültür sızmaları, iktisaden bağımsızlaştırma usûlleri buradan kaynaklanıyor. Meseleye ve bu arada Türkiye'deki şiddet olaylarına, ekonomik, sosyal ve kültürel faktörlerle birlikte bu açıdan bakmadıkça, onu basit asayiş olayları veya sağ-sol çatışması zannetmek gafletine düşülecektir. Hayır, Türkiye emperyalizmin "dolaylı-strateji" saldırılan, bir tehdit altındadır. Küba, diktatör Batista'ya karşı verilen gerilla savaşının sonunda komünist rejim tarafından yönetilen ve esasen Sovyetlere bağımlı bir ülke haline gelmiştir. Bugün Küba tamamen Sovyet kontrolü altındadır. Küba ekonomisi bütünüyle Sovyet ekonomisi ile entegre olacak, yani onun bir şubesi olacak şekilde yönlendirilmiştir. Bugün Küba Sovyetler Birliği'ne öylesine bağımlıdır ki, bir geçiş döneminin ağır ekonomik sıkıntılarını göze almadıkça Rusya'dan kopamaz. Küba'nın Sovyetlere bağımlılığı Rusya nam ve hesabına Afrika'ya asker göndermeye, oradan Rusya hesabına yıkıcı askerî faaliyetlerde bulunmaya kadar varmıştır. Küba, Afrika'da ve bağlantısızlar bloku toplantılarında Rusya'nın vekili olarak hareket etmektedir. Zaten askeri literatürdeki "vekâleten harp" mefhumu, çağımızdaki bu tür olaylardan çıkmıştır.

Sovyetler Birliği Küba'yı böylesine bağımlı, yani peyk haline getirmek için ideoloji ve içharp yolunu değil de, direkt işgal yolunu deneseydi asla muvaffak olamazdı. Evvelâ Küba halkı bu yabancı müstevliye karşı direnirdi. Halbuki Castro'nun diktatör Batista'ya karşı yürüttüğü gerilla savaşı, arkasında Ruslar bulunmasına rağmen, bir iç mücadele, hattâ diktatörlüğe karşı bir "özgürlük" ve giderek sosyalizm mücadelesi gibi görülmüş, halkın direnciyle karşılaşmak yerine bu maskeler kullanılarak nisbî desteği kazanılmıştır. Türkiye'de halâ birçok kimse terörün arkasındaki Sovyet emperyalizmini ve diğer yabancı kaynakları görmüyor. Sovyetler Küba'yı peykleştirmek için doğrudan istilâ yoluna gitselerdi, karşılaşacakları ikinci engel Amerika Birleşik Devletleri olurdu. Ve Rusya ile Amerika arasında Küba yüzünden başlayacak bir çekişme, nükleer savaşa kadar tırmanırdı. Ruslar Küba'yı işgal ederek bu riskle karşılaşmak yerine Castro liderliğindeki komünist içharbi kullanarak, yani Küba'da "vekâleten harp" metodunu uygulayarak kendileri hiçbir zayiata uğramadan, hiçbir tehlikeye atılmadan Küba'yı ele geçirmişlerdir. Komünist Küba, Rusya adına Afrika'da vekâleten harp yürütmekle, bağlantısızlar arasında Rusya'nın sözcülüğünü yapmakla kalmamakta, Lâtin Amerika'daki komünist gerilla faaliyetlerini de desteklemektedir. Demek ki Ruslar, nükleer bir riskle karşılaşmadan önemli bir mevzi ele geçirmişlerdir.
Brezilya'daki benzer bir teşebbüs başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Mart 1971'de Meksika hükümeti, ülkede komünist birdarbe hazırladıklarının tesbit edilmiş olması gerekçesi ile, Sovyet diplomatları Dimitri Diyakanov, Boris Kolomjakov, Oleg Neciporemko, Boris Woskoboinikov ve Aleksandr Bolşakov'u sınır dışı etmiştir. Bu olay Sovyet emperyalizminin, nükleer savaşa yol açmayacak yeni usullerle ülkeleri ele geçirmeye ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Böyle bir durumda Türkiye'de TASS muhabirinin, "çok kan akacak ama Türkiye er veya geç komünist olacaktır" şeklindeki sözleri önem kazanmaktadır. Ve Marksizm-Leninizm'in Rus liderlerine hayranlığın, nihayet "Yaşasın Rusya" sloganının önemi ortaya çıkmaktadır. Afganistan her ne kadar Kızıl Ordu tarafından işgal edilmişse de, esasen içten ele geçirilmiştir. Afganistan, Sovyetlerle içli dışlı olmanın neticesini de gösteren tipik bir örnektir. Ruslar çok uzun zamandan beri Afganistan'a ilgi göstermemektedirler. Nadir Şah'ın son yıllarında ve özellikle Davut Han zamanında Afgan-Sovyet münasebetleri son derece gelişmiştir. Afganistan ciddi bir dış tehdide maruz bulunmadığı halde, Sovyetler bilhassa Afgan subayları Rusya'da eğitim görmüş., birçok Rus subayı ve askerî teknisyeni Afganistan'a gelmiştir. Afganistan hiçbir tehdide mâruz bulunmadığına göre, Rus yardımı eğer samimi olsaydı Afgan Silâhlı Kuvvetlerine değil, ekonomisine yönelirdi. Sosyal gelişme bakımından halâ çok gerilerde bulunan, halâ kabileler toplumu vaziyetini muhafaza eden Afganistan'da netice alıcı tek güç ordu idi.

Sosyal gelişme ve değişmenin zayıflığı çoğulcu toplumun öteki sosyal güçlerinin oluşmasına meydan vermemişti. Ruslar bunu bildikleri için öncelikle Afgan Ordusunu ele geçirmeye yönelmişlerdir. Komünistleştirdikleri ve kendilerine bağladıkları subayları kilit mevkilere tayin ettirmişlerdir. Kızıl Ordu'nun muhtemel bir harekâtını kolaylaştırmak için de, Afgan ihtiyaçlarının çok üstünde kapasiteye sahip beton yollar ve askerî harekâta müsait hava meydanları yapmışlardır. Önce Tarakî arkasından Emin dönemlerinde Ruslar Afganistan'a daha fazla sızmışlar, daha sıkıfıkı "dost" olmuşlardır. Tarakî ve Emin'i kullandıktan sonra Ruslar, kukla Babrak Karmal'a, önceden eğiterek şartlandırdıkları subaylar vasıtasıyla darbe yaptırmışlar ve Kızıl Ordu'ya davetiye çıkarttırmışlardır. Ruslar'ın yaptığı beton yollar, hava meydanları, ağır nakliye uçakları ve zırhlı araçların askerî harekâtı için kullanılmıştır. Ve bugün Afganistan'da Sovyet kuklası rejim Kızıl Ordu tarafından ayakta tutulmakta, Afgan mücahitlerinin Kızıl Ordu ile beraber Afgan komünistleri kurşunlamaktadırlar.

Ruslar Afganistan'a bir iç darbe hazırlayıp kendilerine davetiye çıkarttırmak yerine, cepheden taarruza geçerek istilâya kalksalardı bu neticeyi alamazlardı. Zira istilâya karşı direnecek bir Afgan hükümeti mevcut bulunurdu. Ve o da Ruslar'a karşı milletlerarası yardım isterdi. Böylece mesele sür'atle devlerin çatışması haline gelebilirdi. Sovyetler, sonu nükleer savaş olabilecek böyle bir istilâyı göze alamazlardı. Onun yerine komünizmin marksizm-leninizm modelini kullanarak içerden uçaklar bulmuşlar ve kendilerini davet ettirmişlerdir. Sovyetler nükleer bir savaşla değil, ciddi bir mukavemetle bile karşılaşmadan Afganistan'ı yutmuşlar, Hint Okyanusu'na 700 ki¬lometre kadar yaklaşmışlardır. Şimdi Afgan dağlarında islâm mücahitleri maalesef ciddi bir milletlerarası desteğe de sahip olmaksızın kurtuluş mücadelesi veriyorlar. Görülüyor ki, çağımızda nükleer dehşet genel savaşa yol açabilecek davranışları birhayli sınırlandırmıştır. Ama ülkeleri ele geçirebilmek için başka yollar açmıştır. Ülkeler bu şekilde içten ele geçirilmektedir ve bir ülke bu usûllerle istilâ edildikten sonra yeni müstevliye dünyanm büyük tepki göstermesi mümkün olamamaktadır: Nükleer dehşetten çekinme sırası, müstevliye tepki göstermesi gereken dünyaya gelmektedir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 7:52

Bu yeni usûllerin başında bir devletin resmi ideolojisine öteki ülkelerden fanatik taraftarlar bulmak ve onları kullanmak gelmektedir. Ülke içinde, oranın sosyal yapışma göre cuntalar, tedhiş örgütleri, hattâ siyasî partiler ve giderek iç harp kuvvetleri oluşturmak, çağımızda emperyalizmin temel metodlarıdır. Ruslar, Sovyet rejimi döneminde Çarlık hudutlarının dışına taşarken, başka ülkeleri Yeni-sömürgeleştirirken daima bu usûlleri kullanmışlardır. Şimdi, Ruslar bu usûllerle stratejik-jeopolitik hedeflerini zorlamaktadırlar. Bu hedef, başta Türkiye olmak üzere Balkanlardan Çin sınırına kadar olan bölgedir. Türkiye coğrafyasının belirttiğimiz önemi ve çağdaş yayılma usulleri dikkate alındığında, Türkiye'deki terörle emperyalizmin ilgisizliğini düşünmek gafletten de öteye, hamakattır, kötü niyettir. Bu çapta "cazip" bir jeopolitiğe ve ciddi tehditlere manız bulunan Türkiye acaba ne haldedir? Ülkemizde terörün dışarıdan kışkırtıldığı, sıradan bir cinayet salgını değil, gayrı-nizami harp usulleriyle yürütülen bir savaş olduğu kesin bir gerçektir. Türkiye'nin bir numaralı meselesi terördür. Çünkü terör, tek başına bir vakıa değil, pek çok bunalımın ve tehdidin eseri olarak ortaya çıkmış karmaşık (kompleks) bir meseledir! Basit bir cinayet salgını değildir. Ülkemizin jeopolitik önemine göre dışarıdan kışkırtılıp desteklenen terör, yurt içinde de kendine uygun hatta verimli sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasî şartlar bulmuştur.

Türk toplumu âdeta bir sosyal ve kültürel kaynama halindedir. Hızlı ve sağlıksız şehirleşme, geleneksel kültürle yeni kültür arasındaki uyumsuzluk, sosyal adaletsizliğin doğurduğu huzursuzluk üst üste gelmiştir. Tarihimizde hiç bir nesil bu kadar çelişik sosyal ve kültürel değerlerle karşılaşmamış, bu kadar ağır ve iç tepkisi doğuran sosyal şartlar yaşamamıştır. Gecekondu, Türk toplumunun bunalımım adeta bir prototip halinde temsil etmektedir. Sanayileşme ve sosyal teşkilâtlanma cılız olduğu için, gecekondu insanı güvenli ve istikrarlı işlerden yoksundur. "Marjinal işler" denilen günlük geçim çabasıyla debelenmektedir. Köyden gelen insan, tanımadığı şehre göçerken, daha önce göçmüş bulunan dayanışma gruplarının semtlerini tercih etmektedir. Böylece alevi mahalleleri, sünni mahalleleri, hemşehri bölgeleri, bölgesel yerleşmeler teşekkül etmektedir. Türkiye'deki hızlı hareketlilik, yani nüfusumuzun yeniden yerleşimi, böylece alt kültür gruplarını adeta yeniden kabileleştirmektedir. Bu durum Türkiye'yi bölmek ve kardeş savaşına sürüklemek isteyenler bakımından gayet verimli, millî birliğimiz bakımından da son derece endişe verici ciddi bir meseledir. Nitekim mezhep ve bölücülükten doğan kitlevi gerginlikler köylerimizde yoktur. Köylerimiz geleneksel değerler içinde, dayanışma veya az temas halinde belli bir sükûnete sahiptir. Şehirlerimizin gelişmiş bölge ve semtleri de başka sebeplerle sakindir: İlişkiler ferdileşmiş ve formelleşmiştir.

Ama hızlı iç-göç olan yerlerde belirttiğimiz yeniden yerleşim düzeni içinde geleneksel farklılıklar etrafında menfi bir dayanışma ve kimlik şuuru beliriyor. Aynı milletin çocukları olma, ortak kadere sahip bulunma, aynı dine inanma gibi toplumumuzun genel değerleririn ve kültüründen ayrı, bir nevi farklılık şuuru ve alt-kültürler oluşuyor. İlişkiler devlet ve toplum tarafından alt kültürlerin kaynaşıp, millî değerlerle bütünleşmesi istikametinde yönlendirilmediği için, kontakt'lara çatışmalara uygun bir zemin hazırlıyor. İşte böylesine bir ortamda mezhep ve bölge bölücülüğü kışkırtmaları yapılmaktadır. Böyle bir ortamda milletimizin tümüne şamil kültür değerleri ve semboller küçümsenirken veya unutturulmaya çalışılırken, çeşitli alt-kültürlere ait değer ve kültürler etrafında bir bölünme şuuru oluşturulmaya gayret ediliyor. CHP'li ve Bakanlık yapmış bir milletvekilinin en ufak vicdan azabı duymadan, Meclis kürsüsünden Kerbelâ faciasını, Nesîmi'nin ve Pîr Sultan'ın acıklı sonlarını kışkırtıcı ve alt-kültür şuurunu yozlaştuıcı bir şekilde sergilemesi çok vahim ve sorumsuz bir hâdiseydi. Bu, alt-kültür gruplarında millet olma şuuru yerine alt-kültür şuuru oluşturma çabasının çirkin ve tehlikeli bir örneği idi.

Yıllardan beri yürütülen kültür, eğitim, kalkınma, şehirleşme iskân siyasetleri, daha doğrusu siyasetsizlikleri Türkiye'yi bugün çok ciddi ve tehlikeli bir sosyal-yapı dengesizliğine ve alt-kültürler çatışmasına sürüklemiştir. Biz terör meselesinin de, öteki büyük meselelerin de sadece zabıta kafasıyla ve klâsik politika anlayışıyla halledilemeyeceğini, milliyetçi, ülkücü, ahlâkçı, ilimci, toplumcu, hülâsa "9 ışık"çı bir genel politikanın gerekli olduğunu savunurken bu çok yönlü gerçekleri dikkate alıyorduk. Türkiye'de tabanda gerginliği artıran diğer bir faktör de doğrudan doğruya sosyal adaletsizliktir. Bu meseleye birçok basın toplantılanmızda, makale ve eserlerimizde etraflıca temas edilmiş, meselenin vehameti belirtilmiştir. Burada şu kadarını belirtmekle iktifa edelim ki, sanayileşme ilk dönemde sosyal adaletsizliği artırmaktadır. Ferdin dinamizmini temel hak ve hürriyetlerini korumak ve geliştirmek kaydıyla, toplumcu bir iktisat siyaseti uygulamak uygun bir endüstriyel mülkiyet nizamı oluşturulmalı, çağımızın ilgi çekici olan kâra ve yönetime katılma politikaları geliştirilmelidir. Toplumda zayıf durumda bulunan kesimler, kurtuluş ümitlerini millî politikalara bağlıyabilmelidirler. Aksi halde düşman propagandası bu problemleri malzeme olarak kullanacaktır. Nitekim pek çok Türk genci sadece sosyal adalet gibi insanî bir problemden yola çıkarak bu propagandaların etkisi ile sonunda marksist militan olmuşlardır.

MHP'nin teröre karşı devleti güçlendirmek için Meclis'teki faaliyetleri malûmdur. Bunların yanında hem teröre karşı, hemde ülkemizin genel kurtuluşu amacıyla biz doktrin hareketi olarak varlığımız ve giderek vatandaşımızın daha çok ilgisini ve sevgisini kazanmamız, bu meseleleri kamçılayan doktrin ve programımızın tabii bir neticesidir. MHP'ye marksist ve bölücü çevrelerden tevcih edilen düşmanlığın asıl sebebi, sosyal ve kültürel geçiş bakımından uygun bir av saydıkları Türkiye'yi bu¬nalımdan çıkarabilecek bir doktrine sahip olması ve Türk gençliğini marksizmden milliyetçiliğe yöneltmesidir. Toplumumuzda MHP gibi sosyal, kültürel ve ekonomik doktrin hareketi olmasaydı, komünizm şimdiye kadar çoktan dengeyi bozmuş, Türkiye'yi iç harbin cehennemi vasatına atmış olurdu. Bize düşman olmalarının sebebi, bunu anlamış bulunmalarıdır. Terörün doğup gelişmesinde bu şartların büyük rolü olmuştur. Bu şartlardan etkilenen, bu şartlara karşı şiddetle tepki gösteren insanlarımızın bir kısım marksizmle şartlandırılarak örgütlendirilmişler, silahlandırılmışlardır. Onlar, devleti yıkmayı, toplumu taciz etmeyi, sürekli cinayetleri böyle bir "inanç"la yapıyorlar. Meselenin özü budur; eğitimle, telkin ve ikna ile, daha üstün ve daha gerçekçi yeni inançlarla bu inanç-laşmış olan azgınlığı tedavi etmek ve kabul etmeyenleri devletin adaletine terk etmek... Böylece, yeni kurbanların meydana gelmesi de önlenmiş olur.

Bu inanç, onun sömürü vasıtaları ortadan kaldırılarak değiştirilebilir, bu da Türkiye'nin tarım toplumundan sanayi toplumuna geçerken karşılaştığı sosyal, kültürel, ekonomik, sosyal-psikolojik problemlerin halli yolunda sürekli yenilenen görüşlerin varlığına ve toplumdaki güçlenmesine bağlıdır. Kurtuluş yolu arayan insanlann bulmaya mecbur oldukları ümit, düşmanın olta ucuna taktığı yemlere kaptırılmadan, Türk milliyetçiliğinin gerçekten kurtarıcı muhtevasında toplanmalıdır. Türkiye bunu başaramazsa, emperyalizm, Lenin tarafından gerçekleştirilen ve geçiş toplumlarının bu tür bunalımlarını iç savaşa dönüştürmeyi amaçlayan teori ve stratejilerle Türkiye'yi hedef ilân etmiştir: Zayıf halka! Sovyet güdümlü THP'nin Londra kanadınca yayınlanan ve baştarafından Sovyetler Birliği'ne sadakat yemini yapılan "Emperyalizmin Zayıf Halkası: Türkiye" adlı kitapta, Türkiye gibi orta derecede gelişmiş yâni geçiş halindeki toplumların öncelikle zayıf halka durumunda bulundukları ve bu ülkelerin içeriden komünist ihtilâlle ele geçirileceği belirtilmektedir. Afganistan gibi gelişmemiş ülkeler ise, böyle bir gerginliğe sahne olmadıkları için, "Dünya sosyalist sisteminin" yani Sovyetler Birliği'nin gücüne dayanılarak sosyalist kampa alınmak istenmektedir. Nitekim Afganistan'da ufak bir cuntanın Kızıl Ordu'yu çağırması kâfi gelmiştir. Halbuki Küba, yukarıda belirtildiği gibi, Kızıl Ordu'nun fiili müdahalesi olmadan uzun bir iç savaşla, yâni gayri nizami harp usûlleri ile komünizmin kucağına düşürülmüş, ve peyk durumuna getirilmiştir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 7:53

O halde Türkiye ve Türkiye gibi geçiş toplumları için Sovyet komünizminin düşündüğü ve uyguladığı metod, bu ülkeleri sınıf ayrılıklarını, bölge, mezhep ve lehçe farklılıklarını kışkırtarak iç savaş yoluyla, gayrinizamî harp usulleriyle ele geçirmekten ibarettir. Bu strateji, dünyanın genel dengesine ve çağımızda nükleer savaşa yol açmaksızm uygulanan yayılma faaliyetlerine de müaittir. Bu ülkelerdeki sosyal gerginlik, pastayı paylaşma kavgaları, mahalli kültür ve inanç farklarının geçiş döneminde keskinleşmesi, etnik problemler gibi çok ciddi meseleler, toplumları düşman kamplara ayırıp vuruşturmaya müsaittir. Komünizmin bugünkü metodu budur. Komünistlerin işgallerle, kanunsuz iş bıraktırmalarla, fabrika tahripleri ile üretimi düşürmeye çalışmaları böyle bir ortamda özel bir anlam kazanmaktadır. Komünistler Türkiye'ye barışın, sosyal adaletin, millî bütünleşmenin, sevgi ve huzurun, ekonomik kalkınmanın gelmesini istemiyorlar. Komünistlerin istediği şey, iç savaştır, kardeşin kardeşe düşmanlığıdır, ekonominin tahrip olması, mezhep veya mahalli faktörler yüzünden millî birliğin sarsılması; hülâsa Türkiye'nin iç savaş gerginliğine sürüklenmesidir. Böyle bir ortam için Lenin bunları yazmıştır: "Ağır iktisadî ve siyasî bunalımların belli bazı dönemlerinde sınıf mücadelesi doğrudan doğruya iç savaşa, yâni halkın iki bölümünün silâhlı çatışmasına geçecek kadar olgunlaşır. Böyle dönemlerde bir marksist iç savaştan yana olmak zorundadır..."

Türkiye'de mezhep, bölge veya parti farklılıklarını kanlı imha savaşlanna dönüştürmek için yürütülen kin ve husumet kampanyasmın asıl hedefi, ülkemizi böyle bir ortama sürüklemektir. Rahmetli Hamit Fendoğlu'nu şehit edenler, böyle bir vuruşmayı planlamışlardı. Kahramanmaraş'da vukua gelen hâdiseler, komünist kışkırtmaların bir mahsulü olarak aynı tertibin bir başka örneği idi. Tariş olayları, sokak çatışmaları, devleti müdahaleye mecbur ettikten sonra kitleleri devlet güçleriyle vuruşmaya zorlama denemeleri, hep aynı ihanet plânlarının safhalarıdır. Tek başına önemsenmeyen bir tahrik, bir saldın bir gösteri, bir çatışma, komünizmin genel plânına oturtulduğu zaman, sınıf, mezhep ve bölge farklılıklannı kullanarak, geçiş toplumunun problemleri kanla derinleştirilerek Türkiye'nin bir komünist iç savaşa sürüklendiği kolayca anlaşılacaktır. Bundan dolayıdır ki, komünizme karşı mücadele, sadece zabıta ve adliye meselesi değildir. Komünizme karşı mücadele bir şuur ve kavrayış meselesidir; komünizme karşı mücadele ideolojik, sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasî boyutlarıyla bir bütünlük arzetmelidir. MHP, milliyetçi ve reformist ideolojisiyle sosyal, kültürel ve ekonomik plânda bir kurtuluş mücadelesi verdiği için komünistlerin baş hedefi durumundadır. Öyleyse mücadele sağ-sol mücadelesi değil, bütün emperyalist tertiplere ve bu arada komünizme karşı Türkiye'nin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünü koruyarak çoğulcu demokrasi içinde güçlenmesi mücadelesidir

Dünyanın her tarafından olduğu gibi Türkiye'de de komünizm, ister Leninci, ister Maocu, ister Lâtin Amerika fokoculuğu usûllerini seçmiş olsun, bunalım döneminin tezatlarını kanlı çatışmalara dönüştürmek için silâhlı eylem metodunu seçmiştir. Böylece komünist akım, bunalımın tırmandığı bir dönemde, bunalımı iç savaşa dönüştürmek için terörü tırmandırmıştır. Gerçekten de çağdaş terörizm öncelikle devlet nizamına karşı girişilmiş bir isyandır, terörün hedefi toplumu taciz ederek devleti önce zayıflatmak, sonra onu iç savaş cephesi olmaya zorlayarak çökertmektir. Komünizmin ihtilâlci ve terörist karakteri buna uygun düşmektedir. Milletlerarası mücadelelerde çağımızın ortaya çıkardığı gayri nizamî harp usûlleri de buna müsait bulunmaktadır. Özünde "kanlı ihtilâl"!, "Devrim kanla yazılır" cinnetini kabul etmiş olan komünizm, belirttiğimiz şekilde potansiyel olarak şiddete mütemayil toplumlarda, ayrılıkları husumete dönüştürerek, sürekli kin ve nefret telkinleriyle, aynı millete mensup oldukları halde değişik mezhep, parti veya bölgelerde yaşayan insanlar arasındaki birlikte yaşama iradesini ideolojik propaganda ile zaafa uğratarak terörü yaygınlaştırmaktadır. Böylesine bölünmüş, husumetlere sürüklenmiş birlikte yaşama iradesi zaafa uğratılmış toplum dış güçlerin "parçala ve yut" siyaseti içinde uygulayacakları gayri nizami harp metodlarına da müsait hale gelmektedir. Ama bir toplum, manen birleşmiş sosyal nüfus yönünden bütünleşmiş, meselelerin çözümünde belirli meşru usullerin kullanılmasında anlaşmış, yâni kendi içinde genel dünya cazibesi bile onun ilmî ve sosyaldeğerinden değil, bunalım döneminde görülen fanatikleşme psikolojisinden doğmaktadır.

Gerçekten de bütün komünist iktidarlar şiddetle kurulmuştur, şiddetle devam etmiştir. Bu durum kısa vadede komünist tehdidin gücünü artırmakta ama uzun vadede komünizmin zaafını teşkil etmektedir. Zira komünizmi kurmak ve ayakta tutmak için gerekli olan fanatik terörist, toplumların uzun vadeli inanç, kültür, dayanışma, teknoloji, çağdaş organizasyon ihtiyaçlannı karşılayamaz. Komünizmin çıkmazı budur. Komünist düşünce kampında beliren farklılaşmaların, "revizyon" gayretlerinin, nihayet vazgeçmelerinin sebebi budur. O halde komünizmle terör arasındaki ilişki, hem Marksizminkine dayalı özelliğinden hem bu ideolojinin çıkmazlarından doğuyor. Komünizm çağımızdan korktuğu, insandan çekindiği, sevgiden yıldığı için teröristtir. Zaten psikologlar saldırganlıkla aşağılık kompleksi arasındaki ilişkiyi tesbit etmişlerdir. Komünizm, kendi özünden vazgeçmedikçe, daima terörle bütünleşmesi, bu köklü sebeplerden doğuyor. Komünist ideoloji terörden ayrılamaz, daima terörle iç içedir.

Nitekim tarihte barışçı metodlarla gerçekleşmiş bir tek komünist iktidar örneği yoktur. Komünizmi masumlaştırmak kasıyla bazıları Ailende örneğini vermektedirler. Halbuki Ailende Şili Komünist Partisinin lideri olarak seçilmiş değildir. Ailende Marksist ölçülerde sağcı sayılan bazı gurupları da ihtiva etmek üzere geniş bir "halk cephesi"nin adayıydı. Seçim programı bir "bolşevik" program değildi. Bu faktörlere rağmen Ailende tecrübesi, komünizmin iç savaş olmadan iktidarda kalamıyacağını göstermesi bakımından da ilgi çekicidir. Ailende yönetimi Şili'yi ya kaba ve vahşi bir iç savaşa yahut cuntaya yönelen bir yol ağzına getirmiştir. Bütün komünist iktidarlar şiddetle kurulmuş, şiddetle, hem de dünyada benzeri görülmedik bir şiddetle iktidarını devam ettirmiştir. Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao, Che Guevara, Castro gibi komünist teorisyen ve ihtilâlciler, daima şiddeti savunmuşlardır. "Devrim kanla yazılır" sözü, bütün komünist fraksiyonların müştereken imzalayacakları bir vahşet tutkusudur.

Ancak ülkelerin şartları ve kültürleri farklı olduğu için, komünizm uyguladığı şiddet metodlan, gayrı nizami harp usûlleri değişiklikler göstermektedir. Rusya'nın özel şartları, Leninci mânâda bir şiddet metodu geliştirmişti. Japonya'yla savaşan ve Rusya'ya göre daha fazla köylü hareketleri olan Çin'de tabii ki farklı metodlar geliştirilecek, kır gerillası önem kazanacaktı. Sosyal tatminin belli nisbette sağlandığı ve kültürel bütünleşmenin temin edildiği Avrupa'da kitleleri vuruşturmak mümkün olamayınca, sosyal kesimlerin vuruşması yerine Ba-ader-Meinhoff veya Kızıl Tugaylar gibi küçük isimler komünist terörü yürütmektedir. Sınıf tezatları bulunduğu halde sınıf çatışması geleneğinin zayıf ve askerî yönetim geleneğinin güçlü olduğu Lâtin Amerika'da ise, farklı bir terör metodu olan fokoculuk, yani gerillacılık ağırlık kazanmıştır. Türkiye'de bu komünist modellerin hepsinin takipçileri çıkmıştır. Dolayısıyla Türkiye, bir tek değil, çok çeşitli komünist terör metodlarının saldın sahası haline gelmiştir. Komünizm dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de kan ve şiddet yolunu, iktidarın tek yolu olarak saçmiştir. Komünizm, mülkiyet düşmanlığından hareket ettiği için, sosyal sınıfları ortadan kaldırmada ancak terör ve vahşetle muvaffak olur. Zaten komünizm, bütün toplumlar için potansiyel terör kaynağıdır. Zira marksizm, insanlığa yol gösterici bir teori olmaktan ziyade tarihin ve kapitalizmin sınıf kinini, intikamcılığa dayanan bir tenkidi, hattâ karalamasından ibarettir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 7:53

Bundan dolayı da bizim nazanmızda komünizm bir fikir akımı değil, bir psikolojik saldırıdır. Gerçekten de komünizmin özünde psikolojik saldırganlık mevcuttur. Komünizm hiç bir zaman insanî bir reform hareketi olmadı. Komünizm hiçbir zaman toplumda ortak değerleri, barışı, dayanışmayı el-ele vermeyi gönüllerin birleşmesini savunmadı. Marks ve Engels'in birlikte kaleme aldıkları Komünist Manifestosu'nda belirtildiği gibi komünizm bidayetten itibaren "kanlı ihtilâli", "sosyal şartların zor yoluyla" değiştirilmesini savundu. Bir kitleyi öteki kitleye, milletin bir bölümünü diğer bölümüne karşı, Lenin'in Marks'dan aktardığı bir deyimle "kanlı, dehşet verici bir imha savaşı"na çağırdı; her yerde "Devrim Kanla yazılır" sloganına sarıldı. Heryerde insan kasapları üretti, girdiği her yerde, binlerin, yüzbinlerin, milyonların kanını döktü. Zaten komünist liderlerin eserlerinin büyük bir kısmı ilmî araştırma, teorik inceleme veya meselelere çözüm niteliğinde değildir. Bunlar, "kanla yazılacak devrimin", uygulanacak şiddetin stratejisi taktik, teşkilâtlanma meseleleri ile ilgili eylem kitapları veya broşürlerdir. Dünyada hiçbir ideoloji şiddeti kanlı vuruşmaları anlatan komünizm kadar eser vermemiştir. Komünizm gerek eyleminde ve gerekse iktidarında hiçbir zaman şiddetten uzak kalmamıştır.

Komünizm şiddete özünde bu kadar iç içe olduğu için de, terör uygulamasında bir çok teoriler ve metodlar geliştirmiştir. Rus emperyalizminin teşhisini yaptığımız bu yeni taarruzunun nasıl geliştiği uzun bir bahistir. Ben bir noktayı belirtmekle yetineceğim: 12 Mart öncesi dönemle sonraki dönem arasında komünist terörün stratejisi bakımından fevkalâde önemli bir fark vardı. Bu fark dikkate alınmadıkça ülkemizdeki terör olayına doğru teşhis getirmek mümkün değildir. Bu fark dikkate alınmadıkça "sağ terör" hakkındaki sözlerin gerçeğini kavramak da mümkün olmaz. Bu fark şudur. 12 Mart'tan önce terör, büyük çapta ve öncelikle devlete karşı yönelmişti. O devirde de ülkücüler öldürülmüştür. Sivil hedeflere saldınlmıştır. Ama esas hedef devlet güçleri olmuştur. Devletin 12 Mart halinde ortaya koyduğu tepki, komünistlere önemli bir darbe indirmiştir. Bu tecrübeden sonra komünistler öncelikle ve yoğunlukla devlete değil, ülkücülere saldırmışlardır. Böylece devletin tepkisini geciktirmek, iç-savaş teşkilâtlanması için zaman ve zemin kazanmak ve bilhassa devleti "nötralize" ederek etkisizleştirmek stratejisini seçmişlerdir. 12 Mart öncesiyle sonrası arasında komünistlerin bu farklı stratejileri dikkâte alınmadan 12 Eylül'den önceki terör olayı izah edilemez. Devletin güçlü olduğunun anlaşılmasından kısa bir süre sonra, komünist ve bölücü terörün 12 Mart'tan önce olduğu gibi, asker ve polis kurşunlaması beklenemezdi. Gerçekten de 12 Mart'a kadar olan dönemdeki hatalarını eleştiren bir çok komünist grup erken silâha sarılmalarını, belirli bir safhaya gelmeden devletle vuruşmuş bulunmalarını hata olarak göstermişlerdir.

Ama komünizmin önünde terör vardır. Teröre meylettirici, sosyal, kültürel ve ideolojik ortam da hâlâ devam ediyordu. Ayrıca gerilla özentisi alabildiğince kışkırtılıyordu. O halde komünistlerin, devlet tepkisini mümkün olduğu kadar geciktirecek başka terör usullerine ihtiyaçları vardı. Komünist terörün 12 Mart'tan sonraki dönemde öncelikle MHP'ye yönelmesi ve güvenlik kuvvetlerinin çok daha sonra hedef alınmaya başlanmasının sebebi budur. Komünistler böyle bir strateji oluşturma çabası içindeyken, CHP'nin büyük bir güç kazandırdığı "faşizm" kampanyası tezgâhlanmıştır. Devlet gücünün ve hele Silâhlı Kuvvetlerimizin etkinliğinin hâlâ hafızalarda bulunduğu bu dönemde "faşizm" kampanyası sola devletin tepkisini çekmeden yeni mevziler kazandırmıştır. Bu "faşizm" kampanyasının baş hedefi MHP idi. MHP ile faşizm aynı şeyler olarak kamuoyuna kabul ettirilmek isteniyordu. CHP'nin katıldığı ve yönlendirildiği bu kampanya ile, öncelikle MHP'ye yönelen silâhlı eylemler arasındaki hedef beraberliği ilgi çekicidir. Esasen bu faşizm kampanyasıyla silâhlı eylemler, bir bütünün iç içe parçalan yani aynı stratejinin muhtelif uygulamalarıydı. 12 Mart'tan sonraki ihanet stratejisinin bir parçası da "kontr-gerilla" ve MİT konusunda koparılan fırtınalardır. "Kontr-gerilla" kampanyasının amacı, devleti manen etkisizleştirmek, güvenlik kuvvetlerini caydırmaktı. "Kontr-gerilla" kampanyası, esasen Özel Harp Dairesinin şahsında Türk Silâhlı Kuvvetlerini hedef almıştı.

Komünistler ve bölücüler, giderek yaygınlaştıracakları ve gerilla savaşı yani iç-harbe dönüştürmeyi plânladıkları eylemler karşısında devleti savunmasız bırakmak için psikolojik taarruza geçmişlerdi. Yukarda belirtilen çağdaş şartlar, nasıl "gayr-i nizami harp" önemli bir yıkıcılık metodu haline getirmişse, devletleri de bu tehdide karşı, Millî Savunma bünyesinde tedbir almaya yöneltmiştir. Dünyanm bütün ordularında "özel harp" daire veya şubeleri vardır. Komünistler, bölücüler ve Ecevit, "gerilla" kavramının kanunsuzluğu ihtiva etmesinden yararlanarak, devletin özel savunma ve istihbarat organlarına "kontr-gerilla" damgasını basmakla, bu mekanizmaları "kanun dışı" göstermeye çalışmışlardır. Aslında Türkiye'de "kontr-gerilla" diye ne fiilî ne de resmî bir organizasyon hiç bir zaman mevcut olmamıştır. Nitekim Ecevit, "kontr-gerilla" kampanyasının baş tahrikçisi olduğu halde, iktidara geçince, Başbakan sıfatıyla "konuşamamak" durumunda kalmıştır.

Bir taraftan "faşizm" kampanyasıyla MHP manen ve fiilen hedef gösterilerek cinayetler kışkırtılırken, diğer taraftan da "kontr-gerilla" ve MİT kampanyasıyla devletin istihbarat faaliyeti ve savunma insiyatifı baltalanmaya çalışılmıştır. Bu kampanya bazı tipik cinayetlerle desteklenmiştir. Devlet görevlileri istihbarat uzmanları, 12 Mart'ta resmî vazife görmüş asker ve hakimler saldırılara uğramış, tahkir edilmiş, bir kısmı cinayetlere kurban gitmiştir. Bu psikolojik taarruzun amacı, bir süre sonra bilinen boyutlara tırmandırılacak olan teröre karşı, devleti etkisizleştirmekti. Nitekim, terör 12 Mart dönemindekiyle mukayese edilemeyecek çapta yaygınlaştığı, tehlike görülmedik oranda yoğunlaştığı halde, devlet hiç bir zaman 12 Mart'taki kadar etkinlik göstermemiştir. Hatta CHP iktidarı sırasında silâhlı militanlar devlete ve polise sızmışlardır. Bu konuda bir Sıkıyönetim Koordinasyon toplantısında Komutanların yakınmaları basına intikal etmiştir. 12 Mart'tan sonraki devrede bir iç harbin psikolojik ve stratejik hazırlığı niteliğinde olan bu gelişmelerin doğuracağı va¬him sonuçları sık sık dile getirip ikazlarda bulunduğumuz halde, kimi ihanetten, kimi de gafletten dolayı, Türkiye'nin nereye sürüklendiğini görememiş, hatta bir iki gazetede tam bir pervasızlık ve devlete karşı psikolojik taarruz haline gelen saldırılar konusunda devlet görevlileri savunmasız bırakılmıştır.

12 Mart tecrübesinden ve hatalarının eleştirilerinden yararlanan komünist ve bölücü çevreler, MHP'yi faşist göstererek ve öncelikle MHP'lileri vurarak buna "sağ-sol kavgası", "faşizmle mücadele" görüntüsünü vermişler ve böylece devleti nötralize etmişlerdir. Devlet bu taktikle notralize edilmekle kalmamış, "kontr-gerilla" ve MHP kampanyalarıyla, 12 Mart'ı eleştiriyor ve görüntülü Silâhlı Kuvvetler ve polis aleyhtarı propagandalarla, bazı tipik cinayetlerle insiyatiften yoksun bırakılmak istenmiştir. Terörün bilinen boyutlarının asıl kaynağı, bir çok kimsenin "sağ-sol çatışması" diye netileyip gaflete daldığı, ama aslında komünist ve bölücü içsavaşın stratejik ve psikolojik hazırlıklarının yapıldığı o dönemdir. Nitekim öncelikle MHP'ye yönelen ve bu yüzden toplumu da devleti de uyuşukluğa sürükleyecek şekilde "sağ-sol kavgası" zannedilen ci¬nayetler, belli bir merhaleden sonra, yine MHP ile birlikte, Ordu'ya, polis'e ve MİT'e yönelmiştir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 7:54

Görülüyor ki komünizm ve bölücülük, terörü metod olarak benimsemiştir ve bundan hiç bir zaman vazgeçmemiştir: dönem şanlarına göre sadece strateji ve taktik değişiklikleri yapmış, ama "banş"a hiç bir zaman inanmamıştır. İç savaşa ortam hazırlamak için, kindar ve kitleler arasına kanlı husumetler sokacak propagandalar yanında cinayetler tezgâhlanmıştır. Bütün bu gelişmeler, "sağ-sol kavgası" diye nitelenmiş, bir iç savaş hazırlığının yapıldığı gözlerden uzak tutulmuştur. Biz bu durumu şöyle tesbit ediyorduk: Türk milleti gerçekten bir topyekün taarruz karşısındadır. Türk milleti, anarşi ve terör denilen "gayri nizami harp" saldırısı karşısındadır. Türk milleti kültür emperyalizmi saldırısı karşısındadır. Türk milletinin birlikte ve bağımsız yaşama azim ve iradesi sabotajlara maruzdur. Türk ekonomisi felçedilmek istenmek de, ekonomik bunalım bunu kolaylaştırmaktadır. Türk nesilleri ya devlet ve toplum güvenliğini sarsacak şekilde menfi ideolojilerle kullanılmakta veya katledilmekte, yahut bir milletin kalkınma ve gelişme ihtiyacını karşılayamayacak şekilde vasıflaştınlmak tadır.

Terör, devleti zaafa uğratip toplumu parçalamaya çalışırken, ekonomik verim ve sosyal hak kavramı yerine "siyasi grev"lerle iktisat çarklarımız durdurulmak, milletin manevi varlığı tahrip edilmek isteniyor. Kültür emperyalizmi, Türkiye'den ve Türk milletinden önce başka devletleri ve toplumları sadakat merkezi haline getirmeğe çalışıyor. İlmin ve eğitimin yerine yabancı ideolojilerin körletici fanatizmi ikame edilmek isteniyor. Eğitim, nerede ise tamamen sabote edilmiştir. Çeşitli kaynaklar, Türkiye'nin bunalımdan kurtuluş kalkınmasını, gelişmesini engellemek istiyorlar. Bir millet birlikte ve bağımsız yaşama, kalkışma, gelişme azim ve iradesini kaybederse, dinamizmini de kaybeder. Türkiye'nin düşmanları bununla da yetinmiyorlar. Çağımızda milletlerin en büyük hazinesi olan yetişmiş insan varlığımızın kaynaklarını kurutmaya çalışıyorlar. Üniversite öğretimi çok zor şartlar altında yapılıyor, sık sık kesiliyor. Boykotlar, işgaller, cinayetler üniversite öğrenimi yapılamaz hale getiriyor. Bir çok öğrenci ancak canını dişine takarak öğrenimine devam edebiliyor. Eğitim seviyesinin düştüğünü, üniversite hocaları da yakınarak belirtmektedirler. Diğer yüksek ve hele orta öğrenimde durum daha vahimdir.

Ülkemizin yarınlarını emanet edeceğimiz ve ilimde, teknikte, medeniyette ve sosyal gelişmede Türkiye'yi ilerletecek olan nesiller önemli oranda kalite kaybına maruz bulunmaktadır. Bu, Türkiye'ye indirilmiş büyük bir darbe, yarınlarımıza yönelmiş çok tehlikeli bir suikasttır. Yukarıda belirtilen alt-grup farklılaşmaları, bunlar aynı milletin ve vatanın çocukları oldukları halde, ayrı devletçikler haline getirilmek isteniyor. Böylece Türkiye'yi daha kolay yutmak için hesaplar yapılıyor. Türkiye'yi parçalayarak köleleştirmeye matuf tarihi plânlar yeniden tatbik edilmek isteniyor. Muhtelif tarihlerde, çeşitli devletler tarafından düzenlenen bu plânlarla bugünkü bölücü ve bölgeci faaliyetler arasında dikkate değer paralellikler vardır. Asla gözden kaçırmamak gereken bir husus da, değişik bölücü mihrakların ve Türk düşmanı resmi veya gayrıresmi, legal veya illegal örgütlerin iş ve eylem birliği yapmaları, hatta bunu açıklama ce saretini bulmalarıdır. Manzara çok vahimdir. Bu haldeki bir milleti, Anadolu jeopolitiğinde düşündüğümüz zaman tehlikenin büyüklüğü daha kolay anlaşılır. Böylesine "cazip" bir jeopolitik üzerinde böylesine bölünmüş, içten sarsılan saldırılara maruz kalan bir millete karşı, neden bu kadar çok mihraklarm hep birden salduıya geçtiğinin izahı da kolaylaşmaktadır. Anadolunun tamamında veya bir parçasmda gözü olan düşman çevreler, aralarındaki ihtilâf ve rekabeti, Türkiye'nin ölümüne erteleyerek, önce Türkiye'yi yıkmakta anlamışlardır. Miras kavgasını erteleyerek önce "mirasın açılması'm temine çalışıyorlar.

Türkiye'nin neden "çürük halka" diye nitelendiği ve ekonomik, sosyal, kültürel bunalımlarımıza göre bir ihanet stratejisini hangi saiklerle geliştirildiği daha iyi anlaşılıyor. İç bunalımlarımızın bu kadar yoğunlaştığı bir dönemde, Türk Devletinin temsilcisi olan diplomatlarımızın neden şehit edildikleri daha iyi anlaşılıyor. Düne kadar dostluk gösteren ve dostlukta gerçekten iki taraflı menfaatlerimiz olan bazı komşularımızın şimdi neden hasmane tavırlar takınmaya başladıktan daha kolay anlaşılıyor. Türk milleti, hakikaten bir topyekûn taarruz karşısındadır. Terör bu genel dolaylı taarruzun önemli bir bölümüdür. Meseleyi bu boyutlarda ele almadıkça ve millete hakiki durumu anlatmadıkça, ne terör durdurulabilir, ne de millî birliğimiz sağlanarak kalkınma ve gelişme yoluna girilebilir. Teröre karışanlar, bizim çocuklarımızdır. Bunlar önce ideolojik bakımdan milletten koparılmış, sonra sahte sloganları cazibeleriyle millete karşı silahlandırılmıştır. İhanetin gerçek yüzü bu boyutlarıyla anlatıldığı ve ülkemizin sosyal, siyasî, kültürel problemlerinin demokrasi ve bütünlük içinde çözülebileceği ümidi verildiği takdirde, teröristlerin hiç olmazsa bir kısmının silâhı bırakmaları, tekrar millete dönmeleri mümkün olabilir. Bu en azından terörün "kaynaklarını" kurutur ve mücadeleyi kolaylaştınr. Milleti tekrar birlik içinde var olma iradesi etrafında birleştirir.

Ama böyle bir ortamın oluşması da sabote edilmektedir. Halbuki ülkemizde demokrasinin de devletin de geleceği uyumlu birleştirici, barışçı bir politik ortamın oluşturulmasına bağlıdır. Bölücü ve kışkırtıcı politika buna müsaade etmeyecektir. Türkiye, tam bir millî şuur seferberliği halinde böyle politik bir ortamı gerçekleştirmeli, buna karşı çıkanlara, gayri nizami harp saldırılarını devam ettirenlere, ülkemizi bölmek için şu veya bu taktikle ihanetlerini sürdürenlere karşı netice alıcı bir devlet mücadelesi açarak kanun hakimiyetini kesinlikle sağlamalıdır. Türkiye için başka çıkışyolu kalmamaktadır. Zira terör karşısında iktidarlar peşpeşe başarısızlığa uğramış, devletin son müessesesi olan sıkı yönetim de umulan neticeyi alamamıştır. Türkiye bu güne nasıl geldiyse aynı şekilde istikbalde varlığım devam ettiremez. Bağımsızlığımız, toprak bütünlüğümüz, kalkınmamız için zaruri olan huzur ve istikrar, ancak milletimizin ihtiyaçlarına en uygun rejim olan demokrasi içinde sağlanabilir. Fakat yeni bir ruh, yeni bir topyekûn şu-urlanma ve davranış gerçekleştirilmedikçe, artık devlet ve demokrasi varlıklarım çok zor devam ettireceklerdir. Millet ve devlet olarak böyle bir şuurda birleşmemiz, milletçe devlete yardımcı olmamız, meselelerin çözümünde elbirliği yapmamız gerekir. Başka bir çıkış yolunun kalmadığı ortamda, Türk milletine yönelen topyekûn taarruz, devlete yardımcı olmayı da suç ilân etmiş, devleti halk desteğinden mahrum bırakarak tecrit etmeyi, zayıflatmayı planlamıştır. Milliyetçilerin "devlete yardımcı olmak'la suçlanmaları böyle bir ortamda son derece ilgi çekici bir tertiptir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 7:54

Milliyetçiler, komünizme karşı devleti, ülke bütünlüğünü ve demokrasiye yaşatmak için kutsal bir mücadele veriyorlar. Fakat bunun metodu terör değildir. Komünizmin ve bölücülüğün ülkemizi sürüklediği şu çok tehlikeli ve kanlı ortamda, sistemli dış güdümlü olan Rus ve Çin ihtilâllerinin tecrübesiyle Lâtin Amerika gerillacılığın dersleriyle yürütülen komünist ve bölücü gayri nizami harp durdurulmadıkça, Türkiye'nin geleceği endişe verici görülmektedir. Komünist ve bölücü saldırılar durdurtulup ihanet örgütleri devlet tarafından ezilirse, 12 Mart'ta ve onun takip ettiği devrede olduğu gibi Türkiye'de terör kalmayacaktır. Terörü tırmandıran faktör, komünizm ve bölücülük olduğuna göre, bunu gölgelemek manasızdır. Komünist saldırılar durdurulunca, reaksiyon da kalmayacaktır. Her suç olayı muhakkak takip edilmeli, ama devlet sağlam politika oluşturarak neticeyi almak istiyorsa, meseleyi sosyal, siyasi ve kültürel boyutlarıyla ele almalı, kamuoyunu aydınlatmalı, problemleri önem derecesine göre sıralamalıdır. Daima dikkate alınması gereken tarihî tecrübe; 1968'den günümüze kadar, terör grafiğini komünizmin çizdiği, komünizm durdurulunca terörün durduğu, komünizm tırmanınca terörün kudurduğu gerçeğidir.

Sosyologlar, toplumda kan dâvasının yaygınlığı ile devlet müessesesinin ve şuurunun zayıflığı arasındaki paralelliğe dikkat çekmişlerdir. Özellikle devlet yapısının zayıf olduğu kabile toplumlarında, kabile bağlan devlet şuurundan güçlü olduğu için, kan dâvaları gibi, kabileler arası çatışmalar da yaygın ve güçlüdür. Türkiye gibi geçiş toplumlarında sağlıksız sosyal değişme sebebiyle alt-kültürler arası ilişkiler sertleşmekte, bu durum millî birliği ve devletin otoritesini sarsmaktadır. O milletin veya devletin düşmanları da bundan istifade etmektedirler. Nitekim Ankara'da komünist bir terör teşkilâtının polis tarafından ele geçirilen belgelerinde, başkentin alt-kültür gruplarına göre değerlendirilmeye çalışıldığı görülmüştür. Böylece ülkemizde terör, küçük birimlerin veya timlerin şiddet eylemlerinden ibaret kalmamakta, mezhep, lehçe, mahalli kültür, bölge farklılıklarının "alt-kültür"ler halinde çatıştınlmasına yönelmektedir. Türkiye için birinci derecede tehlikeli durum budur. Tehlike bu kadar derinlere indiği için terör bir türlü durdurulamıyor. Sosyal gelişme vetiresinde belli bir bütünleşme safhasına ulaşmamış olan toplumlarda kan dâvaları ve kabile kavgaları, aneak devletin güçlenmesiyle önlenebilmişti. Türkiye'de geçiş döneminde karşılaştığımız bölünme ve iç savaş tehdidini durdurmanın yolu da devleti güçlendirmektedir."Güçlü devlet" bizim için bir ilke olduğu gibi teröre karşı inandığımız hakiki tedbir de devletin güçlendirilmesidir. Ancak, "güçlü devlet" veya "devletin güçlendirilmesi" bahsinde, bizi diğer akımlardan ayıran özellikler mevcuttur. Hattâ "Güçlü Devlet" gibi iki kelime üzerinde geniş bir ağız birliği olsa bile, muhteva daha önemlidir. Güçlü devletten veya devletin güçlendirilmesinden ne arılıyoruz? Devletin güçlendirilmesi nasıl olacak ve gerçekten terörü durduracak mı?

Evvelâ şunu belirtmek lâzımdır: Güçlü devlet, tekelinde tuttuğu icbar vasıtaları bakımından sınırsız ve dengesiz bir şekilde güçlenmiş, zorba bir devlet demek değildir. Aslında çağımızda en zayıf devletler en zorba devletlerdir. İnsanlığın ve toplum yapılarmın ulaştığı şu tekâmül seviyesinde, zorba devlet anlayışı tarihi ömrünü tamamlamıştır. Güçlü devlet insan haklarına saygılı, çoğulcu toplum dengesi ile açık politik hayatla dengelenerek istikrara kavuşmuş, kanun hakimiyetini sağlamış devlet demektir. Güçlü devlet, kanun hakimiyetine, kamu otoritesine ve rejimin meşruiyeti ölçülerine aykırı kalkışmalar karşısında aktif ve caydırıcı devlettir. Güçlü devlet, millî vicdanda haklılığı kabul edilen ve uyguladığı usullerle de benimsenen devlettir. Nihayet güçlü devlet, ekonomik, sosyal ve kültürel politikasıyla ülke meselelerini çözebilen en azından bunu başaracağı yolunda topluma inanç veren bir devlettir. Böylece ne lülen, ne de fikren toplumda devlet düzenini sarsmaya matuf tedbirler sosyal taban bulamaz. Bu devlet komünist bir devlet midir? Kesinlikle hayır. Çünkü komünizm cebir ve şiddetle çoğulcu toplumu ortadan kaldırır; daha azgm bir kölelik düzeni kurar. Bu devlet faşist bir devlet midir? Kesinlikle hayır. Çünkü faşizm çoğulcu sosyal yapı üzerinde totaliter bir siyasi sistem kurar, Çağımızda faşizm geçersizliğinin bir sebebi de, bu çelişkidir. Ayrıca, faşizm sınırsız, sorumsuz bir "zorba devlet" tipini temsil eder, bu açıdan komünizm ile hiç bir farkı yoktur.

Bizim savunduğumuz çoğulcu toplum yapısı ve siyasî toplum yapısı ve siyasî yapı içinde, iktidarın el değiştirmesi açık rejim kuralları içinde cereyan eden, ama kanunsuzluğa ve devleti tarhip ederek kölelik nizamı kurmak isteyen fesat hareketlerine karşı müeyyide uygulamak gücü ve caydırıcılığı yüksek olan toplumla dayanışma halinde bir devlettir. Buna kısaca demokratik otoritesi sağlanmış bir devlet diyebiliriz. Bu aslında çağımızın bir devlet tipidir. Ve Anayasa'mızın istihdaf ettiği bir devlet anlayışına uygundur. Böyle bir devletin terörü önlemesi, kanun hakimiyetini sağlaması, sosyal problemleri çözmesi, vatandaşlarla ve sosyal kesimlerle uyum ve dayanışma halinde olmasına bağlıdır. Bu, sadece devletin meşru cebir gücüyle; sağlanmaz, hele zorbalıkla, işkencecilikle hiç sağlanamaz! Aksine böyle bir tutum reaksiyonları daha da artırır. Devletle halkın, toplumun dayanışması önce zihinlerde, vicdanlarda gerçekleşir. Bundan dolayıdır ki komünizm, sadece alışılmış mânâda bir iktidar mücadelesi vermiyor. Devlet'i toplumdan kopararak yıkmak için çarpışıyor. Zaten komünizm klâsiklerinden Lenin'in "Devlet ve İhtilâl" kitabında, meselenin iktidarı değiştirmek değil devleti yıkmak ve komünist bir devlet kurmak olduğu belirtilmiştir. Komünistler bu amaçla devletle millet arasını açmaya çalışırlar. Özünde devlete isyan ve devleti yıkma şartlanması bulunan propagandalarla kitle içinde devlete karşı birikimler oluşturmaya çalışırlar. Etnik ve sosyal-kültürel farklılıkları, devleti yıkmak için kışkırtırlar, çatışmaya dönüştürürler. Bir devlet, vatandaşların şuurlu ve yaygın destek ve yardımından mahrum kalmışsa o devlet, güvenlik mahkemeleri ile sıkıyönetim yetkililerinin artırılmasıyla hattâ divân-ı harplerle bile ayakta kalamaz. Çarlık Rusya'sı, Şah'ın İran'ı, Batıka'nın Küba'sı bu gerçeğin açık örnekleridir.

Demek ki, devletin, terörle gayrı nizami harple karşılaştığı ortamlarda devletin kanuni yetkilerle teçhiz edilmesi zaruridir, ama yeterli değildir. Devletin, kitlelerin korku ve yılgınlığından doğan pasifizmiyle yetinilmesi de düşünülemez. Toplumda devlete sahip çıkma devlet otoritesini koruma şuurunun güçlü olması, bilhassa birlikte ve demokratik rejim içinde yaşama azim ve irâdesinin güçlü olması lâzımdır. Yukarıda Ecevit'in, kominstlerin ve bölücülerin takip ettiği siyasetlerin devlet otoritesini, devletin caydırıcılığını vatandaşlar arasında bulunması gereken barış ve birlik ruhunu nasıl tarhip ettiği gösterilmiştir. Türkiye'de yeni kanunları çıkarmadan da önce dikkate alınması gerekli problem burdadır: İnsanlarımız arasında aynı milletin çocukları olmak şuurundan doğan bir devlet fikrinin güçlendirilmesi gerekmektedir. Bir taraftan yıkıcı ve bölücü propagandalara karşı bu şuur yaygınlaştırılırken, diğer taraftan da devletin yeni yetkileri ile güçlendirilmesi, demokratik otoritenin şahlanması gerekiyor. MHP'nin politikası bu esaslara uygundur. MHP hem kitlelerden millî birlik şuurunu ve devlet fikrini güçlendirmeye çalışmış hem de parlamento da devleti güçlendirecek teröre karşı tedbir kanunlarının çıkmasmı bütün gücüyle desteklemiştir. MHP, komünistlerin bölücülerin, rejim düşmanlarının iddia ettiği gibi faşist bir hareket olsaydı, muhalefette bulunduğu şırada devleti güçlendirecek kanunları desteklemezdi. Çünkü güçlü bir demokratik devlet sadece komünizme, bölücülüğe karşı güçlü değildir; güçlü bir demokratik devlet, bir faşist tehlike olursa ona karşı da güçlüdür. Türkiye'de devletten demokrasiden, kanun hakimiyetinden vana olmanın ölçüsü, Meclis'de teröre karşı ve devletin demokratik otoritesini güçlendirecek kanunlardan yana olmaktır. Hu kanunları engelleyerek devleti zayıflatarak, devletin caydırıcılığını ortadan kaldırarak, vatandaşlar arasına mezhep ve bölge kavgalarının tohumlarını atarak devletin sosyal dayanaklarını sabote etmek! İşte, terörü kışkırtan, Türkiye'yi felâkete sürükleyen politik güç budur. Ecevit'de bu politakayı takip etmektedir
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 7:55

Terörün devlet tarafından durdurulması gerektiğine inandığımız için sıkıyönetim ilânını ilk biz istedik, biz, aynı inançla, teröre karşı kanun tekliflerini destekledik. Biz aynı inançla, toplumumuza, yardımcı olma şuurunu yaygınlaştırmaya çalıştık. Şimdi bir hususu belirtmek istiyorum: Buraya kadar yaptığım tahliller, tesbitler değerlendirmeler benim bir günlük, bir anlık veya şu ânın ihtiyacı içinde söylediğim sözler, benimsediğim veya benimser göründüğüm fikirler değildir. İsteyen herkesin her an kolaylıkla bulabileceği kitap, makale ve beyanlarımız bu fikirler bu tahlil ve değerlendirmeler bu tesbitler derinlemesine ve genişlemesine vardır. Bütün politik faaliyet ve mücadelemizde bu tesbit ve değerlendirmeler istikâmetinde olmuştur. Kitaplarım bir tarafa, bu sözleri en son benim kalemimden 5 Ağustos -10 Eylül 1980 tarihleri arasında Hergün gazetesinde okuyabilirsiniz. Bu tefrika, Türk Milletine Çağrı başlığı altmda şu satırlarla bitiyordu: "Her millet büyük zorluklarla karşılaşabilir. Türk milleti de tarihte büyük zorluklarla karşılaşmıştır. Şimdi de milletçe çok ağır bir bunalımla içeriden sarsılırken, dışarıdan da tehlikelerle çevrilmiş vaziyetteyiz. Türkiye, jeopolitiği bakımından pek çok kem göze hedef olmaktadır. Bugünkü tehlikenin büyüklüğü tehdidin küstahlığı kadar içerden bölünmüş olmamızdan doğuyor. Bizi önce gönüllerden parçaladılar. Sonra bizi bir arada tutar değerleri tahrip ederek onların yerine düşman ideolojiler yerleştirmeye çalışarak hasım yaptılar. Sonra, cinayetlerle düşman kamplar halinde parçaladılar. Alevi-Sünni, Doğulu-Batıh, veya şu partili-bu partili diye bizim birbirimize düşman olmamızı sağladılar. Öyle bir düşmanlıkki dış düşmanlığı unutarak, hatta dış düşmandan daha fazla birbirimize kin duymaya zorladılar. Türkiye aleyhine tezgâhlanan oyunlara işbirliği yapmaktan çekinmeyenler ülkemizin insanlarını düşman ilân ettiler. Maruz bulunduğumuz saldırı ve tertiplerin psikolojik harp silâhı olan ideolojilere dost oldular, ama Türk milleyitçiliğine karşı haçlı seferleri açtılar.

İşte şimdi öyle bir noktaya sürüklendik ki felâket herkesin canını almakta herkesin ekmeğini gaspetmektedir. Bu noktada olsun milletçe uyanmadığımız takdirde felâket, yarın hepimizi köleleştirecektir. Düşmanlarımız, milletimizi Alevi-Sünni, Doğulu-Batıh veya şu partili, bu partili diye bölüp çatışmaya süreklemeye çalışırken, milletimizin şu veya bu bölümünü dost görmüyor, düşmanın amacı Anadolu jeopolitiğinde Türkiye'yi bölerek toptan köleleştirmek ve sömürgeleştirmektir. O halde, iç düşmanlıklarda bu toprakların çocukları için hiçbir fayda yoktur. Kin ve husumet duygularını ortadan kaldırarak bir barış ve birlik iklimini gerçekleştirmek gerekir. Bunda en büyük sorumluluk siyasî partilere düşüyor. Siyasi partiler aralarındaki ölçüsüz mücadele yerine insanca ve mü¬samahalı bir hizmet yansı anlayışını hâkim kılarak birlik ve dayanışmada örnek olmalıdırlar. Siyasî partilerimiz, Anayasanın temel ilkeleri etrafında birleştiklerini, siyasî bir "mütareke" yaptıklarını birlikte açıklamalıdırlar. Anayasa'nın şu veya bu maddesi beğenilmeyebilir. Ama vatanın birliğine ve devletin bekâsını temin edebilmeniz için başka bir uzlaşma zemini bul¬mak mümkün değildir. Aksine başka zeminlerde uzlaşma şartını ileri sürmek tartışmayı daha da derinleştirecek, barışa en muhtaç olduğumuz sırada gerginlikleri büsbütün artıracaktır. Türkiye'de nasıl bir ekonomik ve sosyal düzen, nasıl bir kültür hayatı ne tarz bir politika düşünülürse düşünülsün bunların gerçekleşmesi için herşeyden önce Türkiye Cumhuriyeti devletinin bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü devam ettirmesi lâzımdır. Türkiye'nin varlığı her fikirden, her hedeften önemli ve öncelikli olmak gerektiğine göre uzlaşılması imkânsız görüş farklılıklannı erteleyerek Anayasanın temel ilkelerinde birleşmek suretiyle siyasi tansiyonu düşürmek, memlekette bir barış atmosferi oluşturmak gerekiyor. Demokrasi de bunu icap ettirir. Devletin temel ilkelerinde ve gerek partiler gerek sosyal gruplar arası ilişkilerin niteliği arasında bir uzlaşma olmazsa siyaset gerginleşir. Gerginlik bir noktadan itibaren devletin kanunlan yerine kendi kanunlanm, yani husumet ve bölünmeyi getirir.

Siyasî partiler arasında tespit edilecek meseleler arasında hiç olmazsa bir yaklaşım beraberliği sağlanmalıdır. Anayasa ilkelerinde uygulanacak usullerde partiler anlaştığı zaman, milletin yarma olan güveni güçlenecek, komünizm, bölücülük, mezhep kışkutıcılığı gibi ihanetler etkisiz kalacaktır. Böyle bir banş ve birlik ikliminin meydana getirilmesi teker teker vatandaşlar olarak da görevimizdir. Bu yurdun insanlan aynı milletin, Türk milletinin çocuklandır. Engin birtarihe sahip olan bu letin çocuklan bin yıldan beri aynı vatan üzerinde, aynı devletin vatandaşlan olarak aynı kaderi paylaşmaktadırlar. Milletimizin mutlu çağları hepimiz için mutluluk dönemlerini teşkil etmiştir. Bir Balkan felâketine hele bir Mondros faciasına hep beraber ağladık, hep beraber şehit düştük, hep beraber işgale uğradık ve nihayet dünyada millî kurtuluş çağını açan İstiklâl Savaşçımızla hep birlikte kurtulduk. Değişik mezheplere, değişik vatan bölgelerine değişik lehçelere mensup olan vatandaşlanmızın birlikte olacakları menfaatler birbirimize düştüğümüzde karşılaştığımız felâketlerle mukayese edilirse görülecektir ki bugünkü bunalımın asıl sebebi millî birlik ruhumuzun zedelenmesidir, tek kurtuluş yolu da insanlarımızın gönülde, temel ülkülerde ve davranışta birleşmeleridir. Biz bundan dolayı milletimizin bütün fertlerini hiç bir parti bölge ve mezhep farkı gözetmeden "gönül seferberliği"nde birleşmeye çağınyoruz. Gönülde, temel ülkülerde ve davranışta, Ahmet Yesevi'yi Hacı Bektâş-ı Veli'yi, Yunus Emre'yi, Hazreti Mevlânâ'yı, Hacı Bayram Velî'yi örnek almaya davet ediyoruz. Siyasî eğilim ve felsefî görüş farklılıklanmız ne olursa olsun, aynı Allah'a inanıp, aynı vatandaşları olarak bizi hür ve bağımsız kılan temel değerlerde birleşmeye çağınyoruz. Türkiye'nin düşmanlan bu yurdun çocuklannm barışıp kaynaşmalarını değil şu veya bu saikle düşman hale gelip vuruşmalarını istiyor. Kalplerimiz sevgiyle dolduğu, merhamet ve alm teriyle sildiğimiz zaman Sünniler, aleviler, doğulular, batılılar, şu veya bu partililer, yani bütün Türkler kurtulmuş olacaktır.

Karşımızdaki düşman sinsidir. Karşımızdaki düşman milletçe alışık olmadığımız metodlarla saldırmaktadır. Düşman sadece saldırmakla kalmamakta tuzaklar kurmaktadır. Toplumda sevgi ve halkla bütünleşme yerine nefret ve bölünme doğuracak, böylece düşmanın ekmeğine yağ sürecek kışkırtmalar bu tuzakların başında gelmektedir. Türkiye'nin düşmanı olan dış güçler, Türk milletinin kurtuluş ümidi olan ülküleri ve gayretleri lekelemek için iftira ve karalama kampanyalan açmakta bu ilke ve gayretleri çetin gösterecek provakasyonlar düzenlenmektedir. Mezhep düşmanlığı, bölge farklılıklarının tahrik edilmesi, kanlı husumetler, akıl ve sevgi yerine fevri ve şuursuz davranışların kundaklanması düşmanın tuzaklandır. Düşman oyunlanna karşı tek tedbir ve aynı zamanda Türkiye'yi kurtaracak olan tek çaredir. Sevgide birleşmek, halkla bütünleşmek, düşmana fırsat vermemek, insanlanmızın kalplerini iman ve sevgiyle doldurmak, birleşen gönülleri milletimizin kalkınması için seferber etmek.Türk milleti olarak, bu ağır bunalımlan atlatacağımıza inaniyoruz. Bunalım ve tehdit yoğunlaştıkça, milletimizde kurlulmak için birleşmek ve banşmak gerektiği şuuru da güçlenmektedir. Uyanan Türk milletinin kurtuluş aksiyonu karşısında, komünizmin, her türlü bölücülüğün her türlü tuzaklan boşa çıkacak, bütün oyunlan bozulacak, Türk milleti yeni harikalar yaratacaktır. Cenab-ı Hakk'ın 14 asır müddetle İslâm'a, yer yüzünde adalet ve merhamete hizmet etmiş olan Türk milletine yardım edeceğine iman ediyoruz. İmanda, sevgide, millî birlikte birleşen Türk milleti fıtratındaki büyük enerjiyi harekete geçirtecek, "Gönül seferberliğini gerçekleştirerek bunalımları aşacak ve aydınlık istikbalinin yoluna koyulacaktır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 7:55

Türk milletini, şu ağır ve tehlikeli bunalım döneminde, kini husumeti, bölünmeyi bir tarafa atarak millî birliğe, sevgiye, kalkınmaya, aydınlık geleceğine davet ediyoruz." Tekrar hatırlatmak isterim ki, bunlar benim, bugün kendimi savunmak, iddianamenin isnad ve iftiralanndan kurtulmak gayreti içinde söylediğim sözler değildir. Bu sözleri her vesile ile, her imkânda, yüce Meclis'lerde, radyo ve televizyonda., seçim meydanlarında, gazete ve dergilerde, bıkmadan usanmadan, yorulmadan yazdık, söyledik, konuştuk ve anlattık. Yâni biz bunları iş işten geçtikten sonra ve en yakın çevremizi ve vatanımızı yakarken; iddia makamına göre, "cebir ve zor kullanarak tek kişinin diktatörlüğünü tesis maksadıyla, teşkil ettiğimiz çetenin, iç harb kışkırtıcılığı, bölücülük yaparak, halkı birbiri aleyhine mukateleye sevk ederek" suça en çok bulaşmış olmamız gereken zamanda, ihtilâl'den iki gün önce de yazmış ve söylemiştik. Meseleyi bu derinlikte kavrayıp milletine, devletin mes'ullerine bu teşhisle takdim eden insanların, Türk milletini bölerek birbiri aleyhine mukateleye sevk gibi bir ithamla yargılanması, demokrasi düşmanı, faşist, nazist v.s. olarak itham edilmesi, bizden çok bu ithamları yapanlar bakımından bir talihsizlik olsa gerektir. Şimdi doğrudan iddianameye geliyorum:

İddianameden öğrendiğimize göre; MHP ve yan kuruluşları içinde teşekkül ettirilen "illegal bir örgüt", ayrıca bir de, "örgütün düşünce yapısı" varmış! Böylece yalnız iddia edilen fiillerimizden ötürü değil, hattâ daha çok, fikirlerimiz yüzünden suçlandığımız anlaşılmaktadır. İddianamenin, "düşünce yapı"mızın ne olduğu sorusuna cevabı gayet açıktır ve hiçbir iyimser ihtimâle yer vermemektedir: Savcıya göre, "MHP'liler ve ülkücüler faşisttir, ırkçıdır, Turancıdır, bölücüdür ve mezhepçidir. İllegal çete de bu yanlış, zararlı, üstelik kanunlarımıza göre suç olan fikirlerini gerçekleştirmek r için devleti ele geçirmenin peşindedir. Aşırı solcu teşkilâtlar Marksist-Leninist ve Maoist bir düzen kurmakla suçlanıyorlarsa; MHP ve ülkücü kuruluşlar da faşist, ırkçı ve Turancı bir düzen istemekle suçlanmayıdırlar. Komünistlerin ve bölücülerin faaliyeti kanunlarımıza ve Anayasamıza ne kadar aykırı ise MHP ve ülkücülerin faaliyetleri de en az o kadar aykındır. Çünkü milletimize vereceği zarar ve kanunlara aykırılık bakımından iki tarafın fikri de birbirine denktir; hattâ ülkücülük daha zararlıdır." Evet, iddianamenin mantık yapısı ve örneğe yeltendiği çatı bundan ibarettir. Ne yazık ki, böylesine çürük bir çatının bir vuruşta çökeceğini ve altından kolay kolay kal-kılamıyacağını hesaba katamamıştır. Bay savcı, fikir işlerini hiç kanştırmasa ve bilgi seviyesini aşan meselelerle uğraşmasaydı hem kendisi, hem temsil ettiği yönetim, hem de milletimiz için çok daha hayırlı olurdu. Bu suçlamaların içyüzünü ortaya koymak mecburiyetindeyiz. Bu mecburiyetin icaplarını yerine getirirken, ifâde etmekten kaçınmıyacağım bâzı gerçeklerden ötürü üzülüyorum. Ama ne yapabilirim? Yalnız şahıslarımız değil, mübarek ve mukaddes bir dâva suçlanmıştır. Böyle bir suçlamayı göze alanlar, sonuçlarına da elbette katlanacaklardır. Hiz, iddia edilen Ve suç sayılan fiillerimizin münâkaşasını, devletimizin kuruluş felsefesi ve temel siyâsetini ilgilendiren konulara hiç girilmemesini tercih ederdik, olmadı.

Savcının, fikir hareketimizi, yapı ve anlayışımızı değerlendirmek bakımından, diğer bir söyleyişle, faşist, ırkçı, Turancı, bölücü ve mezhepçi olduğumuzu isbat etmek için seçtiği yollardan biri de "bazı yayınlarımızdan pasajlar almaktır. Herhangi bir fikrin mâhiyetini açıklamak için mensuplarının kitaplanndan, yazılarından ve konuşmalarından pasajlar alınması, lek başına yeterli olmamakla birlikte, sağlam ve uygun bir tarzdır. Ancak, "pasaj" almanın, yalnız bir savcı için değil, herhangi bir vatandaş için de uyulması gereken kaideleri ve şartlan vardır. Öyle kaideler ve şartlar ki, uyulmadığı takdirde, uymayanları peşin hükümlü, tahrifçi ve hâttâ sahtekâr mevkiine lüşürür. Bu kaide ve şartlann birincisi şudur: Alınan pasaj, yazanın veya konuşanın maksadını doğru ifâde etmeli, ana fikir kiiybolmamahdır. İkincisi de; alınan pasajlar, yazının veya konuşmanın tamâmına ters düşecek bir tarzda seçilmelidir. Üçüncüı ve en önemli kaide şudur: Eğer bir pasaj, yazanın veya söyleyenin fikrini suçlamak maksadıyla alınmışsa ve aynı yazı konuşmanın suçlamayı çürütecek bölümleri varsa, o bolun ilere de mutlaka yer verilmelidir. Nihayet, iddianameye giren bir pasajın, suçlanmak istenen fikirlerle mutlaka bir ilgisi bulunmalıdır. Bay savcı, bir benim yazılarımdan, bir de partimizi hiçbir şekilde temsil etmeyen, fakat fikirlerimizi paylaştığı bilinen bâzı kimselerin kitaplarından pasajlar almıştır. Ben, yalnız kendi kitaplarımdan alınan pasajlar üzerinde duracağım.

Böylece savcının tek taraflı şartlanmışlığını, milliyetçi düşünceye nasıl bir düşmanlıkla baktığını, peşin hükümlülüğünü, tahrifçiliğini gözler önüne sereceğim. Faşistliğimizi, ırkçılığımızı, Turancılığımızı, bölücü ve mezhepçiliğimizi isbat için iddianameye konan ilk pasaj, "Gönül Seferberliğine" adındaki kitabımdan alınmıştır ve şöyledir: "Türk yüksek yaradılışlıdır. Arkadaşlar; insanlar çok eski devirlerden beri milletler hâlinde yaşamaktadırlar. Hepinizin bildiği gibi, yeryüzünü çeşitli milletler kaplamıştır, milletlerin arasında devamlı bir'yarışma, devamlı bir mücadele vardır. Her millet, kendi milletini ileriye götürmek, yükseltmek, daha zengin etmek, daha refahlı yaşatmak, daha üst seviyeye çıkarmak için diğer milletlerle yarışmaktadır. Diğer milletlerle mücadelededir. Her millet kendi milletini düşünmektedir. Kendi milletinin saadeti için, kendi milletinin refahı için çalışmaktadır. Kendi milletinin saadetini, refahını temin etmek için gerekli gördüğü anda başka milletleri, başka insanları öldürmekten, yok etmekten, onların haklarına el atmaktan çe¬kinmemektedir. Dünya üzerindeki gerçek budur, realite budur." Bu sözler, 1975 yılında verdiğim bir konferansın giriş bölümüdür. Gençlere, acı ve üzücü de olsa târihin gerçeklerini anlattım. Milletler arasındaki mücâdeleyi iyice anlamalarını, birbirleriyle dövüşmelerinin zarannı ve yanlışlığını kavrasınlar istedim. Bu sözler iddianameye niçin girdi? Savcı, ne demek istiyor? Bizi, hangi yanlış ve zararlı fikri taşımakla suçluyor? Doğrusu çok düşündüm ama, tatmin edici bir cevap bulamadım. Yine de, savcının bir maksadı olmalıdır. Aklıma birkaç ihtimal geldi. Muhtemeldir ki savcı; "Türk yüksek yaradılışlıdır" cümlesine takılmış ve milletimizin övülmüsini ırkçılık işareti saymıştır.

Bu konuda.çok şey söylenebilir. Milletini seven sayısız devlet, siyâset, ilim, fikir ve sanat adamının sözleri ciltlere sığmaz. Ben kısa kesecek ve tek bir misâlle yetineceğim: Milletini övmek eğer ırkçılık işareti ise, Türk târihinin en büyük ırkçısı ******'tür! Türk milletinin üstün vasıflarını belirten pek çok sözü yanında meselâ, "Bir Türk dünyâya bedeldir!" vecizesindeki övgü derecesine hiçbirimiz erişemedik. Diğer bir ihtimal de, iddia makamının, milletlerin birbirine nasıl baktığını belitmemizden, faşist olduğumuz gibi bir sonuç çıkarmasıdır. Her zaman bütün milletler birbirinin kardeşi değildirler, birbirlerine yalnız iyilik etmezler. Biz, dünyânın gerçeklerini anlattık. Gençliğin, hele kardeş kavgasının eşiğine gelmiş bir ülkede, bu gerçekleri öğrenmeye ihtiyacı vardır. İç barışı sağlamanın en tesirli yollarından biri de birbirine hasım zümrelerin dikkatini dışa çevirmek, gençlere daha geniş perspektifler kazandırmaktır. Eğer milletler mücâdelesinden bahsetmek bir faşistlik işareti ise, iddia makamının irâdesine uymak zorunda olduğu ve hizmetlerinde bulunduğu 12 Eylül sonrası yönetimi de faşisttir. Zira Devlet Başkanı Org. Evren, hemen her konuşmasında, "Milletimize yöneltilen ve dış merkezlerden kaynaklanan" bir büyük tehlikeyi anlatmıştır. Aynı mâhiyetteki sözleri arasından, Harp Okulu'ndaki konuşmasının bir bölümünü alıyorum: "Arkadaşlar; dünya o kadar çabuk değişiyor ki, artık harplerin şekli de değişti. İç savaş türleri ile memleketler içlerinden yıkılmaya çalışılıyor. Eğer bir memleketin idare şekli, kendi ideolojisine yalan bir şekle dönüştürülürse zaten, o memleketi işgal etmeye gerek kalmaz. İşte, bizim düşmanlarımızın uygulamak istedikleri politika da budur. Gittikçe nüfusu artan, gittikçe gücü yükselen bir Türkiye birçok ülkeleri rahatsız eder, etmektedir. Bugün 45 Milyon, 10 sene sonra 60 Milyon, kalkınmış bir Türkiye, büyük nüfus sahibi Türkiye, daima onlar için bir kaygı kaynağıdır." Org. Evren'in bu sözleri ile benim sözlerim arasında mânâ bakımından, ifâde edilen tehlike itibariyle fark yoktur. Benim sözlerim, bir faşistlik işareti ise, tekrar ediyorum, aynı işaret Org. Evren için de geçerlidir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 7:56

İddianameye giren İkinci pasaj, yine "Gönül Seferberliğine" adındaki kitabımdan alınmıştu- ve şöyledir: "Türk milleti hiçbir millete benzemeyen vasıftadır. Türk milleti Allah tarafından yüksek vasıflarla yaratılmış bir millettir." Belli ki, Bay Savcı, ilk pasajdaki sözlerim gibi, milletimi öven bu sözleri de bir ırkçılık işareti saymıştır. Peki, şu sözlerin mânâsı nedir ve Türk milletini benden daha mı az övmektedir:" Bunu hatırlatayım ki, Org. Kenan Evren'e aittir. Ben, "Türk milleti hiçbir millete benzemeyen vasıftadır." demişim; Org. Evren, "Bunu başka millet yapamaz." demiş, fark nerede? İddia makamı, ya bizi ırkçılıkla suçlarken samîmî değildir veya milletin övülmesini kendince ırkçılık saymakta, içinden bize hak vermekte "Aslında ikiniz de ırkçısınız, ama ne yapayım ki, onu dâva etmeye gücüm yetmiyor!" demektedir. Böyle olması çok mümkündür. Ancak, o zaman iddia makamını işgal etmeye mecbur olmadığını da hatırlamalıdır. Yine "Gönül Seferberliğine" adlı kitabımdan alınan üçüncü pasaf da şöyle: "Milliyetçilik, sahte sola, komünizme, bö¬lücülüğe karşı her zaman, her yerde karşı koyan ve bütün Türk milletinin birliği, beraberliği, kardeşliği, mutluluğu için çalışan ve gerekirse bu uğurda hayatını tehlikeye koyan ülkücülerin inanç hareketidir." Bu sözler iddianameye niçin alınmış; faşistlik, ırkçılık, bölücülük, mezhepçilik neresinde var?

Acaba Bay Savcı, bu sözlerin nesini suçluyor? Galiba Türk milletinin birliği, beraberliği, mutluluğu ve kardeşliği için "gerekirse hayâtm tehlikeye konumasını" bir faşistlik işareti sayıyor. Bu suçlamanın cevabını ben değil, 12 Eylül Yönetiminin Başkanı verecek; Org. Evren Cumhuriyet Bayramı mesajında: "******'ün (Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen Türk istiklâl ve cumhuriyetini ilelebed muhafaza ve müdafaa etmektir. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!) diyerek koruma görevini verdiği en güzel, en anlamlı emanet Cumhuriyetimizdir. Onu, bütün Türk ulusunun yürekten inandığı ve güvendiği asil Türk gençliği, sonsuza kadar şerefle yaşatacak ve yüceltecektir. Eğer gerekirse, bu uğurda tertemiz kanını akıtmaktan da çekinmeyecektir." diyor. Devlet Başkanı da , ben de bazı yüce değerler uğruna gençliğin hayâtını tehjikeye koyabileceğini ve tertemiz kanım akıtabileceğim söylüyoruz. Kaldı ki, Cumhuriyetin korunması ile, devletimizin temel ilkeleri olan millî birlik ve beraberliğin korunması arasında hiçbir fark yoktur.

"Gönül Seferberliğine" kitabımdan iddianameye giren son bölüm, bir hitap cümlesidir: "Kutsal toprakların uç beyleri! 9 Işıkçı, Üç Hilâlci Bozkurtlar!" Cümle, 23-24.4.1977'de toplanan 13. Kurultay münâsebetiyle yaptığım bir konuşmada geçmiştir. 9 Işık doktrinimizin adı, Üç hilâl partimizin, bozkurt da gençlik kollanmızm amblemidir. Savcının bu hitap cümlesinden nasıl bir mânâ çıkarmak istediğini ben anlamadım, kendisi de anlatamamış. Sıra "9 Işık" adındaki kitabımdan alınan pasajlara geldi. İlk pasaj şöyle: "Türkiye'yi kalkındıracak sistem ve görüş ancak .... müslüman Türk milleti realitesini göz önünde bulunduran .... millî bir görüştür." Aynen alınması gereken bir bölümde nokta noktalarm ne işi var? Okuyanın dikkatinden kaçırılmak istenen hangi kelimelerdir? Herhangi bir iktibasta, bâzı yerlerin noktalarla geçiştirilmesi üç şarttan en az birinin mevcudiyetine bağlıdır: 1- Çıkarılan kelimeler müstehcendir. 2- Çıkarılan kelimeler bir devlet sırrım ifşa etmektedir, açıklanması yasaktır. 3- Atılan kelimeler metin içinde bir fazlalıktır.

Çıkarıldığı takdirde ifâde edilen fikir en ufak bir değişikliğe uğramayacak, yanlış anlaşılmasına imkân olmayacaktır. Savcılık, bu üç şartın acaba hangisine uymuş da bâzı kelimeleri çıkarmış? Anlamak için kitabıma baktım. Çıkarılan kelimeler yerlerine konduğu vakit şöyle oluyor: "Türkiye'yi kalkındıracak sistem ve görüş an¬cak Türk milletinin özelliklerine uygun, müslüman Türk milleti realitesini göz önünde bulunduran ve modern ilim ve tekniği yol gösterici kabul eden millî bir görüştür." Bu nasıl iştir? Bir savcı, Türkiye'nin belki de en büyük siyâsî dâvasında, böyle bir tahrifata nasıl kalkışır? "Türk milletinin özelliklerine uygun" ve "modern ilim ve tekniği yol gösterici kabul eden" ibareleri anılan bölümden niçin çıkarılmışlardır? Müstehcen mi idiler, yoksa bir devlet sırrını mı ifşa ediyorlardı? Bay Savcı, belki de "metinde bir fazlalık saydım" bahanesine sığınmak isteyecektir. Gerçekten öyle mi, bu ibarelerin çıkması mânâda hiçbir değişiklik meydana getirmiyor mu? Mânâ elbette değişiyor, hem de çok değişiyor. Millî özelliklerini bile ihmâl eden, hele ilim ve tekniğin yol göstericiliğini aklına getirmeyen bir görüşün faşizmle, tek taraflı şartlandırma ile, hiç olmazsa gericilik ve tutuculukla suçlanması şüphesiz daha kolaydır. Bay Savcı, yaptıklarının mahkemede yüzüne vurulacağını elbette hesaba katmıştır. Fakat, küçük kurnazlıkların cazibesine kapılmış, zaman kazanmak istemiştir. MHP iddianamesini okuyanlar, eğer görüşlerimizi daha önceleri öğrenmemişlerse, böyle bir tahrifatı hiç düşünemiyecekleri için, savcının isteğine göre şartlanmışlardır.

Böylece savcı, asıl vazifesini unutmuş, şahsım, MHP ve milliyetçilik aleyhine düpedüz propaganda yapmıştır. Hem de gerçekleri kabaca çiğneyen, en seviyesiz cinsinden kara bir propaganda. Şimdi, adalet adına ne cinayetler işlenebildiğim, bir iddia makamının ne kadar küçülebileceğini gösteren, ibret alınacak bir misâle geliyorum. İddianamede, "9. Işık" adındaki kitabının 66-69. sahifelerinden alındığı belirtilen şöyle bir pasaj var: "Gençliğimizi yeni, büyük bir savaş beklemektedir İşte bunun için milliyetçi hareketi başlattık Davranmalıyız, el ele verip omuz omuza canlanmalıyız." Bu satırları okuyanlar, çıkarılan bâzı bölümler yüzünden mânânın tamamen değiştiğini hiç akıllarına getirmiyeceklerinden, suçlu sayılabileceğimize hükmedeceklerdir. İddianamede üç nokta noktalı satırla geçiştirilen cümlelerin umumî mânâsı, herhangi bir mücâdeleden değil, düpedüz bir savaştan, bir muharebeden bahsedildiğidir. Bay Savcının pek benimsediği bir deyimle, illegal çetenin komutanı harekâtı başlatmış, emrindekilere vur emrini vermiştir. Savcının, bütün iddianame boyunca geliştirmeye çalıştığı, fakat bir fiske ile perişan olacağını hiç hesap edemediği mantık yapısına göre, kimlere karşı ve nasıl savaşılacağı da açıktır. MHP'li ve ülkücü olmayan herkese karşı ve silâhla. Çünkü sâdece savaş kelimesi kullanılır da, nasıl yapılacağı ve mâhiyeti ayrıca açıklanmazsa, çıkanlması gereken sonuç budur. Acaba gerçekten öyle mi? Nokta nokta geçilen yerleri doldurduğumuz vakit ne çdcacak? İşte, seçilen bölümün gerçek hâli:

"Gençlerimizi, yeni, büyük bir savaş beklemektedir. Bozgunculuğa, tembelliğe, cehalete, yalancılığa, ahlâksızlığa karşı büyük bir savaş. Türklüğü inkâr eden, Türk milletinin birliğine ve bütünlüğüne karşı çdcan komünizme, bölgeciliğe, mez hepçiliğe ve diğer her çeşit bölücülüğe karşı amansız bir savaş. İşte bunun için milleyetçi hareketi başlattık. Milliyetçi hareket, ülkücülüğü ve gerçekçiliği birlikte yoğurarak, yeni ufuklara doğru Türk milletinin kanatlanışını ön görmektedir. Gayemiz, Türk milletini insanca ve ilmî usûllerle en kısa yoldan, kendi gücüyle ayakta durabilecek, kuvvetli, refahlı, mutlu; hak ve şereflerine sahip bir toplum haline getirmek ve modern milletlerin en ön safına geçirmektir. Gayeye ulaşma yollarımız ise, Türk milletini uyandırmak, ona yeni bir yaşama gücü ve hızı vermek, millî târihe ve Türklük şuuruna dayanan, modern ilmi ve yüksek ahlâkı önder kabul eden yeni bir yaşama felsefesi ile doldurarak çalışmaya ve harekete sevk etmektir. Vatandaşlarımıza içten ve dıştan çevrili bulunduğumuz tehlikeleri anlatmak ve yurdumuzunu kurtuluş ve yükseliş dâvasını halka mâletmek suretiyle büyük hamleyi gerçekleştirmedir. Gayeye ulaşabilmenin diğer yollarından birisi ise; millete önderlik edecek olan aydınlan yetiştirme, onları halk sevgisi ile doldurarak bencillikten uzak, halk gibi, halkla beraber yaşayarak halk için çalışan insanlar durumuna getirmek ve böylece halk ile aydını kaynaştırmaktır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 7:56

Dünya üzerinde yaşayan milletler ailesinin en şerefli, en büyük üyelerinden birisi olan Türk milletinin yaşayabilmesi, yükselebilmesi, güçlü ve mutlu olabilmesi için yeni bir mücadeleye atılması gerekmektedir. Bu mücadele vatandaşlanmız arasında lekesiz ve gölgesiz tam bir adalet ve hak düzeni kurulması mücadelesi olacaktır. Bu savaş geriliği, bilgisizliği, yoksulluğu yok etme savaşı olacaktır. Bu savaş başkalannm pazarı olmaktan, başkaları tarafından sömürülmekten, başkalarından yardım dilenmekten kurtulmanın savaşı olacaktır. Bu savaş bizi sarmış bulunan iktisadî, içtimaî ve manevî her çe¬şit tutsaklık zincirini parçalama savaşı olacaktır. Her türlü art düşüncelerden ve ön yargılardan kurtularak, insan sevgisini ve insan haysiyetine karşı derin saygıyı esas alan, her hal ve şart içinde haksızlığa boyun eğmeyen asil bir başkaldırma hareketi olacaktır. İnsanlık alemi içinde ne uşak olmayı, ne de başkalarını uşak olarak kullanmayı kabul etmeyen şerefli bir bayrağın taşıyıcısı olma hareketi geliştireceğiz. Türk milletine çağlar üzerinden sıçratma yaptırarak onu ilimde, teknikte, yüksek manevî değerlere sahip olmada en yükseğe çıkarmanın savaşını vereceğiz. Bizi anlamayanlar, anlamak istemeyenler vardır ve daima olacaktır.

Dar dünyaları içinde bencilliklerinin, çıkarlarının kölesi olan ruhlar bize düşmanlık etmeye devam edeceklerdir. Milliyetçi hareketçiler, 9 ışıkçılar, ülkücüler böyle yanlış yolda olanların da kurtuluşu, iyiliği ve uyandırılması için iğrenmeden, tiksinmeden, ürkmeden ve korkmadan, vakarını ve inançlarını taze tutarak çalışacaktır. Biz Türk milliyetçileri, ülkücüleri olarak, Türk milleti için engüzeli, en iyiyi, en yükseği sağlamak üzere her engeli aşarak ve hiçbirşeyden yılmayarak i-leriye atılmalıyız. Elimizde hedefe ulaşmak için harcayabileceğimiz zaman yoktur. Dünyanın en zengin topraklan üzerinde, en önemli bir bölgede, tarihin gördüğü en güçlü devletleri kurmuş ve en şaniı orduları yürütmüş olan bir milleti, yoksul, geri, teşkilâtsız, bakımsız, perişan ve dağınıklık içinde kendi haline bırakmıyacaklarmı hatırdan çıkarmamalıyız. Davranmalıyız, el ele verip, omuz omuza şahlanmalıyız." İnsaf edilsin! Savcının bana mâl etmeğe çalıştığı fikirler ile söylediklerim arasında bir münâsebet var mı? Hiçbir kimsenin itiraz etmesi ve suçlamasına imkân olmayan bir yazıyı, birçok yerini atarak bir muharebe emri hâline getirmek kime ne kazandıracaktır? Adaletin tarafsızlığı ve dürüstlüğü bu mudur? Savcının vazifesi, sanığın aleyhindeki ve lehindeki delilleri hiçbir ayırım yapmadan değerlendirmek değil midir? "9 Işık" adlı kitabımdan alınıp iddianameye giren diğer bir bölüm şöyledir: "Milliyetçilik dışındaki ideolojilere karşı milliyetçiler ve milliyetçi gençler ülkü bayrağı altında toplanarak ...... daha teşkilâtlı, daha planlı bir mücadele vermek zorunluluğundadırlar. Bozkurta düşmanlık gösterenleri Türk milletinin düşmanları olarak tanıyacağız ve düşmanlıklarını düşmanlıkla karşdıyacağız Biz bozkurtlar ordusuyuz."

Savcı, yine maksadımızın yanlış, en azmdan noksan anlaşılmasına zemin hazırlamak için nokta nokta usûlünü denemiş, hiç çekinmeden tahrifçilik yapmıştır. Bölümün başına alınan "Milliyetçilik dışmdaki ideolojilere karşı" ibaresi yazınm aslında yoktur. Cümle, "Bunlara karşı" kelimeleri ile başlamaktadır. Şüphesiz, "Milliyetçilik dışındaki ideolojilere karşı" ibaresini de kullanabilirdim ve hiç bir mahzuruda olmazdı. O halde savcı, böyle bir tahrifçilik yapmakla ne beklemiştir, aleyhimizde nasıl bir sonuç çıkarılmasını istemiştir? Ne yapmak istediğinin cevabı seçtiği bölümün hemen öncesindeki cümlelerde mevcuttur. Şöyle demişim: "Bugün yine Türk milleti geriliğin, bilgisizliğin, yoksulluğun, adaletsizlikler ve haksızlıkların pençesinde perişan durumda bulunmaktadır. Medenî milletler arasında sürdürülmekte olan yükselme ve ilerleme yarışlarının dışında bulunmaktadır. Aynca kendisini köleliğe, parçalanmaya ve dağılmaya götürecek olan komünizm gibi, bölgecilik gibi yabancı ideolojilerin saldırısı altındadır. Bunlara karşı milliyetçiler ve milliyetçi gençler ülkü bayrağı altında toplanarak ilim ışığında daha teşkilâtlı, daha planlı bir mücadele vermek zoj runluluğundadırlar." Görülüyor ki, ben gençleri, yalnız milliyetçilik dışındaki ideolojilere karşı değil, aynı zamanda, bilgisizliğe, yoksulluğa, adaletsizliğe, haksızlığa, yükselme ve ilerlemenin dışında bulunmaya karşı da mücâdeleye çağırmışım. Küçük idraklerin kurnazlığı da küçük olur. Bay Savcı, şunu söylemek istemiş: "Türkeş'e göre, milliyetçiliğe aykırı ideolojilerin mânâsı, MHP'nin ve ülkücülerin benimsemediği bütün fikirlerdir. Türkeş, gençleri, kendilerinden olmayan herkese karşı mücâdeleye çağırıyor." Mücâdelenin kaba kuvvetle yürütüleceği intibaını vermek için de nokta nokta koymayı tercih etmiş, "ilim ışığında" kelimelerini metinden çıkarmış. Zâten ne hikmetse Bay Savcı, "ilmin ışığı, modern ilim ve teknik" gibi sözleri, iddianameye aldığı yazılarımdan mutlaka çıkarıyor. Yoksa benim ilim ve tekniğe gösterdiğim saygının bilinmesinden mi rahatsız oluyor? Savcının aynı metinden atarak nokta nokta ile geçiştirdiği cümle de şudur: "Bozkurtçuluk, Türk düşmanlarının, satılmışların, vatan hâinlerinin iddia ettiği gibi ne faşistliktir, ne emperyalizmdir, ne de putperestliktir." Neden çıkardığı da belli. Aklınca bizi lekelemek, bir millî sembole duyduğumuz sevgiyi faşistlikle, emperyalistlikle, putperesetlikle suçlayabilmek için savcının yakıştırmaları, uydurmaları, tahrikleri, nokta nokta koyarak geçmeleri bu kadarla da bitmiyor.

Hukuk adma konuşan bir adama asla yakışmayan, peşin hükümlülüğün ve yeminli milliyetçilik düşmanlığının bütün izlerini taşıyan başka bir misâl vereceğim. İddianamede yine "9 Işık"in 132. sahifesinden alındığı belirtilen şöyle bir cümle var: "En iyi savunma taarruzdur; gelişmeyi hareket olarak düşünmek ve geliştirmek gerekir." Bu sözlerden ne anlaşılır? Hakkımızda peşin hükümlü olmadığına inanmak istediğimiz bir mahkeme bile savcının aldığı pasajla yetindiği takdirde, lehimize bir sonuç çıkaramaz. Böyle bir cümle, aşağı yukarı şu şekilde açıklanır: "MHP ve ülkücüler, bir mücâdele içinde olduklarına göre, 'en iyi savunma taarruzdur' sözü, mücâdelenin-stratejisini vermektedir. 'Gelişmeyi hareket olarak düşünmek ve geliştirmek gerekir' cümlesi de sözle; yazı ile, fikirle değil, hareket olarak, yâni silâhlı bir 'mücâdelenin tavsiye edildiğini gösterir." Yalnız mahkeme heyeti mi? Hakkımızda çok iyi duygu ve düşünceleri olan herhangi bir vatandaş bile, yukarıdaki cümleyi böyle anlar. İşin içyüzüne geçiyorum: Kitabımın ne 132. sahifesinde, ne de başka bir yerinde; "En iyi savunma taarruzdur, gelişmeyi .... hareket olarak düşünmek ve geliştirmek gerekir." şeklinde bir cümle yoktur. "En iyi savunma taarruzdur"dan sonra nokta konmuştur; gerisi şöyledir: "Türklük ülküsüne ve Türk milliyetçiliğine dayanan millî kültür gelişmelerini yabancı kültür ve ideoloji saldırılarına karşı bir reaksiyon olarak değil, onları bastıracak şekilde yüksek ve asil inançlara dayanan bağımsız güçlü bir hareket olarak düşünmek ve geliştirmek lâzımdır." Anlaşılıyor ki savcı, benim yabancı kültür ve ideoloji saldırılarına karşı tavsiye ettiğim bir şeyi noktalarla atlayarak adetâ bir iç mücâdele stratejisi kılığına sokmuş; millî kültürün geliştirilmesi olarak tavsiye ettiğim hareketi de, iç mücâdelede seçilmesini istediğim bir yöntem gibi "fikirle değil hareketle, yâni silâhla mücâdele ediniz" tarzında anlaşılmağa uygun bir hâle getirmiştir. Böyle şey olmaz. Büyük bir dâvanın iddia makamında oturan bir adam böyle davranamaz, bu tarzda saptırmalara tenezzül edemez.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 7:57

Adı geçen cümleyi niçin söyledim, ne kastettim? Hem bunu açıklaması ve hem de 12 Eylül öncesinin ideolojik mücâdelesine nasıl baktığımı ifâde etmesi bakımından, yazımın bir bölümünü okuyacağım. Bu fikirler, diğer' yazı ve konuşmalarımda da tekrarladığım temel fikirlerimdir: "Son 5-6 yıl içinde yurdumuzda çok ciddî ve acıklı olaylar meydana geldi. 12 Mart 1971'de Türk Silâhlı Kuvvetleri tarafından verilen muhtıra, millet hayatında yeni bir safha açtı. Bu arada, komünizme, bölücülüğe ve bölgeciliğe kaymış olan pekçok genç ve okumuş kovuşturmaya uğradı. Silâhlı çeteler kurularak partizan savaşlarına girişildi. Memleketimizde misafir bulunan yabancılar taarruza uğradılar, kaçırıldılar ve katledildiler. Bunları yapanların bir kısmı, devlet kuvvetlerine silâhla karşı koydukları bir sırada yapılan çarpışma sonunda vurularak öldüler. Gençlerin birçokları tutuklandılar. Bunların tuttukları yolun ne kadar yanlış olduğu ve memketimiz için zararlı, yıkıcı bulunduğu bellidir. Memleketimiz için bu durum ne büyük acıdır ve Türk milleti için ne büyük kayıptır. Niçin Türk milletinin yüzlerce genci ve bir kısım okumuşları vatan için zararlı olan bu yıkıcı akımlara ve hareketlere sürüklemişlerdir? Niçin memleketimizin bu talihsiz çocukları Türkiye'yi bölgelere göre parçalayarak ayrı ayrı küçük devletler haline sokmak ihanetine saplanmışlardır? Niçin üniversitelerimizde yıllarca okuyup yetişmiş olan bu insanlar, 'Ben Türk değilim, müslüman değilim, Türkiye diye bir varlık tanımıyorum.' şeklinde ifadeler vermişlerdir? Yurdumuzun evlâtları olan bu gençler üniversiteye gelmeden önce, aile yuvalarında bulundukları zamanlarda bu kötü ve yanlış fikirlere sapmış değillerdi. Hattâ birçokları gerçek mânâda vatansever ve milliyetçi idi. Bunların millet için kaybolmalarının sebebi memleketimizin birçok yıllardan beri içinde yuvarlandığı fikir ve inanç boşluğudur. İnsanlar inançla, ülküyle yaşarlar, mutlu olurlar ve yükselirler. İnançsız ve ülküsüz bir kimse kendisini boşlukta bulur. Ve sâdece içgüdülerinin tesiri altındaki olaylar içinde sürüklenir, davranışları ve hayatı tesadüflere bağlı kain. Yaşadığımız çağ, herşeyden önce, bir ideoloji ve kültür savaşı çağıdır. Kendi millî kültürünü geliştirme yoluna gitmeyen milletler ve kendi millî ülküsünü tâyin edip, insanlarını bu ülkü ile yetiştirme yoluna gitmeyen toplumlar, yabancı kül¬türlerin ve yabancı ideolojilerin esiri olurlar.

Türkiyemiz birçok yıllardan beri yabancı kültürlerin ve yabancı ideolojilerin taarruz ve istilâsma mâruz bulunmaktadn. Yaşadığımız çağda düşman topu, tüfeği ile gelmeden önce, kültür ve ideoloji ile düşünce ve inanç hayatımızı ve sanat dünyamızı istilâ etmeye girişmektedir. Bunda başarı sağladıktan sonra düşman silâhlı kuvvetlerinin devletimizi ve vatanımızı ele geçirmesi basit bir meseleden ibaret kain. 1917 yılından beri Rus emperyalizmi yeni bir örtüye bürünmüş ve yepyeni, aynı zamanda çok kuvvetli, hattâ müthiş bir silâha sahip olmuştur. Bu silâh komünizm ideolojisidir. Bu ideolojiyi Rus emperyalizmi, sömürmek istediği milletleri ve toprakları yutmak için ustaca kullanmış ve kullanmaktadır. Türkiye, devletler arasında sürdürülen gizli ve açık mücadelenin mihrakında bulunmaktadır. Bunun için yabancı kültür ve yabancı ideolojilerin en amansız saldırısının hedefidir. Türk milletini yok etmek amacı güden yabancı kültür ve ideoloji saldırılan hiçbir zaman durmayacaktır. Yeni şekillere bürünecek, yeni. metodlar uygulayacak, yepyeni insanlar ortaya sürecek, savaşını devam ettirecektir. Bunlara karşı koymak ve Türk milletini, Türk devletini sür'atle güçlendirmek için millî bir ideoloji ve millî bir kültür hamlesi ortaya konulmalıdır. Fikirler, ülkü ve inançlar ancak kendilerinden daha doğru, daha güçlü ve daha üstün fikir ve inançlarla yenilgiye uğratılabilirler. Türk milleti için yabancı ideoloji ve kültür saldırılarına karşı dayanılacak kuvvet Türklük ülküsü ve Türk milliyetçiliği şuuru ve Türk milliyetçiliği ideolojisidir. Yabancı kültür ve ideolojilerin saldırılarından bahsederken yalnız komünizmi düşünmek eksik bir tutum olur. Türklüğün her alanda yükselmesini ve Türk milletinin güçlü bir toplum olarak, bağımsız bir kişilik içinde gelişmesini engelleyen her türlü yabancı kültür ve ülkü tesirini dikkate almak gerekmektedir. Yıkıcı akımlara, bölücü ve parçalayıcı propagandalara karşı korunmayı hedef alan reaksiyoncu bir tutumu benimsemek çok yanlış olur." Dürüst olması şartı ile, okuduğunu anlayabilen bir tek kişi tasavvur edilemez ki, bu saunan iddianameye alman şekle soksun.

Bu tarz örnekler henüz bitmedi, daha çok var. "9 Işık"ın 511. sahifesinden alman pasajda şöyle deniyor: "Amansız bir sâvaşki bu savaş sürecektir. ...... Türkiye sınırlan içinde savaşımız amansız olarak sürdürülecektir." Kime karşı ve nasıl bir savaştan bahsediyorum? Aynca belirtmediğime ve dürüstlükten zerre kadar nasibi olan bir insan, tereddütleri gideren ve asıl maksadı açıklayan kelimeleri nokta nokta koyarak atamıyacağına göre, herhalde düpedüz bir savaştan söz ettiğim düşünülecektir. Kime karşı verileceği de belli: Bizden olmayan herkese karşı. Hem de amansızca sürdürülecek. Savcı'nın vehmindeki MHP ve ülkücü umacısına ne kadar uygun. Şimdi aynı bölümü nokta noktaları doldurarak okuyorum: "Bu savaş sürecektir. Türk milletini dünyanın tanıdığı en korkunç emperyalizmin, Rus emperyalizminin kölesi yapmak gayesini güden komünizme karşı Türkiye sınırlan içinde saaşımız amansız olarak sürecektir." Komünizme karşı açılan bir savaştan Bay Savcı, niçin gocunuyor? "Temel Görüşler" kitabımdan alınan bir pasaj: "Şimdi memleketi adım adım dolaşıyorum Bunu ne için yapıyorum? Bunu milletimin içine bir kurt düşürmek ve böylece hep beraber bütün milleti harekete geçirmek için yapıyorum, bizim dertlerimizin çaresi hep birlikte aynı anlayış içerisinde seferber olmak ve halk enerjisini, harekete geçirmektir." Nokta nokta ile geçiştirilen yerlerin birincisinde, "ve bütün vatandaşlarla görüşüp konuşuyorum.", ikincisinde ise "büyük hamlelere girişmek üzere" ibareleri vardır. Metinden niçin çıkarıldıkları bellidir.

Atılan ibarelerden sonra, metinden, "yalnız mensuplarımıza talimat verdiğim ve bütün milleti, kalkınmak için yeni hamlelere girişmek üzere değil, 'iç savaş' yolunda hareket geçirmek" istediğim gibi bir mânâ çıksın diye. Yine aynı kitaptan alınıp iddianameye giren başka bir bölüm: "Biz milliyetçiler, belki tarihte ilk defa misli görülmemiş bir mücadeleye girişmiş bulunuyoruz. Mücadelemiz için önceleri pek az mücadele arkadaşı bulabileceğiz, fakat önemli olan sayı değil iştir, hareketttir." tik cümleden hemen sonra gelen ve mücâdelenin mâhiyetini anlatan "Mücadelemiz büyük Türk milleti için en iyi, en doğru ve en güzeli ne pahasına olursa olsun elde etmektir." cümlesi, galiba okuyanın dikkatini hiç uyandırmamak için, noktalar da konmadan tamamen çıkarılmış, "Keyfiyet, yâni kalitedir" ibaresi de noktalarla geçiştirilmiş. Bir insanın ana fikri nasıl katledilir ve tasvip etmediği bir fikir kendisine nasıl yamanır? Bay Savcı, bunun da asla unutulamıyacak misâllerini vermekten geri kalmıyor. Yine "Temel Görüşler" adındaki kitabımdan alınan bir bölüm var: "Hak kuvvetindir ilkesi hükmünü yürüten tek ilke olmuştur Kuvvetli, inanan, hakka aldırış etmeyen bir genel başkan hüviyetine giriyorum. Belki de Bay Savcı, kuvvet üstünlüğüne inanmanın faşizme temel ilkelerden biri olduğunu öğrenmiştir. Alınan bölüm, noktalarla geçiştirilen cümleler yerlerine konduğu zaman, şöyledir: "Hak kuvvetindir ilkesi dünyanın var olduğundan beri milletlerarası münasebetlerde hükmünü yürüten tek ilke olmuştur.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 7:57

İnsan Hakları Beyannamesi ve Birleşmiş Milletler Anayasasına rağme 1971 yılı Aralık ayı içerisinde Pakistan'ın uğradığı ağır taarruz ve tecavüzler bunu acı bir şekilde tekrar gözler önüne sermiştir. 1968 yılında Çekoslovakya'nın ve 1956 yılında Macaristan'ın başına gelenler de içinde bulunduğumuz katı gerçeklerin canlı delilleridir. Milletler arasındaki mücadele şuurundan mahrum olan toplumlar başkalarının boyunduruğu altına düşerler. Bu gerçekleri göz önünde bulundurarak Türk milletinin haklarını korumak ve daima saydırabilmek için kuvvetli olmaya ve kuvvetli olmanın yolunu bulmaya mecburuz." Açıkça bellidir ki, kendime ait, benimsediğim bir ilkeden değil, târihin gerçeklerinden söz etmişim. Bir insanın bu gerçeklere katılmaması için ya cahil olması veya kuvvetli haksızları, meselâ Hindistan'la Sovyetler'i, Pakistan'a, Macaristan'a ve Çekoslovakya'ya tecâvüzlerinde haklı sayması gerekir. "Temel Görüşler" kitabımdan yine bir nokta noktalı tek bir cümle "Bu savaş, bir başkaldırma hareketi olacaktır." Kimenkarşı savaş? Savcıya göre, bizden olmayan herkese karşı. Kime başkaldırılacak? Tabiî, devlete. Yazımdan, böyle bir mânâ çıkarılması istenmiştir. Çıkarılan kısımlar yerine konunca bölümün aldığı hüviyet, tahrifçiliğe özenenlerin maskelerini düşürmeye yeterlidir. Şöyle oluyor: "Bu savaş, geriliği, bilgisizliği, yoksulluğu yok etme savaşı olacaktır. Bu savaş başkalarının pazarı olmaktan, başkaları tarafından sömürülmekten, başkalarından yardım dilenmekten kurtulmanın savaşı olacaktır. Bu savaş bizi sarmış bulunan iktisadî, içtimaî, siyasî ve manevî her çeşit tutsaklık zincirini parçalama savaşı olacaktır. Her türlü art düşüncelerden ve ön yargılardan kurtularak, insan sevgisini ve insan haysiyetine karşı derin saygıyı esas alan, her hal ve şart içinde haksızlığa boyun eğmeyen asil bir başkaldırma hareketi olacaktır."

Nokta noktalı başka bir pasaj: "Ana siyaset uzun vadeli bir plandır ve açığa vurulmaz ana siyasetin gizli tutulması, açığa vurulmaması ve nesillere devredilerek yürütülmesi gerekir." Neyin ana siyâseti? Savcının vehmince, illegal bir teşkilât kurduğumuza göre, çetenin ana siyâseti olmalı, değil mi? Parça, dış siyâsetle ilgili bir yazımdan alınmıştır ve aslı şudur: "Millî menfaatlere göre bir devletin siyaseti iki ayrı faaliyet halinde yürütülür. Bunlardan birisi ana siyasettir. Diğeri ise günlük siyasettir. Ana siyaset millî hedefleri gösteren, uzun vadeli bir plandır. Uzun vadelidir. Üç günlük, iki haftalık, üç aylık, altı aylık, beş yıllık değil; en az elli yıl, yüz yıl, ikiyüz yıl, uzun vadelidir. Devekuşu gibi başını kuma sokup, yarınını hiç hesaplamadan dış siyaset yürütmeye kalkan devletler birdenbire bâzı sürprizlerle karşı karşıya gelirler ve çok şeyler kaybederler. Demek ki ana siyaset millî hedefleri gösteren uzun vadeli bir plandır ve o açığa vurulmaz. Ana siyasetin gizli tutulması, açığa vurulmaması ve nesillere devredilerek yürütülmesi gerekir." "Temel Görüşler" kitabımdan iddianameye giren son pasaj nokta noktalı haliyle şöyledir: "Biz, kendi genç kadromuzu geliştirmeden iktidar olmayı istemiyoruz Türk milletinin bünyesi icâbı, Türk milletinin sosyal yönden gelişmesi çabuk olmaz, hızlı olmaz. Evvelâ çok yavaş olur, fakat zamanla kadrolar teşekkül ettikçe birdenbire hızlanır. O zaman da aklın alamıyacağı kadar hızlanır O zaman zaten düşündüğümüz şeyler olacaktır." Noktalar sayesinde "devleti ele geçirmek için ihtilâlci bir kadro yetiştirmeye çalıştığımız" tarzında yorumlanmaya müsait hâle getirilen yazı, aslında müteveffa Abdi İpekçi ile yaptığım bir konuşmadan alınmıştır ve noktalı yerler doldurulunca şu şekle girer: "Biz kendi genç kadromuzu geliştirmeden iktidar olmayı istemiyoruz. Bugün mevcut olan kadromuzla düşündüklerimizin, memlekette başarılmasını çok güç görüyoruz. Türkiye'nin büyük problemleri var, büyük reformlar, büyük hamleler istiyor. Bunları yapabilmek için de idealist, reformcu bir kadro lâzımdır. 27 Mayıs'ın birçok sahalarda başarısızlığının sebebi de böyle idealist, reformcu sivil bir kadroya sahip olmayışıydı.

Biz bu yıl iktidar olsak, bu kadroya sahip olmadıkça mevcut kadronun görüşüne, kapasitesine tâbi olmak, boyun eğmek durumunda kalırız. Bu bakımdan kendi kadromuzu yetiştirmeden iktidar olmak hususunda acelemiz yoktur. İkincisi, bizim görüşümüze göre sosyal olaylar, sosyal gelişme bilhassa Türk milletinin büny S icabı, Türk milletinin sosyal yönden gelişmesi çabuk olmaz,. Evvelâ çok yavaş olur. Fakat zamanla, kadrolar teşekkül ettikçe birdenbire hızlanır. O zaman da aklın alamıyacağı kadar hızlanır. Onun için biz bugünkü neticeden, bu yavaş gelişmeden ümitsizliğe düşmedik, ümitsiz değiliz. Bizim durumumuzu söylüyorum. Bizde bir gelişme vardır; ama bu gelişme yavaş bir gelişmedir. Fakat bir gelişmedir ve bunu da tabiî görüyoruz. Bu yavaş yavaş gelişecektir. Ama kadrolar teşekkül ettikçe hızlanacaktır ve birdenbire çok hızlanacaktır. O zaman zâten düşündüğümüz şeyler olacaktır. Milletin arzusuyla, rızasıyla iktidar olacağız ve düşündüklerimizi yapacağız." "Yeni Ufuklara Doğru" kitabımdan alınan ilk pasaj da tahrifçilikten kurtulumamıştır: "size bir haber veriyorum bakacaksınız, herhangi bir hareket, söz fikrimize, Türklüğe uygunsa alacaksınız, zarar veriyorsa onu sileceksiniz." Yazının aslında 'haber' kelimesi yoktur. Doğrusu 'alev'dir. Dizgi yanlışı desek, kelimeler o kadar farklı ki, mümkün değil. Çıkarılan kısım da şöyle: "Bununla herkese bu yolu göstereceksiniz. Elinizdeki bu meş'ale ile her şeyi değerlendireceksiniz." Alevin ne olduğu da paragrafın başında yazılı. "Arkadaşlar milleyitçi fikirleri bütün Türk milletine, Türk gençlerine yayacaksınız." Aynı kitaptan alınmış başka bir pasaj: "Biz sadece komünizme karşı bir reaksiyon değiliz onu ezip geçen bir aksiyonuz." Acaba, ne ile ezip geçeceğiz? Savcıya göre, elbette silâhla, vurarak, öldürerek! Ama, noktalı yerler doldurulunca garip bir sonuç çıkıyor: "Biz sadece komünizme karşı bir reaksiyon değiliz. Ona fikirle karşı çıkan, Türk milletine ufuk açan ve komünizmden daha kuvvetli, onu ezip geçen bir aksiyonuz." Evet, böyle demişim. Zâten, tanınmaz hâle getirilerek alınan pasajdan biraz önce, Savcının hiç sevmeyeceği, mücâdelemizin yöntemini belirten cümleler var: "Komünizm bir fikirdir. Fikir kaba kuvvetle bastınlamaz. Bir fikir ancak kendisinden daha güçlü diğer bir fikirle yenilebilir." Diyelim ki. Bay Savcı, işine gelmediği için bu kısmı almadı. Peki, aldığı pasajın özünü teşkil eden 'fikirlere karşı çıkma' kelimelerini niçin attı? Hezeyanlarla dolu 941. sahifeye >üç kelime daha sığdıramadı mı?

Nokta noktalı son pasaj; "Türkiye'nin Meseleleri" kitabımdan alınmış ve şöyle: "Gençleri teşkilâtlandırmak hazırlamak ve yetiştirmek gereklidir." Gençleri hangi maksatla teşkilâtlandıracağız, hazırlayacağız ve yetiştireceğiz? Okuyanlar, hiç olmazsa bir müddet, gençlerin kavga için teşkilâtlandırılmasını istediğimiz gibi bir zarına kapılabilirler. Oysa, yansından bölünen cümlenin tamamı ve noktalı yerlerin aslı şu: "Türk gençliği, Türk milletinin geleceğinin biricik ümidi ve kurtuluş kaynağıdır. Bu görüşle gençlerimizi teşkilâtlandırmak, memleket kalkınmasında başarılı hizmetler yapmaları için hazırlamak ve yetiştirmek gereklidir." Kitaplarımdan alınıp iddianameye giren pasajlar arasında, aynen iktibas edildiğinden hiç kimsenin asla şüphe etmeyecek olduğu bölümler de vardır. Çünkü bunlar tırnak içinde verilmiş, hülâsa edildiklerini veya değiştirildiklerini belirten hiçbir işaret konmamıştır. Bu pasajların birincisi, iddianamedeki hâli ile, aynen şöyle (Sh. 22-28): "Hak kuvvetindir mantığının yerleştirilmesi - amacı için zorlu örgütlenme isteği - zorlu olan haklı da olur." Bu nasıl iktibas? 7 sâhifelik bir yazı 13 kelime ile nasıl aynen iktibas edilir? Kaldı ki, kitabımın hiçbir yerinde savcının aldığı sözler yoktur. Biraz dikkat edilince, anlaşılır ki, Bay Savcı, hırsının tuzağına düşmüştür. Fikirlerimde suç aramak cezbesine kendini öyle bir kaptırmış ki, tuttuğu notlan kitabımdan iktibas niyetine iddianameye geçirmiş! Ama notlannın da gerçeklerle en ufak bir ilgisi yoktur. İnandığımı açıkladığım asıl fikir tamamen değiştirilmiş, tersine çevrilmiştir. Güya iktibas edilen yazının başlığı şu: Hak, kuvvetlinin değil, haklınındır." Şahsî görüş ve inancımı ifâde eden bölümleri de şöyle: "Dünya üzerinde milletler arasındaki münasebetlerde değişmeyen katı gerçek hak kuvvetindir ilkesi olduğunu söylemiştim. Türk milleti kişi olarak ve toplum olarak tarih boyu yaşadığı her çağda hakkı ve adaleti birinci toplum olarak tarih boyu yaşadığı her çağda hakkı ve adaleti birinci planda tutmuştur. Bugün de Türk milleti olarak biz, hakkın kuvvetin olması, kuvvetin emrinde olması görüşüne karşıyız. Türk milleti olarak biz daima adaletin ve hakkın, hukukun her şeyin üstünde yer alması görüşünde bulıınap. insanlarız. Büyük ******'ümüzün Kurtuluş Savaşı'na hak kuvvetindir ilkesine karşı 'bu âlemde elbette bir hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir, üstünde olmalıdır.' ifadelerini de kullanmıştır. Bizim millet olarak daima hakkı tutmamız, adaletten yana olmamız ve hakkın hukukun, kuvvetin üstünde yer almasını istememiz ve bunu doğru görmemiz dünyâ üzerindeki realiteyi değiştirmeye yetmez.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:01

Bizim iyi niyetimiz, doğru görüşümüz dünya üzerinde binlerce yıl hüküm sürmüş olan ve bugün de hüküm yürütmekte olan bu kaba çirkin gerçeği değiştirmeye yetmez. ******'de, 'elbet bu âlemde birhak vardır ve hak kuvvetin üstündedir, kuvvetin üstünde olmalıdır.' demiş olmasına rağmen, mazlum Türk milletinin haklannı kabul ettirebilmek için kuvvet meydana getirmeye ve kuvvet kullanmaya mecbur olmuştur. Teşkil ettiği millî kuvvetlerle yeniden teşkilâtlandırdığı, kurduğu Türk Silâhlı Kuvvetleri ile düşman silhahlı kuvvetlerini ezmedikçe Türk milletinin haklarını hiç kimseye kabul ettirememiştir. Bu sözlerimle bizim millet olarak gençlerimizin, aydınlanmızın kuvvetten başka bir şeyi tanımamalan, kuvvete tapmalan görüşüne karşı olduğumuzu anlatmak istiyorum. Biz herşeyden evvel hakka, adalete saygılı ve hakkın, hukukun hâkim olacağı bir toplum düzeni istediğimiz gibi, hakkın hukukun ve adaletin gölgesiz bir şekilde hüküm süreceği bir dünya nizamı kurulmasını da istemekteyiz. Bütün milletlere, bütün insanlara sadece hak, hukuk ve adalet esaslan ile muamele sağlayacak, münasebetleri bu esasa göre yönetecek bir düzenin kurulmasını istemekteyiz. Böyle bir düzenin gelmesini dilemekteyiz. Fakat bizim bu iyi niyetlerimiz, bu iyi dileklerimiz bugün yeryüzünde hükmünü içera etmekte olan hak kuvvetindir ilkesini değiştirmeye yetmemektedir. Bunu değiştirebilmemiz için de millet olarak bizim güçlenmemiz, kalkınmamız, güçlü, sözünü gerektiği zaman heryerde kabul ettirebilecek bir varlık haline gelmemizle ancak mümkün olur." Kitabımdan aynen alındığı belirtilen başka bir pasaj şöyledir: "Milliyetçiliğe karşı olmak ihanettir. Milliyetçilikten taviz verilemez. Kültür davası alfabeyi okuma ve ezberleme davası değildir. Kafayı, kalbi ve bedeni geliştirme yetiştirme davasıdır. Çünkü kişinin fikrî ve fizikî gücüne dayanmayan hiçbir hamle başarıya ulaşamaz. Hürriyetin tek garantisi mülkiyettir. 9 ışık sisteminin hedefi, Türk milletinin her ferdini mülk sahibi yapmaktır." Okuyanların aynen alındığını zannedecekleri bu parça bile, Savcının tahrifatseverliğinden kurtulamamış, imkân nisbetinde yanlış anlaşılmağa müsait bir hâle getirilmiştir. Önce, yazı başlığı olan 'Milliyetçilikten taviz verilemez' (Milliyetçiliğe karşı olmak ihanettir) sözü metne dâhil edilmiştir.

Sonra hiçbir işaret konmadığı halde, "İnsanlığın hayatında savaş araç ve gereçleri de devamlı olarak gelişme halindedir. Kılıç, ok, tüfek, top, tank, uçak, atom silâhlan gibi. Bugün milletler birbirleriyle adına sessiz harp diyebileceğimiz bir kültür savaşı içindedirler. Kültür savaşı ideolojik harpten daha şümullüdür. Bir millet başka bir milleti veya milletleri kendi kültürü içinde eritmeye gayret eder. Savaşta ok, kılıç, mermi için insanın en hassas noktası kalbi ve beynidir. Kültür savaşı da aynı noktalan hedef alır. Bunun için bir milletin hayatında" kısmı metinden çıkarılmıştır. Nihayet, 6 sahifelik bir bölüm 6 satırla geçiştirilmiştir. Aynen alındığı belirtilen başka bir parça: "Milliyetçi anlayışa aykın düşen davranışlar her Türk için menfurdur, ezilmesi lâzımdır, size büyük bir prensibi işaret ediyorum: Biz Türk milliyetçileri olarak, ancak Türk milletine yararlı olacak faaliyetler için Türkiye'de hüniyet tanınz. Bu aşkla (milliyetçilik aşkıyla) kendilerinizi unutmuş hâle geleceksiniz ve böylece önünüzde her engel yıkılıp yollar bize açılacaktır." Bu parça da aynen alınmamıştır; çıkartmalarla, 4 sahife 7 satıra indirilmiştir. Yazıda, "Milliyetçi anlayışa aykırı düşen davranışlar her Türk için menfurdur, ezilmesi lâzımdır." cümlesi yoktur. Doğrusu şu: "Binaenaleyh, demokrasi derken, particilik derken herşeyin üstünde Türk milletinin menfaatlerini, Türk milletinin birliğini, bütünlüğünü, beraberliğini ve yüksek menfaatlerini gözetmek ve Türk'ün şaşmaz şiarı, şaşmaz düsturu olmalıdır. Buna aykın düşen davranışlar her Türk için menfurdur, ezilmesi lâzımdır." Bu tahrifçilik niçin yapılmıştır? Bay Savcı, kendince, MHP'nin anlayışına aykırı düşen her davranışı menfur saydığımızı, ezilmesini istediğimizi, böylece nasıl bir faşist ve ırkçı olduğumuzu isbat ediyor!

Yine iddianameye aynen alındığı söylenen, fakat 4 sahifeyi 3 cümleye sığdıran pasaj: "Üniversite komünist olmadıysa bunda bozkurtlann mücadelesinin rolü büyüktür. Bu uğurda çok şehit verilmiştir. Millî doktrin 9 ışık reaksiyon değil, millî bir doktrin, millî bir aksiyondur." Savcı, 'Bu uğurda çok şehit verilmiştir.' cümlesinden sonraki uzun bir bölümü atlıyor. Oysa, hak duygusundan biraz nasibi olsaydı, lehimizdeki delillerin gizlenmesini marifet saymasaydı, özellikle şu satırlan mutlaka iddianameye alması gerekirdi: "Arkadaşlar bugün için hâdise çıkarmanızı istemiyoruz. Sizi tahrik edebilirler, sizi dövmek isteyebilirler. Maksattan sizi de orduya karşı gibi göstermek, anarşist göstermek. Sola karşı sağ çıkarmak istiyorlar. Milliyetçi kadronun yetişip üniversiteden mezun olmasını istemiyorlar. Onun için siz onlarla çatışmayınız. Bu demek değildir ki, mücadeleden çekiliyoruz. Hayır. İlimle, ahlâkla, çalışmayla mücadeleyi sürdüreceksiniz. Asıl olan da budur. Komünizm bir fikirdir. Fikir kaba kuvvetle bastmlamaz. Bir fikir ancak kendisinden daha güçlü diğer bir fikirle yenilebilir. Onun için polisiye tedbirler komünizmi ve bölücülüğü ortadan kaldırmaz. Çünkü onun karşısına ondan daha güçlü bir millî ideoloji çıkarmıyor." "Yeni Ufuklara Doğru" kitabımdan aynen alındığı zannım veren bir başka cümle: "Kendi planımıza tabî olacağız, düşmanlanmızı planlanmıza tabi küacağız." Yine bâzı kelimeler çıkanlmış. 'Düşmanlanmız' sözü, 'yani Türk milletinin düşmanlan' tarzında açıklanmışken, ne hikmetse atlanmış. Başka bir pasaj: "Milletvekilleri beceriksizliğe düştüler mi, çıkartan korumak gençliğe düşer." Cümlenin aslı: "Bu da demektir ki, seçilmiş temsilciler olan milletvekilleri halk hizmetinde beceriksizliğe, yolsuzluğa, hattâ kötülüğe saptılar mı, halkın çıkarlannı korumak görevi gençliğe düşer."

Kitaplanmdan alınıp iddianameye olduğu gibi giren birkaç pasaj daha vardır. Fakat niçin seçildikleri, neyi isbat edeceklerinin umulduğu belli değildir. Ancak, tahrip edilmeden verilen bu parçalarda bir-iki cümleden ibarettir ve yazıların asıl mânâsını aksettirmekten uzaktır. Paragraflar, hatta cümleler ikiye bölünmüş, okuyanlann tereddüde düşmesi istenmiştir. Meselâ savcı, "9 Işık" adındaki kitabımın 491. sahifesinden şu bir tek yanm cümleyi almıştır: "Azınlık ırkçılığına hayat hakkı tanımayacağız." Niyet bellidir. Çoğunluk ırkçılığına taraftar olduğumuz gibi bir mânâ çıkarılması için gayret ediliyor. Ancak bu yanm cümlenin tamamıyla öncesi ve sonrası okunduğu vakit maksadımızın ne olduğu kesinlikle anlaşılacak, Bay Savcının oyunu da bozulacaktır. Nitekim, ırkçılığımızın bir işareti gibi yorumlanmasına çalışılan yanm cümlenin de bulunduğu paragraf, tam tersine ırkçı değil, birleştirici olduğumuzu isbat etmektedir ve şöyledir: "Milliyetçi Hareket, Cumhuriyet sınırlan içinde yaşayan, kendini Türklüğe adamış herkesi Türk sayar. Milliyetçi Hareket bölücü değil birleştirici, bütünleştiricidir. Milliyetçi Hareket Hitler ırkçılığını, nazizmi reddettiği kadar, Türkiye halkları sözleri içinde azınlık ırkçılığı yapan zihniyeti, azınlık ırkçılığına yatıkhk yapan sahte solu da reddeder. Sahte solla, onun liderleriyle, komünist eşkiyalarla kolkola yürüyen azınlık ırkçılığına hayat hakkı tanımayacağız. Türkiye halkları sözlerini yurdumuzda söyletmeyeceğiz. Türkiye'de Türkiye halkları yoktur, yalnız ve yalnız ebedî, büyük Türk milleti vardır. Milliyetçi Hareket gerçek demokrasiden, hürriyetçi parlamenter rejimden yanadır. Bu sebeple biz. Milliyetçi Hareket olarak, faşizme de, komünizme de karşıyız. Faşizme, komünizme karşı olduğumuz kadar, demokratik milliyetçiliğe inanmış partimize, siyasî cinnet ve ahlâk buhranı içinde saldıran sahte sola, onun külhanbeyi, delikanlı başkanının çarpık, marazî zihniyetine da karşıyız. Sahte sol, bolşevik metodlarından, komünist kışkırtmalarından, bölgecilik istismarından geri durmalıdır."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:01

Netice olarak, iddia makamı hesabına utanç verici bir tablo karşısında bulunmaktayız. Savcı, faşist, ırkçı, bölücü ve mezhepçi olduğumuzu isbat etmek, kendi tâbiri ile, "Düşünce yapımızı ortaya koymak için yayınlanmış kitaplarımdan toplam 34 pasaj almıştır. Bunlardan tam 16 tanesi, nokta nokta saptırmasıyla tanınmaz bir hâle getirilmiştir. Asıl fikirlerim saklanmış, mânânın özü kaybolmuş, sözlerim yanlış yorumlanmağa müsait bir kılığa sokulmuştur. Gerçi savcı, metinlerden kasten çıkardığı kclinu ..ilen sonra bile, iddianameye alınan sözlerimle faşistliği, ırkçılığı, bölücülüğü ve mezhepçiliği isbata yarayacak en ufak bir delil bulamamıştır. Fakat, pasajlardan çıkarılan sözlerimle, en azından, faşizme, ırkçılığa, bölücülüğe ve mezhepçiliğe karşı olduğum gerçeği saklanmıştır. Kitaplarımdan seçilip iddianameye giren 8 pasaj, hiçbir işaret konmamak suretiyle aynen alındığı zannını vermesine rağmen değiştirilmiş, bâzı kısımlar çıkarılmış ve savcı tarafından metinde mevcut olmayan kelimeler eklenmiştir. Aynen alınan pasajlardan bir kısmının, isnad edilen suçlarla en ufak bir ilgisi bulunmadığından, niçin seçildikleri ve neyin isbat edilmek istendiği anlaşılamamıştır. Diğer birkaç pasajda ise paragraflar, hattâ cümleler ikiye bölünmüş, fikirlerimin doğru anlaşılmasına imkân kalmamıştır. Bir kaatimi ve kendim için değil, gençler hesabına duyduğum bir endîşeyi ifâde etmek mecburiyetindeyim: Yayınlanmış, yüzbinlerce kişi tarafından okunmuş ve artık değiştirilmesi imkânsız kitaplardan aldığı bölümleri böylesine değiştiren., bozan, tanınmayacak hâle getirmeye yeltenen bir savcının bu dâvada yaptığı hiçbir işin hak ve hukuk kaidelerine uygun olduğuna inanmak mümkün değildir. Böylesine peşin hükümlü ve şartlanmış bir kafanın aldığı ifâdelere, yaptığı soruşturmalara, ibraz edeceği delillere asla güvenmiyorum. Savcı, kitaplarımdan seçtiği pasajlardaki tahrifçiliği ile benim ve partimin düşünce yapısını değil, ama kendi zihniyetini ve ahlâkî yapısını pek güzel ortaya koymuştur. Savcı, dünyâ görüşü ne olursa olsun, bir hukuk adamı gibi değil, basında ve Meclislerde birçok örneğini gördüğümüz, solcu propagandacılar gibi davranmıştır. Bu saptırmalarının, yaptığı tahrifatın konuşmaya başladığımız anda doğrusunu ortaya koyacağımızı biliyordu, ama iddianamesini okumasıyla bizim konuşmamız arasında geçecek süre içinde temin etmeyi umduğu propaganda kârından vaz geçememiş ve bu tutumuyla mutlak surette ahlâkî kayıtların dışına çıkmıştır.

Şimdi de, Bay Savcının, faşizm, ırkçılık, Turancılık, bölücülük ve mezhepçilik suçlamalarını isbat etmek için öne sürdüğü ve delil sandığı diğer hususlara geçiyorum. Savcıya göre, faşistliğimizin en kuvvetli delillerinden biri, kendi tabiriyle, "bir aşamada" doktrinimize verdiğimiz Milliyetçi-Toplumcu adı imiş. Milliyetçi-Toplumcu deyimi Nasyonal Sosyalist mânâsına gelirmiş ve böylece, biz de faşist ve nazi olurmuşuz. Bir defa, doktrinimizin adı tâ baştan itibaren 9 Işık'tır ve hiçbir "aşama"da Milliyetçi-Toplumcu olmamıştır. Milliyetçilik ve toplumculuk, 9 Işık'ın iki umdesidir. Bir arada ifâde ettikleri mânâ, doktrinin uygulama safhasında benimsenecek bir sistem olarak düşünülmesidir. Zâten biz, toplumculuk kelimesini sosyalizmin değil, Gökalp'teki tesânütçülüğün-dayanışmacılığın karşılığı olarak kullanmıştık. Fakat, ülkemizdeki kavram kargaşalığı yüzünden, Milliyetçi-Toplumcu deyiminin yanlış anlamalara sebebiyet verdiğini gördük ve kaldırdık. Üstelik nasyonal sosyalizm, milliyetçi-toplumculuk tarzında tercüme edilemez. Sosyalizm, bütün dünyâda müşterek ve tercümesine ihtiyaç duyulmayan bir kelimedir. Nitekim Ülkemizdeki çeşitli solcu zümreler de kendilerine toplumcu değil, sosyalist, marksist-leninist, maoist ve nihayet komünist demektedirler. Ayrıca nasyonal kelimesinin karşılığı da milliyetçi değil, millîdir. İki kemile arasında çok fark vardır. Aslında doktrinimizin adı milliyetçi-toplumcu olsa ve nasyonal sosyalizmle karşılansa bile, hiçbir şey isbat edilmiş olmazdı. Çünkü doktrinleri birbirine benzeten isimleri değil, muhtevalarıdır. Savcının başka bir delili de Franco'nun partisinin adı. O partinin adı, Türkçe'de milliyetçi hareket mânâsına geliyormuş, isimlerden medet ummak bir çaresizlik ifadesidir, komünist blokta sosyalist adını taşıyan partiler vardır. Batı Avrupa'da da birçok parti aynı adı almıştır. Ama böyle olması, Batı Avrupa sosyalist partilerinden hiçbirinin marksist-leninist doktrini benimsedikleri mânâsına gelmez. Savcının perişan mantığına göre, faşist ve nazil iğimizi isbat eden diğer bir delil de Başbuğ kelimesidir. İspanya'da kullanılan Coudillo sözü, Türkçe'de Başbuğ mânâsına geliyormuş. Hitler Almanya'sında Hitler için kullanılan Führer ve Mussolini için kullanılan Duçe kelimeleri de mânâ yönünden Başbuğ kelimesine çok yakınmış! Biz de çağımızın üç faşist diktatörüne özenmiş, onlara benzemek için Başbuğ unvanını seçmişiz. Ne kadar kolay! İspanyolca bilmem, Coudillo kelimesinin Türkçe'deki mânâsını da hiç merak etmedim. Fakat Türkçe'mizde Başbuğ kelimesi varken, Franco yoktu. Çünkü Başbuğ, dilimizde çok eskiden beri mevcuttur. Lider mânâsına kullanılması Cumhuriyetten sonradır. Bay Savcı, sırf Başbuğ kelimesi yüzünden beni Franco'ya özenmekle ve faşistlikle suçlamaya yeltenirken, çok dikkatli olmalıdır.

Çünkü aynı mantıkla, hiç aklına getirmediği kimseleri de suçlamak mecburiyetinde kalabilir. Zira Başbuğ kelimesi, özellikle 1945 yılına kadar, pek çok defa, ****** ve İsmet İmönü için de kullanılmıştır. Onlar da faşist mi idiler ve Franco'ya mı özenmişlerdi? Führer, önder, şef demektir. Duçe ise Venedik ve Ceneviz Cumhurbaşkanlarına verilmiş bir unvandır. ******'e verilen Ebedî Şef ve İnönü için CHP'nin benimsediği Millî Şef unvanları, Führer sözünün mânâsına, Başbuğ'dan çok daha yakındır. Kelimelerle oynayarak hiçbir sonuç alınamaz. Üstelik kelimelerle oynamak çok tehlikelidir, sonunda nereye varacağı bilinemez. İddianamenin faşistliğimize delil olarak gösterdiği Walter Jacob Pfersich Jr. hikâyesine gelince, düpedüz gülünçtür ve böyle bir dâvaya karıştırılması adaletin ciddiyetine karşı saygısızlıktır. Genel Merkezimizde yapılan aramalarda 15 adet l'er ' dolarlık Express Money Order ele geçmiş. Yapılan inceleme sonunda, 15 dolar tutarındaki yardımın Walter Jr. tarafından ve Kalifornia'dan postalandığı, gerçi sembolik olduğu, ama yardım ve işbirliği mânâsını taşıdığı anlaşılmış. Ayrıca bu Walter Jr. bana bir zarf göndermiş, içinde imzalı bir resmi, ayrıca dört dilde Nasyonel Faşist Parti ibarelerinin bulunduğu bir kart varmış. Bay Savcı, hiç üşenmemiş, Dışişleri Bakanlığı'na hemen bir yazı yazmış, Walter Jr. hakkında ayrıntılı bilgi verilmesini istemiş. Bakanlığın cevabı da biraz tuhaf: Fizikî özellikleri hakkında ayrıntılı bilgi vermişler. Ama doğum târihi belli olmadığı için, başka bir şey bilmiyoruz, demişler. Yani adamın işi gücü, akıllı mı deli mi, Nasyonel Faşist Parti gerçekten var mı yok mu, hiç belli değil. Ama böyle bir saçmalıktan savcının çıkardığı sonuca bakınız: "MHP'ne sembolik de olsa parasal yardımda bulunan kişiye ait kartvizitten kendisinin Amerika'da Nasyonal Faşist Parti yöneticilerinden olduğu ve faşist bir partinin yöneticisi ile Milliyetçi Hareket Partisi arasında felsefî benzerlik ve paralellik açısından ilişki kurulduğu saptanmaktadır." Tek delil bir kartvizitten ibaret. Hem de yalnız fizikî özellikleri malum, hakkında başka hiçbir şey bilinmeyen bir adamın kartviziti.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:02

Hâdiseyi hatırlıyorum: İlk zarfı açmış, arkadaşlara da göstermiştim. Epeyce gülmüş, herhalde hasta biridir, demiştik. Diğer zarflara hiç bakmadık. Dünyâda deli çok, ara sıra da bizi buluyorlar! Gerçekten faşist olsaydım ve faşist dünyâ teşkilâtlan ile işbirliği yapmayı düşünseydim, muhtemelen bir akıl hastası olan Walter Jr.'la ne işim vardı? Türkiye'deki sosyalist ve komünist partilerin yaptığım yapardım. Toplantılarına katılır, nutuklar söylerdim. CHP'nin Sosyalist Entemasyonal'e girmesi gibi, meselâ ben de Faşist Entemasyonal'e girerdim. İspanya ile. Güney Amerika ile temasa geçerdim. Veya böyle bir teşkilât kurmaya çalışırdım. Bizim, komünizme ve her türlü emperyalizme olduğu gibi, faşizme ve nazizme karşı tutumumuz son derece açıktır. Faşizmi ve nazizmi reddettiğimizi, değil bir defa, 10 defa, 100 defa, belki 1000 defa söyledim, gerekçelerini açıkladım. Savcı da bütün gayretine rağmen, faşistliğimizi isbat edecek bir tek ciddî delil bulamamış, zorlama yorumlanıl, ciddiyetsiz yakıştırmaların ve uydurmacılığın yardımına sığınmıştır. Nitekim, "Millî Devlet-Güçlü İktidar" isteğimizi bile faşizm saymış, böylece devletin kuruluş felsefesine ve Anayasaya karşı çıktığını da düşünememiştir. Devletin millîliği bir Anayasa emridir, başka türlü bir devlet istemek veyâ kurulması için çalışmak suçtur. Güçlü iktidar ihtiyâcı ise, 12 Eylül Harekâtına mecbur kalınmasından da anlaşılacağı gibi, millelçe duyulan bir özlemdir. Bir Anayasa İlkesinin ve millî bir ihtiyâcın ifâdesi hangi mantıkla faşizm oluyor? İddianamede doktrinimizin demokrasi ile uzlaşmazlığı ve Franco benzeri olduğu öne sürülmektedir. Ayıptır. Bir hukuk adamına böyle bir tutum yakışmaz. Bu hükmü verebilmek için Franco'nun doktrini ile bizim doktrinimizi ayn ayrı incelemek, karşılaştırmak, benzer taraflarını göstermek gerekir. İddianamenin hiçbir yerinde, Coudillo Başbuğ yakıştırması hâriç, böyle bir inceleme yapılmamıştır. Zâten eminiz ki Bay Savcı, ne bizim doktrinimizi, ne de Franco'nun doktrinini bilmektedir. Eğer bilseydi, benzerlik iddiasına kalkışmazdı.

Aslında faşizm tek manalı bir kelime değildir. Bu sebeple, herhangi bir fikir veyâ doktrinin faşistlikle suçlanması da tek ölçüye bağlanamaz. Herkesin bildiği ve savcının da bilmesi gerektiği gibi, komünistlere göre kendilerinden olmayan, özellikle marksist-leninist ideolojinin yayılmasını güçleştiren kim varsa, hepsi faşisttir. Savcının faşizm suçlamasındaki ölçüsü, komünistlerce uygulanan ölçü olamaz, olmaması gerekir. Çünkü, ****** başta gelmek üzere Cumhuriyetimizin bütün devlet adamları ve 12 Eylül yönetimi, komünistlere göre faşisttir. Savcının faşizm suçlamasındaki ölçüsü, fikir hürriyetine hiçbir sınır tanımayan Batılı bâzı aydınlarda görüldüğü gibi, komünizmin, bölücülüğün, ırk, din ve mezhep ayrımcılığının yasaklanması da olamaz. Savcının ölçüsü Anayasamızın, kanunlarımızın ve temsil ettiği yönetimin ölçülerine uygun olmak mecburiyetindedir. Devletimizin kuruluş felsefesine, Anayasamıza, kanunlarımıza ve 12 Eylül yönetiminin beyân ve ilân edilen ilkelerine faşizm demek imkânı varsa, benim ve arkadaşlarımın da ancak bu takdirde faşistlikle suçlanmamız mümkündür. Devletimizi, Anayasa ve kanunlarımızı ve 12 Eylül yönetimini faşistlikle suçlayanlar çıkabilir, çıkmıştır da. Ama komünistler veyâ fikir hürriyetine hiçbir sınır tanımayan aşırı liberaller tarafından faşistlikle suçlanan bir yönetimin sav¬cısı, aynı ilke ve ölçüleri paylaşan beni ve arkadaşlarımı faşistlikle suçlayamaz. Savcı, ikide bir, karşı fikirlere hayat hakkı tanımadığımızı ve bunun faşistliğimizi isbata yettiğini öne sürüyor. Ama, hayat hakkı tanımadığımız fikirlerin ne olduğunu söylemiyor. Bizim, açıklanmasına hürriyet verilmesini istemediğimiz fikirler, aynı zamanda devletimizin, Anayasamızın ve kanunlarımızın da yasakladığı fikirlerdir. Meselâ biz, devletin millîliği esâsını reddeden fikirlere ve bu fikirlerin açıklanması ve teşkilâtlanmasını suç saymış, cezalandırmıştır. Herhalde savcı, kanunlar cezalandırabilir ama siz karşı çıkamazsınız, gibi bir mantığa sığınmayacaktır. Kanunlarca suç sayılan fikirlere hürriyet verilmesini istememek bir faşistlik işareti ise, Bay Savcı'mn bizden önce, hizmetinde bulunduğu yönetimi suçlaması gerekir. Nitekim Org. Evren, bâzı siyasetçilerin, seçim meydanlarında, 141 ve 142. maddelerin kalkmasını istediklerini anlatmış ve böyle yapanları suçlamıştır. Biz, milletin ve vatanın bölünmesini isteyen fikirlere de hürriyet tanınmasını istemeyiz. Devletimiz ve kanunlarımız da istemez.

Nihayet, faşizm suçlaması ile ilgili olarak, birkaç önemli noktaya daha temas edeceğim. Savcıya göre ben, Mussolini, Hitler ve Franco'nun yanlışlarını değerlendirerek faşistliğimi gizlemeğe çalışmışım. Târihte inandıklarını açıklamayan insanlar görülmüştür; ama, inandığı fikirleri kötüleyen, hattâ hakaret eden kimse yoktur. Hem komünistinin, kurtçusunun, her çeşit devlet ve millet düşmanının cirit attığpbir ülkede, ben, gerçekten faşist olsaydım, açıklamaktan niçin korkacaktım? Ben, bir Türk milliyetçisiyim. Her sahada olduğu gibi, ideoloji sahasında da yabancı taklitçiliğine tenezzül etmem.. Türk milliyetçileri aleyhinde bugüne kadar her çeşit iftira ve yalan söylenmiştir. Bu iddia ve ithamların birçoğu birbirine zıt olmakla beraber gerek Türk kamuoyunu ve gerekse dünyâ kamuoyunu aldatmak için hepsi de ısrarla kullanılmıştır. Türkiye'yi kızıl emperyalizmin kölesi hâline getirmek için çalışan komünistler ise, kendi yalan ve iftiralarına başkalarını, hattâ bazı devlet görevlilerini bile ortak etmenin çâresini bulmuşlardır. Faşizm ve nazizm hakkındaki fikirlerim açıktır. Daha önce çok yazdım, çok konuştum. Faşizm, İtalya'ya mahsus korporatif bir sistemdir. Müteveffa Abdi İpekçi, bir konuşmamızda, sendikacılıkla ilgili görüşlerimizin korporatif sisteme benzediği iddialarının bulunduğunu öne sürmüş ve şu cevâbı almıştı: "Tek tip sendikacılık Faşist italya'da uygulanan sistem değildi. Faşist İtalya'da uygulanan sistem korporasyonlar sistemi idi. O sistemde işverenler ve işçiler beraber bir korporasyon içinde teşkilâtlanıyor ve korporasyonlann dahil olduğu bir meclise dayanan bir idare bahis konusu idi. Bizim görüşlerimizin ise bununla hiçbir ilgisi yoktur. Yâni korporasyon sistemini kabul etmiyoruz. Bizim görüşümüz işçinin daha iyi korunması ve bü¬tün işçilerin de her çeşit ihtiyaçlarının sağlanması amacı içindir." Faşizm, marksistlere karşı bir reaksiyon olarak, eski bir marksist tarafından kurulup yürütülmüş bir harekettir. Nazizm ise, Avrupa milletleri arasında kökü hayli eskilere dayanan (Ari ırkın üstünlüğü) ve Antisemitizm) ilkelerini siyâsi bir tatbikat hâline getiren Hitler'in, Cermen ruhuna uygun doktrinidir. Nazizmin Cermen cemiyetinde târihî kökleri vardır ve bu kavimlerin sosyal psikolojisi ile uyuşmaktadır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:02

Faşizm, marksistlere karşı bir reaksiyon olarak, eski bir marksist tarafından kurulup yürütülmüş bir harekettir. Nazizm ise, Avrupa milletleri arasında kökü hayli eskilere dayanan (Ari ırkın üstünlüğü) ve Antisemitizm) ilkelerini siyâsi bir tatbikat hâline getiren Hitler'in, Cermen ruhuna uygun doktrinidir. Nazizmin Cermen cemiyetinde târihî kökleri vardır ve bu kavimlerin sosyal psikolojisi ile uyuşmaktadır. Türkler tek devlet fikri ve tatbikatına en erken erişmiş bir millettir. Millet ve milliyet şuuru, bölgecilik, âşiretçilik, mezhepçilik gibi meselelerin daima üstünde olmuştur. Hattâ Türkler'in, Asya, Avrupa ve Afrika'da imparatorluklar kurduğu çağlarda bile devlet yine de tek olarak kabul edilmiş, Doğudaki "Karakurum Han" bütün Türk âleminin büyük hakanı sayılmıştır. Katliâm Türk târihinde mevcut değildir. İspanya'dan kovulan Yahudi, ülkesini kaybeden Polonya'lı, mezhebi horlanan Rus, Osmanh-Türk devletine sığınmış, himaye ve adalete mazhâr olmuştur. Böyle bir târihin eseri olan Türk cemiyetinde başka din veya ırka mensup kimseleri imha etmek gibi bir düşüncenin tatbîki mümkün değildir. Binâenaleyh Türk milleti içinden bir nazi hareketi doğamaz, kafasını taklide kaptırmış üç-beş kişi çıkarsa, onlar da gülünç olmaktan başka bir netice elde edemezler. Türk milliyetçiliği her çeşit taklitten arınmış, kendi cemiyetinin değerlerine bağlı ve o değerleri geliştirici bir harekettir. Özentiye ihtiyâcı yoktur. 17. Asırda'furklerarasında i dolaşmış bir İngiliz şöyle yazıyor: "Türklerle aslında ikide bir çatışıyoruz, üstelik dinlerimiz de birbirine karşıt. Ama bana öyle iyi davrandılar ki, doğrusu utandım. Herkes güler yüzlüydü. Herkes dostluklarını hareketleriyle, fakat biraz da yukardan bakarak ortaya koymak istiyordu." Türk milletinin vasfı budur, vakarlıdır, bencil, menfaatçi ve korkak olmadığı için, gaddar, saldırgan ve zâlim değildir. Onun için de faşizm ve nazizmin yerleşmesine bizim cemiyetimizde imkân göremiyoruz. Nazizm ve faşizm meselesine her zaman böyle baktım.

Buna rağmen Bay Savcı, başta benimkiler olmak üzere, okuduğu kitap, makale, bildiri ve mektuplardan kesinlikle, ırkçılık esâsına dayanan faşist bir düzen kurmak istediğimiz neticesine varmış. Nerden anladığı, hangi kitaptan, hangi yazıdan, hangi bildiriden ve hangi mektuptan böyle bir sonuç çıkardığı hiç belli değil. İddia makamını işgal edenler, her akıllarına eseni isbatlanmış bir suç gibi öne süremezler. Bay Savcı, hangi yazımdan ve hangi konuşmamdan faşist olduğum neticesine vardığını açıklamağa mecburdu. Kendince birşeyler "saptırıyor", ama ne "saptadığını" ve neye dayanarak "saptadığını" kimse anlamıyor. İddianamenin başında yer alan "Örgütün Düşünce Yapısı" bölümünü okuyanlar şöyle düşünürler: "Şimdilik iddialarını sıralamış, isbatını sonraki bölümlere bırakmış!" "Eylemin Yasal Tanımı" bölümünü okuyanlar da, zannederler ki, Bay Savcmın keskin hükümleri daha önceki sahifelerde isbat edilmiştir. Oysa iddianameyi hazırlayan öyle bir kafadır ki, hiçbir iddiasını isbat etmeye ihtiyaç duymamakta, kötü kelimeleri yanyana sıralamakla vazifesini yaptığını sanmaktadır. Aslında faşizm kelimesi, özellikle Türkiye'de millî meselelerdeki dikkat ve hassasiyetleri suçlamak için kullanılan bir kelimedir. Komünizmin karşısına kim çıkmışsa, damga hazırdır, faşist! Kırk yıllık CHP'li rahmetli Nihat Erim bile, sırf bu yüzden faşistlikle suçlanmış ve öldürülmüştür. Devletin millîliği, milletin birliği ve vatanın bölünmezliğini savunmak da faşizmdir, bizim 30 yıldır faşistlikle suçlanmamızın temel sebebi budur. Böyle olmasına alıştık ve yadırgamıyoruz. Ancak Cumhuriyet'i kollamak ve korumak için yapılan 12 Eylül harekâtından sonra açılan bir dâvada faşistlikle suçlanmamızı anlıyamıyoruz. Çünkü, 12 Eylül yönetimini temsil eden MGK Başkan ve üyeleri de komünistler tarafından aynı sebeplerle, komünizm ve bölücülük konusundaki dikkat ve hassasiyetleri yüzünden faşistlikle suçlanıyorlar.

Faşistliğimizi iddia edenler, hiç olmazsa kanunlarımızın yasakladığı bir fikrimizi bulmalıydılar. Savcı çok dikkatli olmalı, aşırı solun faşizm konusundaki ölçülerini paylaşmış bir duruma düşmeliydi. Faşistliğimizi isbat bakımından, millî değerlere bağlılığımızdan, târihe saygımızdan, bayrağa saygımızdan başka ne bulabilmiştir ve eğer bulabilmişse, neden ortaya koymamıştır? Faşizm suçlaması, bana ve arkadaşlarıma bir iftiradır. Biz cesur adamlarız. Faşist olsaydık, hiç çekinmez, söylerdik. Ama, bâzı kimselerin, milliyetçiliği doğrudan doğruya suçlamaya cesaret edemedikleri için, faşizm ve ırkçılık gibi bahanelere sığındıklarını da biliriz. Hangi görüşümüzün devletimizin kuruluş felsefesine, Anayasa ve kanunlara aykırı olduğu gösterilmedikçe Bay Savcının faşizm iddiaları hayal hanesinden doğmuş bir vehimden ibaret kalacaktır. Vehimler de, ancak sahiplerine zarar verir. Savcı, beni, arkadaşlarımı, MHP ve ülkücü kuruluşları ırkçılıkla suçlamakta, fakat ırkçılıktan ne anladığını ve ne sebeple ırkçı olduğumuzu açıklıyamamaktadır. Mânâsı değiştirilerek, tahrif edilerek, ana fikri saptırılarak iddianameye alınan yazılarımda ırkçılığıma hükmedilmesini gerektirecek bir tek cümle, hattâ bir tek kelime yoktur. Binlerce sahifeyi bulan yayınlanmış yazı ve konuşmalarımda da hiç kimse ırkçılık ifâdesi olan tek bir cümle, tek bir kelime gösteremez. Irkçılığın, şüphesiz birbirine bağlı iki mânâsı vardır: Birinci mânâsı, bir insanın herhangi bir millete mensubiyetini laboratuar esaslarına, fiziki benzerliklere göre tesbit ve tâyin etmektir. Meselâ Türkler'in umumiyetle buğday tenli olduklarını öne sürerek sansın bir insanı, milleti meydana getiren diğer bütün unsurları ihmâl ederek, Türk saymamak ırkçılıktır. Irkçılığın ikinci mânâsı da başka ırkları küçük görmek, başka ırklara ve milletlere yaşama hakkı tanımamaktır. Nihayet, memleketimiz gibi dil birliğini henüz sağlayamamış ülkelerde millete mensubiyetin ana dil esâsma bağlanması da ırkçılık sayılmış ve zararlı görülmüştür.

Benim ırkçılıkla suçlanabilmem için, Türk milletinden olmayı fiziki benzerliklere bağladığımın, başka milletleri küçük gördüğümün, başka ırklara ve milletere yaşama hakkı tanımadığımın, hiç değilse Türk sayılmayı ana dil esâsına bağladığımın isbat edilmesi gerekir. Aksi halde suçlama bir iftiradan, bir yalandan ibaret kalır. Suçlamalarını destekleyecek bir kelime bulabilmek için kitaplarımı didik didik ettiği anlaşılan Bay Savcı, eğer biraz insaflı ve tarafsız olabilseydi, ırkçı olmadığımı açıkça gösteren pekçok delilden bir-iki tanesini iddianameye alırdı. Milliyetçilikten ne anladığımı, ırk konusuna nasıl baktığımı çok yazdım, çok konuştum, konferans ve semirlerimde çok anlattım. Fikirlerim, özetle, şöyledir: "Türk milliyetçiliği, Türk milletinin kendi varlığım meşru savunma isteğinden, meşru savunma duygusundan doğmuş bir şuur ve duygudur. İmparatorluğun uzun yüzyıllar bütün yükünü taşıyan Türk halkı, Türk unsuru İmparatorlukta en çok ezilen bir unsurdur. Fakat en çok da, ihmâl gören bir unsurdur. İkinci Meşrutiyet döneminde bir kurtuluş çâresi olarak öne sürülen İslâm birliği, Osmanlıcılık fikirleri içinde, o da bütün bu fikirlerin tahakkuku için elinden gelen bütün imkânları harcamış, herşeyi yapmıştır. Fakat zamanla bakmıştır ki, bir taraftan Sırbistan bağımsızlık alıyor, bir taraftan Bulgaristan, bir taraftan Romanya, derken müsiüman oldukları halde Araplar ve başka müsiüman unsurlar, onlar da (biz Türk değiliz) diyorlar, bağımsızlık peşinde koşuyorlar. İşte bu akımlar Türk milletinde derinden derine kendi millî benliğini duymak, millî şuuruna ermek ve artık sâdece kendi halkından, kendi cinsinden, kendi milletinden medet ummak, beraber olmak, bir araya gelmek fikrini, duygusunu meydana getirmiştir; ki bu da meşru bir savunma duygusudur. Türk milliyetçiliği hiçbir zaman şoven olmamıştır. Hiçbir zaman başka bir milleti küçük görmek, yok etmek veyahut o millete zulüm etmek fikri ile, duygusu ile alâkası olmamıştır. Eğer öyle olsaydı 500 sene, 800 sene, 900 sene bizim idaremizde, elimisin altında kalmış olan milletlerin 500 sene sonra, 900 sene sonra ayrı bir millet hüviyeti, varlığı gösterememiş olmaları, içimizde eriyip gitmiş olmaları icap ederdi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:03

Türkçülük, milliyetçilik anlayışımız, manevî şuurlanmaya dayanır. Bu temel üzerinde Türklük şuuruna erişmiş, samîmî olarak (ben Türk'üm) diyen herkes Türk'tür. Türkçülük ve Türk'ün tâyininde sapık ölçülere, özellikle mezhepçiliğe, coğrafyacılığa, laboratuar ırkçılığına inanmıyoruz. Başka milletleri küçük gören, dünya barışını tehlikeye koyun antropolojik ırkçılık, Türk milliyetçilik ülküsünün dışındadır. Milliyetçilik anlayışımız maneviyatçı, akılcı, demokratik, çağdaş bir milliyetçiliktir. Nazist Hitler ırkçılığının, komünist ırkçılığın, her türlü anti demokratik, insan sevgisine dayanmayan emperyalist ırkçılığın karşısındayız. Emperyalist ırkçılık, millî devlet fikrini tanımaz. Milliyetçi Hareket millî devlet fikrine inanır, bütün devletlerin eşitlik ve bağımsızlığını savunur, her devletin ülke ve millet bütünlüğüne saygı duyar." CHP ve solundaki partiler, yıllar boyu, etnik ayırımcılık yapmışladır. Şimdi onların değil de bizim ırkçılıkla suçlanmamız, Bay Savcının isteklerine uygun düşse bile, 12 Eylül sonrası yönetiminin beyân ve ilân edilen ilkeleri ile asla bağdaşamaz. Bizim millet ve milliyetçilik anlayışımız, ırk meselesine bakışımız, devletimizin kuruluş felsefesine, Anayasamızın temel ilkelerine ve kanunlarımıza tamamen uygundur. Bizi ırkçılıkla suçlayanlar, devletin esaslarını, ******'ü ve kanunlarımızı da suçlamış olurlar. Hattâ ******, bâzı konularda bizden daha katı düşünmektedir. Meselâ, dil konusunda demiştir ki; "Milliyetin çok bariz vasıflarından biri dildir. Türk milletindenim diyen insan herşeyden evvel ve mutlaka türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılılığını iddia ederse, buna inanmak doğru olmaz." Biz, hiçbir zaman, bu kadar ileri gitmedik. Bir millete mensubiyet şartını fizikî benzerliklere ve ana dil esâsına bağlamadığımız, yâni antropolojik ve etnolojik mânâda ırkçı olmadığımız anlaşıldıktan sonra, geriye ne kalıyor?

Bâzı mensuplarımızın, özellikle ülkücü gençlerin, yazı ve şiirlerinde, ırk ve benzeri kelimeler kullanılması mı suçlanıyor? ******'ün, duygularımın babası diyerek övdüğü Namık Kemâl, "Fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır." demekle ırkçılık mı yapmış, kanın maddî özelliklerini mi anlatmıştır? Yine ******'ün çok sevdiği ve "Millî Şair" unvanını verdiği Mehmet Emin Yurdakul, "Ben bir Türk'üm-Dinim, cinsim uludur!" diye haykırırken, cins kelimesini ırk mânâsına mı kullanmıştır? Ululuğu, beden yapısından gelen ortak özelliklere mi bağlamıştır? Yine ******'ün yakınlarından Sâmih Rıfat, "Irkım doğudan koptu, dört bucakta savaştı / Altay'dan attığım ok Alp Dağlarını aştı." derken, ırkçı mı idi? İstiklâl Marşımızın şâiri Mehmet Akif, üstelik hayâtının büyük bir kısmını -ırkçılık ne kelime-kavmiyetçiliğe karşı mücâdele ile geçiren Akif; "Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal / Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet bu celâl?" mısralarında kafatasçılığa mı özenmişti? Nihayet Mustafa Kemal ******, "Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!" buyruğunu verirken, anlatmak istediği neydi? Kanın maddî yapısına bağlı bir asaletten mi bahsediyordu? Ve Harp Okulu'nun yiğit gençleri; her sabap, "Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız." sözleri ile başlayan bir marşla tâlime çıkarken, ırkçı bir eğitim mi görüyorlar?

Eğer savcı bunları ırkçılık sayıyorsa, eğer Mehmet Akif e ırkçı diyecek kadar bilgisiz, eğer Mustafa Kemal ******'ü ırkçılıkla suçlayacak kadar cüretkârsa, itirazımız yok, bizi de suçlayabilir. Ben, 1944 yılındaki meşhur dâvada da ırkçılıkla suçlanmış, yargılanmış ve 22 arkadaşımla beraber, beraat etmiştim. Ama, aradan 37 yıl geçmiş olmasına rağmen aynı suçlama hâlâ devam ediyor. Aldırmıyorum. Yalnız suçlayanların hangi sebeplerle ve neye dayanarak bana ırkçı dediklerini öğrenmek istiyorum. Komünist-bölücü ittifakı dışında kalmakla beraber, milletine yabancılaşmış bâzı aydınlar da, beni ve arkadaşlarımı ırkçılıkla suçlamışlardır. Bunların ölçüsü bellidir. Bunlar aslında milliyetçiliğe düşmandırlar, fakat duygularını açıklamaya cesaret edemedikleri için, ırk kelimesine sığınırlar. Bunlara göre milletini çok sevmek, kültürünü benimsemek, millî ve manevî değerlere bağlanmak ırkçılıktır. Milletlerarası münâsebetlerde, dış siyâsette, her şeyden önce milletin menfaatlerini düşünmek de ırkçılıktır. Ben, bu iddianameyi hazırlayanların da bu zümreye dâhil olduklarını sanıyorum. Nitekim iddianamenin 884. sahifesinde şöyle bir cümle var: "Genel anlamda bağnaz, tutucu, katı bir ulusçuluk olan ve dünya toplumculuğunu, kendi ulusunun çıkarları uğruna sömürme amacıyla inkâr eden şovenizm MHP tarafından da benimsenen bir görüştür." Gerçi biz, şovenist olmadığımızı söylemişizdir. Ama savcı, inat ve ısrar ediyor. Niçin şovenist olduğumuzu da açıklıyor: Milletimizin çıkarları uğruna sömürme amacıyla, dünya toplumculuğunu inkâr ediyormuşuz.

Dünya toplumculuğu ne demektir? Bay savcı, daha önceki bölümlerde Milliyetçi-Toplumcu deyiminin ancak Nasyonel Sosyalizm karşılığında kullanılmış olabileceğini iddia etmişti. Şu halde, dünya toplumculuğu da, dünya sosyalizmi, demektir. Zâten, Bay Savcının, iddianameyi hazırlarken başucu kitaplarından biri olarak seçtiği anlaşılan, bütün mefhumları Marksist-Leninist bir görüşle açıklayan, pekçok maddeleri ko¬münistlerin temel eğitim kitaplarından "Marksist Felsefe Söz-lüğü"nden alınan Orhan Hançerlioğlu'nun Felsefe ve Ekonomi Sözlüklerinde Toplumculuk kelimesinin karşılıkları şöyledir: "İnsanın en yetkin gelişmesini sağlayacak üretim biçimi -Anamalcı (kapitalist) üretim düzeninin aşılması ile gerçekleşen üretim ve toplum düzeni... Eskiden iştirakçilik denirdi, Fran-sızcası Socialism'dir." Görüldüğü gibi, toplumculuk kelimesi ile, bâzı Batı Avrupa ülkelerindeki sosyalist veya sosyal demokrat iktidarlar değil, doğrudan doğruya Marksizm-Leninizm ve Maoizm, diğer bir ifâde ile, komünizm anlatılıyor. Biz de milletimizin menfaatleri uğrunda dünya sosyalizmini inkâr etmekle, dünya sosyalizminin müşterek menfaatlerini çiğnemekle, yâni Rus'a ve Çin'e hizmet etmemekle suçlanıyoruz! Böyle düşünen bir kişinin yeri, hiç şüphesiz iddia makamı değil, ancak 142. maddeye aykırı bir fikrin açıklanması yasağına uymamaktan ötürü, sanık sandalyesidir. Yine de biz, kendisi gibi peşin hükümlü olmadığımız ve tek taraflı şartlanmadığımız için savcıyı komünizm propagandası yapmak suçundan kurtarabilecek başka bir izah bulunabileceğini düşünüyoruz.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:03

25 Ağustos 1981 tarihli duruşmada savcı Alb. Nurettin Soyer, iddianameyi hazırlarken yaptığı skandal seviyesindeki gafı -şu meşhur Niyazi Unsal meselesini- kapatabilmek için mazeret olarak: "Ben askerim, politikadan anlamam." demişti. Aslında "Zırva tevil götürmez" derler, bu da öyle bir zırva örneği ki tevil etmeğe kalkıştıkça, savcı batmaktadır. Hâdise bir siyâset bilgisi meselesi değil, bir savcının ömrü boyunca yaptığı basit bir hüviyet tesbiti hadisesidir. Fakat bu vesile ile savcının siyâset bilmediğini kendi itirafıyla öğrenmiş oluyoruz. Halbuki ortaya koyduğu iddianame baştan sona politik konulan anlatmakta, siyâset ilminin temel mefhumlarını tartışmaktadır. Buna ilâveten felsefî ve içtimaî tarifler vermekte, hükümler getirmekte, bunlara dayanarak suçlamalar yapmaktadır. Kullandığı kaynaklara, verdiği hükümlere bakarak savcının yalnız siyâset değil, felsefe ve içtimaiyat (sosyoloji) de bilmediği rahatlıkla söylenebilir. Bunlardan nasipsiz bir savcının, Anayasa Hukuku ve Amme Hukuku mevzularında salim hükümler verebileceği, bu dallarla ilgili hukuk meselelerini anlıyabileceği de son derece şüpheli görünmektedir. Cehaleti kendi itirafıyla anlıyabileceği de son derece şüpheli görünmektedir. Cehaleti kendi itirafıyla, lâubaliliği akla sığmaz örneği ile sabit olan savcının bu iddianameyi hangi Marksist kalemlere ısmarladığı bir gün elbet ortaya konulacaktır.

Gerçekten savcmın bize isnad ettiği faşizm, ırkçılık, bölücülük ve mezhepçilik gibi zararlı fikir ve cereyanlarla Turancılık hakkında en ufak, bir lise öğrencisi kadar bile bilgisi olmadiği anlaşılmaktadır. Kendisine tavsiye edilen sözlüklere ve kitaplara bakmış, faşizmin ve ırkçılığın manâsını öğrenmeğe çalışmış, arada hiçbir münâsebet kurmak ve benzerlik bulmak ihtiyacını duymadan bizi de faşizmle ve ırkçılıkla suçlamıştır. Nitekim, iddianamenin Hitler ırkçılığını anlatan bölümü, "Doğanın aristokratik ilkesi" gibi deyimler, daha önce işaret ettiğim, komünistlerin temel eğitim kitaplarından biri olan ve takdiminde, "Bu sözlüğün en önemli özelliği, felsefeye ve felsefe tarihine tarafsız ya da idealist bir açıdan değil, tam tersine materyalist felsefe ve onun getirdiği belli bir dünya görüşü açısından bakmış olmasıdır." denilen. M. Rosenthal ve P. Yudin tarafından yazılmış "Materyalist Felsefe Sözlüğü"nden alınmıştır. Zâten savcı, izahı imkânsız bir tutumla, kitaplar ve sözlüklerden işine yarayacağı ümidiyle seçtiği bölümleri, parantez içine almak nezâketini göstermeden, sanki kendi düşüncesiymiş gibi aktarmayı tercih etmiş, sâdece mahzurlu saydığı kelimeleri çıkarmakla yetinmiştir.

Meselâ iddianamenin 884. sahifesinde şöyle bir cümle var: "Faşizmin ayırıcı niteliği, kaba güce dayanarak düşünce özgürlüğünü yok etmesidir." Orhan Hançerlioğlu imzasını taşıyan "Felsefe Sözlüğü"nün 2. baskısının 145. sahifesini açanlar şu cümleyi okuyacaklardır: "Faşizmin ayırıcı niteliği kaba güce dayanarak düşünce ve eylem özgürlüğünü yok etmesidir." Tarif aynen benimseniyor. Yalnız eylem kelimesi çıkarılıyor. Acaba neden? Herhalde, "Eylem özgürlüğü de ne oluyor?" sorusuna imkân vermemek için! Savcılıkça iddianamenin faşizm ve ırkçılık suçlamaları bölümünde başlıca kaynak olarak seçildiği anlaşılan "Felsefe Sözlüğümün nasıl bir görüş ve gaye ile hazırlandığını belirtmek bakımından tek bir misâl yeterlidir. Sözlük'ün ilgili maddesinde; "Geniş anlamda kaba güce dayanan totaliter ve gerici bütün düzenleri dile getirir ki, başta Almanya'nın nazizmi olmak üzere Japonya, Avusturya, Belçika, Fransa ve İngiltere'de değişik adlar altında gerçekleştirilmiştir." deniyor. Acaba Avusturya, Belçika, Fransa ve İngiltere'de uygulanmış faşizmler hangileridir ve ne zaman gerçekleştirilmişlerdir? Kılavuzu böylesine çarpık bir kafanın bizi de faşizm ve ırkçılıkla suçlamasına elbette hayret edilemez.

Türk milliyetçileri arasında, hele MHP mensup'u ve ülkücü kuruluşlar içinde ırkçı yoktur. Fizikî yapıdan ötürü veya ana dili Türkçe olmadığı için şahısları veya zümreleri Türk saymayan bir MHP'li ve bir ülkücü gösterilemez. Ama bu memlekette komünist-bölücü ittifakının yürüttüğü, bâzı siyasetçilerin de oy endîşesi yüzünden teşvik ve himaye etteği, en azından seyirci kaldığı bir azınlık ırkçılığı vardır. Biz, azınlık ırkçılığına karşı çıktık ve Türk milletinin yalnız vatandaşlık hukuku bakımından değil, soy, kültür, din ve gelenek açısmdan da bölünmez bir bütün olduğunu anlatmaya çalıştık. Millî birlik ve beraberliğimizi muhafaza etmenin, kardeş kavgasını önlemenin başka yolu yoktur. Eğer azınlık ırkçılığını reddettiğimiz için, Türk milletini, taşınan zümre adlan ne olursa olsun, bölünmez bir bütün saydığımız için ırkçılıkla suçlanıyorsak, böyle bir ırkçılığın hesabı, ******çü ve milliyetçi olduğu belirtilen bir yönetimin mahkemesinde sorulamaz. İddianame bizi, faşizm ve ırkçılık yakıştırmaları yetmezmiş gibi, bir de bölücülükle suçluyor. Ben ve bölücülük! Benim ve MHP'nin bölücülükle suçlanması, gülünçlüğü de aşan bir iftiradır.

Bu iftirayı şiddet ve nefretle sahiplerine iade ediyorum. Ben, particiliğe başladığım 1964 yılından itibaren ve bütün hayâtım boyunca, en fazla millî birlik ve beraberliğe, kardeşliğe ehemmiyet verdim. Kitaplarıma da giren, fakat "örgütümüzün düşünce yapısını" ortaya koymaya çabalayan Bay Savcının nedense görmek istemediği şu temel fikirlerimi pek çok defa yazdım, konuştum; halka, aydınlara ve gençliğe açıkladım: "Türk milletinin mukaddes güç kaynaklarından biri de, birlik ve beraberlik ve iç barış ülküsüdür. Birlik ve beraberliğini koruyamayan bir milletin çok geçmeden yere serileceği kesin bir gerçektir. Bugün milletimizi baltalamak ve yıkmak için iç birliğimizi bozma çabalan gösterilmektedir. Bölgecilik, azınlık ırkçılığı, mezhepçilik ve komünizm millî birliği engelleyen çok tehlikeli hareketlerdir. Türkiye sınırlan içinde Türk olmayan pek az insan bulunmaktadır. Bu gerçeğe rağmen, dil ve lehçe aynlıklannı bahane ederek aynlıklar ve sinsî bir azınlık ırkçılığı yapılmaya çalışılmaktadır, türk milliyetçiliği birliği bozucu hir ceşit hareketin düşmanı olduğu gibi, her türlü azınlık ırkçılığına Ha karşıdır. Millî varlığımızın için ,ararh olan azınlık ırkçılığına karşı çıkmak en önemli görevlerden biridir.

Milliyetçi Hareket insan sevgisine, tam demokrasiye inanır, insanlığa düşman, insanlığı bölücü her sistem ve ideolojiye karşıyız. Amacımız, millî sınırlarımız içinde yaşayan bütün yurttaşlanmızı hiçbir ayırım yapmaksızın, din, mezhep ve ırk farkı gözetmeksizin kucaklamak, sevmek, insanca yaşama şartlanna kavuşturmaktır. Millet ve ülke bütünlüğümüzü bölücü, her türlü sınıfçı, mezhepçi ve ırkçı sistemlerin amansız düşmanıyız. Sınıfçı sosyalizme, kapitalizme, bunların birer sapması olan komünizme, faşizme ve nasyonal sosyalizme karşıyız. Başka milletlerin bir kültür ve târih ürünü olan bu ideolojilerin Türk devlet felsefesinde yeri yoktur. Biz, Türk milleti olarak bir bütünüz. Hangi mezhepten olursa olsun insanlanmızın hepsi aynı milletin çocuklandır. Aynı dinin mensuplandır. Aynı kitabın sahipleridir. Aynı peygamberin ümmetidir, milletimiz temelde böylesine sağlam bir bütünlük gösterdiği halde, düşmanlanmız boş durmuyor. Sen sünnîsin, sen şufiîsin, sen alevisin diye, aynı milletin çocuklarını birbirine düşman edip, birbirine boğazlatmaya çalışmaktadır. Uyanık olmak mecburiyetindeyiz.

Tarihte böyle kanlı devirler yaşadık. Herkesin bildiği gibi, bundan 400-500 yıl önce, Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında, daha sonra diğer hükümdarlann devirlerinde iki taraf ta Türk olduğu halde, Türkler birbirlerini kırmışlardır. İki ordu karşılaşıyor. İkisi de Türk. İki ordu da Türkmen. İkisi de müslürnan. Fakat mezhep aynlığı yüzünden birbirlerini boğazlamalardır. Dere gibi kan akmıştır. İki tarafta da Türk'ün kanı heba olmuştur. Hangi mezhepten olursa olsun, iki taraf ta hür ve serbesttir. Niçin biz onu mesele yapalım. Niçin bu yüzden birbirimize düşman olalım. Aynı milletin evlâdı, aynı dinin mensubuyuz. Ama, düşman bunlan kışkırtıyor. Bugün; alevîyi sünnîye karşı, sünnîyi alevîye karşı, Şafıîyi Hanefîye karşı devamlı kışkırtıyor. Bu durum memleketimiz için büyük tehlikedir. İşte bunlan anlatıp birbirimizin kardeşi olduğumuzu kafalara, (birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için) ruhuyla, bölünmez çelik bir kitle halinde bulunmak mecburiyetindeyiz. Bir milletin zayıflığı, herşeyden evvel millî birliğinin bozulmasıyla meydana gelir
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL SAVUNMASI Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL SAVUNMASI   12 EYLÜL SAVUNMASI Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:04

"Milliyetçi Hareket Partisi, millî devlet ülküsüne inanır. Millî devlet Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içinde yaşayan her Türk vatandaşını kucaklayan, bağrına basan bir devlet biçimidir. Bizim gözümüzde Türk milleti; bölge, mezhep, ırk farkı tanımaksızın Allah'ın mukaddes bir emanetidir. Millî devlet her türlü sosyal, siyasal ve ekonomik imtiyazlara karşıdır. Millî devlette bölücülük yok, birlik bütünlük vardır. Biz bütün Türk vatandaşlarını aynı devletin, aynı milletin insanları ve aynı vatanın çocukları olarak ayrılmaz bir bütün, tek vücut bir millet olarak görüyoruz. "İnsanı, Allah'ın en şerefli mahlûku ve kutsal bir emaneti olarak telakki ediyoruz. Vatanın ve insanlarımızın doğulusu da, batılısı da bölünmez bir bütündür ve nazarımızda aynı saygıya, aynı sevgiye ve aynı hizmete lâyıktır. Bizim doğuya ve doğulu vatandaşa bakışımız tamamen saygı, şefkat ve hizmet bakışıdır. İktidarımız doğuya kin ve nifak değil, sevgi ve şefkat götürecektir. Kanlı macera tahrikleri değil, en etkili kalkınma ve devlet hizmetlerini götürecektir. Milliyetçi Hareket Partisi'nin milliyetçilik anlayışının temelinde sevgi vardır. Solculuk gibi zıtlıklardan, çelişme ve çekişmelerden, düşmanlıktan ve nefretten, din, mezhep, inanç, düşünce, sınıf, meslek ve diğer ayrılıkların sömürülmesinden kuvvet almaz. Milliyetçilik sevgiyi itici güç olarak kabul eder. Milliyetçiliğimizde ırkçılık, bölücülük, bölgecilik ve mezhepçilik yoktur. Millî kültür, milliyetçiliğimizin kaynağıdır. Heyecanımızın temelinde milliyetçiliğimiz yatar. Anayasamızın; 'Bütün fertlerini kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde, millî şuur ve ülküler etrafında toplayan ve milletimizi dünya milletler ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak millî birlik ruhu içinde daima yükselmeyi amaç bilen Türk milliyetçiliğinden hız ve ilham' şeklinde başlangıç ilkelerinde ifadesini bulan milliyetçilik anlayışı aynen bizim duygu ve düşüncelerimizi yansıtan çok güzel bir belgedir.

Gene, 'Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.' şeklindeki Anayasamızın 3. maddesini teşkil eden anlayışlar, bizim Türk milliyetçileri olarak hassasiyetle üzerinde durduğumuz ve tamamen paylastiğimiz bir görüştür. Hepimiz, bütün siyasî partilerimiz, her Türk vatandaşı bunlan vazgeçilmez bir inanç, düstur, temel ilke olarak benimsemeli, bunlar bütün milletimizin üzerinde birleştirici asgarî müşterekler olmalıdır." İşte bizim milliyetçilik anlayışımız budur. Hiçbir kitabımda, hiçbir yazımda, hiçbir konuşmamda bu fikirlere uygun düşmeyecek tek bir cümle, hattâ tek bir kelime yoktur, birlik ve beraberliği Türk milleti için bir varlık şartı sayan ben, neden bölücülük yapacakmışım? Hemen her yazımda, her konuşmamda, konferanslarımda ve gençlere verdiğim seminerlerde mutlaka bir sırasmı bulmuş, hep birlikten, beraberlikten, kardeşlikten ve sevgiden bahsetmişimdir. Partimizin mensuplarını ve gençleri, birlik ve bölünmezlik konusunda son haddine kadar manen cihazlandırıp takviye ettikten sonra kimlerle ve nasıl bir bölücülüğe özenecektim? Hiçbir hizmetimin karşılığını beklememişimdir. Ama hayatım boyunca en çok emek verdiğim bir sahadaki fikir ve faaliyetlerimin aleyhimde kullanılacağı doğrusu hiç aklıma gelmezdi. Savcı hangi bölücülükten söz ediyor, etnik ayırımcılıktan mı? Benim ve arkadaşlarımın kürtçülük tehlikesine karşı tutumumuz belki de en kuvvetli tarafımızdır ve milletimize en büyük hizmetimiz de bu konudadır. MHP'nin Doğu meselesine bakışı Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan beri takip edilen ve sâdece Ecevit İktidarı döneminde değiştirilmek istenen resmî devlet siyâsetine tamamen uygundur ve bu hususta devlete en yakın tek parti MHP'dir. Yalnız MHP'dir ki, devletin temel siyâsetini desteklemiş, Türkiye'de yaşıyan ve başka bir millete mensubiyet şuuru taşımayan herkesin Türk olduğu görüşünün bayraktarlığım yapmıştır.

Ben; daha önceki vazifelerim sırasında da yaptığım gibi, 1964 yılından itibaren özellikle bir siyasetçi olarak, Türk milletinin bölünmez bir bütün teşkil ettiği fikrinin müdafaasmdan asla vaz geçmedim. Bıkmadan, usanmadan, ısrarla; pekçok konuşmamda ve yazımda "kurt" adı verilen kardeşlerimizin de öz be öz Türk olduklarını anlattım. Düşüncelerimin ve araştırmalarımın sonuçlarını açıkladım. Millet bir, kitap bir, vatan bir, bayrak bir fikrini nakış nakış işledim. Türkiye'nin her köşesine dalga dalga yaydım. Bu mudur bölücülük? MHP'nin diğer yöneticileri, teşkilât mensupları ve ülkücü gençlik de benim görüşlerimi paylaşmış, aynı istikamette çalışmışlardır. Böylece, bütünüyle devlet tarafından yürütülmesi gereken bir faaliyet güçlü bir destek kazanmıştır. Komünist-bölücü ittifakının tesiri gittikçe artan propagandasına ve hızla büyüyen teşkilâtlanmasına, bâzı partilerin menfî tutumları ve ilgisizliği de ekleninci, kürtçülük cereyanı asla ihmat edilemiyecek çok tehlikeli boyutlara ulaşmış; hattâ, yalnız okuyan gençleri değil, Doğu ve Güneydoğu halkının ufak da olsa bir bölümünü de içine almıştır. Hele, okuyan gençlik tamamen elden çıkmak üzere idi. MHP'liler, ülkücüler ve bütün Türk milliyetçileri, belki de en büyük hizmetlerini bu konuda vermişlerdir. Benim ve üst yönetimdeki arkadaşlarımın yanında, Doğu ve Güneydoğulu MHP'lilerle her kesimden ülkücülerin öncülük ettiği yoğun bir faaliyet, Türk milletinin bütünlüğü ülküsüne en büyük hizmet olmuştur. Doğu ve Güneydoğunun okuyan gençliğini, ihanet ittifakının propaganda tesirlerinden korumak yolunda en samimî gayreti biz göstermişizdir. Böylece Türkiye Cumhuriyetini yıkmak için kurulmak istenen bir ittifaka imkân vermemiş, bu mânâda gerçekten bölücülük etmişizdir. Jiimdi de ne garip tecellî, Cumhuriyeti kollamak ve korumak, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmüz bütünlüğüne yönelmiş tehlikeleri önlemek için yapılan bir harekâtın savcısı, bizden, vatanı ve milleti bölmek yerine birliştirilmesinin önlemenin hesabını soruyor. "Bölücülüğe karşı mücadele devlet işidir. Siyasî partilere, derneklere, gençlere düşmez." gibi bir düşünce de son derece yanlış ve zararlıdır.

20 yıldan beri Türkiyemizi yönetenler, komünizmin olduğu gibi, bölücülüğün de gelişmesini ve yayılmasını önleyemediler. Fikirlerin yalnız polis tedbirleriyle zararsız hâle getirilmesi mümkün değildir. En iyi çâre yıkıcı ve bölücü fikirlere karşı, yapıcı ve birleştirici fikirler çıkarmaktır. Milletimizi yöneten siyasetçiler, Türkiye'nin bütünlüğü ülküsünü oy hesaplarının üstünde tutabilmelidirler. Biz vatanın Doğusunda da Batısında da bunu yaptık. Bu yüzden Doğulu, Batılı MHP'li ve ülkücü evlâtlarımız, milletin bütünlüğüne inandıkları ve bölücülüğü reddettikleri için komünist-bölücü ittifakının hedefi hâline gelmiş, en ağır şekillerde suçlanmış ve şehid olmuşlardır. MHP ve ülkücüler gerçekten bölücü olsalardı, onbinlerce Doğulu ve Güneydoğulu vatandaş MHP'ne oy vermez; aynı bölgelerin bin¬lerce genci ülkücülerin yanında, komünizme ve bölücülüğe karşı mücâdele etmezlerdi. Benim ve MHP'nin mezhep ayırımcılığı ile suçlanmamız mümkün değildir. İddianamede sık sık "Türkiye ahalisini sünnî ve alevî olarak" ikiye böldüğümüzden söz ediliyor. Beni ve MHP'ni ilzam edebilecek hangi kitapta, hangi yazıda, hangi bildiride, hangi konuşmada böyle bir aynm var? Belki de Bay Savcı, bana ve Genel Merkeze gönderilmiş onbinlerce mektup arasından alevî kelimesi geçen birkaç tanesini çıkaracak ve 'işte delil' diye kullanmak isteyecektir. Partiler, ancak yetkili organlarının fikir ve davranışlarından sorumludurlar. Vatandaş, her parti genel başkanına ve teşkilâtma aklına ne eserse yazar. Vatandaşın yazdıklarından ötürü partileri ve üst kademe yöneticilerini suçlamak mümkün oslaydı, bugün Türkiye'de idamlık suç işlememiş tek bir siyasetçi bulunamazdı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
12 EYLÜL SAVUNMASI
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 2 sayfasıSayfaya git : 1, 2  Sonraki
 Similar topics
-
» KAHPE EYLÜL
» 12 EYLÜL GERÇEĞİ
» 12 EYLÜL İTLERİ
» 12 EYLÜL'Ü UNUTMADIK....
» 12 Eylül Darbesi Sonuçları

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
UlkuGulu.Hareket-Forum.Net :: Ülkücü Hareket :: Ülkücü Hareket / Türk İslam Ülküsü-
Buraya geçin: