UlkuGulu.Hareket-Forum.Net
Ülkü Gülü Forum Sitesine Hoşgeldiniz

Sitemize üye olarak sizlerde paylaşım yapabilir, sitemizin sosyal faaliyetlerinden haber alabilirsiniz.

Üye iseniz Lütfen Üye Adınızla giriş yapınız
UlkuGulu.Hareket-Forum.Net
Ülkü Gülü Forum Sitesine Hoşgeldiniz

Sitemize üye olarak sizlerde paylaşım yapabilir, sitemizin sosyal faaliyetlerinden haber alabilirsiniz.

Üye iseniz Lütfen Üye Adınızla giriş yapınız
UlkuGulu.Hareket-Forum.Net
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

UlkuGulu.Hareket-Forum.Net

ÜLKÜGÜLÜ | UlkuGulu.com | facebook.com/UlkuGuluyuz
 
12 EYLÜL GERÇEĞİ Anasay11AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 12 EYLÜL GERÇEĞİ

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Misafir
Misafir




12 EYLÜL GERÇEĞİ Empty
MesajKonu: 12 EYLÜL GERÇEĞİ   12 EYLÜL GERÇEĞİ Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:38

KITABI YAZMAKTAKI GAYEMIZ

Rahman Ve Rahim Olan Allah (C.C)'in Adiyla...

Türkiye'de açikca konusulmasi, tartismasi yapilamayan olaylardan bir taneside 12 Eylüldür.

Ülkücü hareket için bugünün, bu olayin ayri bir anlamu vardir.

Istedi ki, bizler açisindan 12 Eylülü, Eylül sonrasini en anlamli sekilde ifade eden Sorgu-Yargi-Cezaevi gerçegini ve bunlari olusturan, hazirlayan Eylül öncesini tartisalim, konusalim... Ve Bursa Yusufiyesinde bulunan arkadaslarimizla oturduk, konustuk. Bütün açiklanan ve açiklanmayan, muallakta kalan meseleler hakkindaki düsüncelerimizi ortaya koyduk... Evet, belki bu kitabin içerisindeki yazilanlardan, açiklamalardan bazi insanlar rahatsiz olacaklar, hatta olumlu-olumsuz beyanlarda bulunacaklar. Kim bilir, belkide yetkilerini kullanarak C-5'lerde oldugu gibi rüstlerini isbata kalkisacaklar...

Kitabta neler anlatilmak istendi?... Gerçekler, evet olaylari bizzat yasayan insanimizin ifadelerinden olusan gerçekler... Mesela; 12 Eylül adaletini anlatirmisiniz, düzen tarafindan sizin ve kardeslerimizin cezaevlerine getirilisimizdeki esas amaç neydi, ne yapilmak isteniyordu? diye sorduk, 12 Eylül adaleti ve bizlerin cezaevlerine getirilisimizdeki esas sebep...... diye cevaplar verildi.....

Yine, sorgulamamiz sirasinda basinizdan geçenleri genis olarak anlatirmisiniz, sorgulamamanin yapildigi yerde ne tür iskence metodlari uygulaniyordu? diye sorduk... Ve ilk ilk önce gözlerimi bagladilar. Sonra.........diye cevap verildi..... Ve C-5, Tabutluk, Hücre, Kafes, Tecrit'i sorduk.... Yine, "Gelecege ait düsüncenizi ögrenebilirmiyiz" diye sorduk... Bunun gibi birçok soru yöneltip, birbirinden, ilginç, ilginç oldugu kadar, kelimesi kelimesine, her satiri dogru olan cevaplar aldik.

Bizler, 12 Eylülü "Sorgu-Cevap-Cezaevi" müesseseleriyle gözler önüne sermeye çalistigimiz gibi bu meselelerin olusturdugu neticeler sonucu, Ülkücü-aile, Ülkücü-Cemiyet münasebetlerinide orataya koymaya gayret serfettik. Bunun içinde, 12 Eylül de, Sorgu-Yargi-Cezaevi olaylariyla karsi karsiya kalan ülküdaslarimiza bas vurduk ve onlarin baslarindan geçenler ile bu olaylar karsisindaki düsüncelerini ögrenmeye çalistik... Istedik ki, bizi bizler anlatsin, yazsin, gelecege, Hakyol üzerine yürüyen, Islam nizamini hayatinda tatbik ve teblig eden insanimiza, Müslümanlara bir miras birakalim.

Malesef bu sahada ciddi ve kapsamli olarak bir kitap çalismasi yapilmadi. Sorgu-Yargi-Cezaevi safhalarindan bizler geçtik, bizler yasadik. Insanimiz beseri zulmü altinda inim inim inlerken, ancak biz bizle beraber olduk, disimizda, sicak bir savunmaya, Hak ve Hakikati arayan bir sese, bir güce ulasamadik... Ve ülkücülerin maruz birakildigi çile dönemini, safhalarini anlatan ve yüz sene sonra bile tarihi bir belge olarak ele alinacagina inandigimiz bir kitap olusturmak istedik...

Iste, kismende olsa, 12 Eylülü anlatan iki ay olay... "Temmuz 1979... 12 Eylül darbesinden önce T.C'nin Genel Kurmay Baskani (simdi T.C'nin Cumhurbaskani) Kenan Evren'in yakin arkadasi, sonradan Ordu Komutani, Cumhurbaskanligi danismani, emekli Orgeneral Bedrettin Demirel, 1979 senesinde Evren'i "Türkiyenin içerisinde bulundugu anarsi ortamindan uzaklastirmak için zorladigini" ancak "Daha henüz sartlar olusmadi" vs. "bir cevapla karsilastigini anlatiyordu.

Ve "Müdahaleyi hem mesru kilacak, hemde kamuoyundan tam destek alacak bir zamanin beklendigini" söyleyerek, "Ama hata edildi" ifadesini kullaniyordu. 1979-1980 senesinde bini askin insan ölmüs, ülke milyarlarca zarara ugramis, insanlar, ihtilal sabahi radyodaki beyanatlarinda bizzat ve açikca "Ihtilalin tek gayesi, ülkeyi anarsiden kurtarmak, bozulan ekonomik dengeyi tekrar iyi hale getirmek, halki huzurlu bir ortama kavusmaktir" diye anons ediyorlardi... herhalde bütün okuyucularina akillarina en basta "anarsiyi ve bozulan ekonomik yapiyi" düzeltmek isteyenlerin 12 Eylüldeki güçleri, 1979 ve öncesinde yokmuydu, niçin binlerce insanin ölümüne sebebiyet verdirilmisti?... sorusu gelecektir...

Hiç unutmam, Bartin özel Cezaevindeyim. Televizyonda, 12 Eylül öncesi olaylari isleyen programi seyrediyoruz. Bir kiz çocugu, elindeki otomatik silaho göstererek, mallarini, canlarini, namuslarini korumak için, altinlarini sattiklarini, Komünistlerle çatismaya girdiklerini, ölüp, öldürdüklerini anlatiyordu. Ve o insanlari devlet, bizzat televizyonunda gösterip, milyonlarca insana alkislattiriyordu. Bu programi seyrederken, yanimda, topraklarini komünistlere vermemek, namuslarini ve canlarini korumak için komünistlere vermemek, namuslarini ve canlarini korumak için komünistlere çatismaya giren ve bu olaydan dolayi T.C'n,n askeri mahkemesinde 36 yil agir hapis cezasi alan Ordu-Aybasti davasindan arkadaslar vardi.

Programi seyrederken ister istemez aklima, Dogudaki o insanlarla Aybastili kardeslerimi kiyas etmek geldi. Öyle ya, her ikiside can, mal ve namuslari için silaha sarilmislardir, olusturulan devletin güvenlik boslugunu doldurmak istemislerdi. Lakin aralarinda bir fark vardi... Düsünce farkliligi... Yani, Dogudaki, can, mal ve namusularini korumalarinim yaninda, fikirlerinin iktidar olmasi için çalsiyorlardi. Iste, düzen aradaki farki görmüs, ayni sebeplerden dolayi silaha sarilan vatandaslari arasinda ayirim yapmisti. Birisini kahraman ilan ederek, milyonlara alkislatmis, digerini ise, zulüm ve iskence altinda inim inim inleterek, zezaevlerine doldurup, milyonlara kötülüyerek, vatan haini ilan etmistir...

Bu kitabi hazirlamaktaki gayemiz, yeni yetisen nesile 12 Eylülün Sorgu-Yargi-Cezaevi gerçegini bütün yönleriyle aktaran bir miras birakmak ve onlari gelecege hazirlamaktir. Biz düsündük ki, yeni yetisen nesil, karsilasacagi davranis ve olaylar karsisinda koymasi gereken tavri net ve tevelsiz olarak ortaya koysun...

Gayemiz, herseyinden önce, Allah (C.C) rizasini kazanmak insanimiza, Müslümanlara faydali olmak, istikbalde ugranilmasi mümkün gelisme ve olaylara isik tutabilmek, tecrübe kazandirmaktir...

Dur-Selam-Hürmetlerimizle...

Allah (C.C)' a emanet Olun...

Muhammed Bahadir


Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL GERÇEĞİ Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL GERÇEĞİ   12 EYLÜL GERÇEĞİ Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:38

Haluk KIRCI Anlatiyor...

(1958, Erzurum dogumlu. Ankara Bahçelievler olayindan dolayi 7 kez idam cezasi verildi. Ankara Egitim Enstitüsü mezunu.)

Bismillahirrahmanirrahim.

Ekim ayinin baslarinda gözaltina alindim. Daha önce araniyordum ve tutuklanmam vardi. Istanbul'da bulundugum esnada sikayet üzerine polis ve jandarma tarafindan gözaltina alindim. Bir müddet sonra Ankara'ya getirildim. Istanbul ve Ankara'da polis karakolu ve emniyet merkezlerinde ve son olarak da C-5 adi verilen Ankara 4. Kolordu garnizonu içerisinde kurulmus olan iskencehanede çesitli iskencelere tabi tutulduktan sonra tutuklandim. Tutuklanmamdan sonra çesitli defalar cezaevinden C-5'e götürülerek çesitli iskence ve zulüm altinda sorgulanmam yapildi.

Bana ve benim durumumda olan insanlara, yakinlarimiza zulüm ve iskencenin yapildigini artik bütün millet biliyor. Polis, Türkiye'de insanlara iskence yapmakta, çesitli varyasyonlarla insanlari suçlamakta, suçsuz insanlari dahi çesitli suçlari kabul etmeleri için her türlü hayvani metodlari uygulamaktadir. Tavirlar kesinlikle insani olmamakta, sürekli olarak bunalim, sikinti içerisine girmesi saglanarak isnat edilen suçlarin kabul edilmesi için her türlü merod denemektedir.

Ben ilk olarak Istanbul'da gözaltina alinip emniyete getirildigimde, sahsim hakkinda çesitli suallerle karsi karsiya kaldim. Suçlamalari kabul etmedim. Daha sonra gelisen olaylar neticesinde polis, olayi bana gerek emniyet gerekse savcilik safhasinda kabul ettirdi. Ve TC.K.'nin 450/4. maddesinden idam cezasi aldim.

Sorgulanmam için ilk olarak Istanbul Kadiköy emniyet amirligine götürüldüm. Orada bana kimligim sorularak arandigimi, bu sebeple gözaltina alindigimi söylediler. Üzerimde baska isimde kimlik vardi. Ben ilk önce gerçek kimligimi gizleyerek, Istanbul'da çalistigim ailemle burada oturdugumu, isnat edilen suçla ve sahisla alakamin olmadigini defalarca söyledim. Lakin 1979 senesinde Ankara emniyeti tarafindan bastirilan arananlar kitabinda resmim vardi ve o resmi bana gösterdikleri zaman gerçek kimligimi açiklamak zorunda kaldim.

Iste o andan itibaren sorgu, iskence, zulüm ve baskinin oldugu ve idam almama sebep olan safhalar basladi. Gözlerim siyah bir bez parçasiyla ellerim kelepçeyle baglanarak emniyetten çikarildim ve polis arabasina bindirildim. Arabanin hareket etmesiyle birlikte polisler bana çesitli sorular soruyorlar, yüzüme ve bedenime vuruyorlardi. Bu vuruslar elbette ki, gelecekti iskencenin sadece bir baslangiciydi. Bir veya bir buçuk saate yakin arabanin içerisinde gezdiriltikten sonra bir binanin içerisine sokuldum. Ve benimle orada ilk olarak isminin "Albay" oldugu söylenen bir sahis insani bir sekilde konusmaya basladi.

Sordugu sorulara karsilik cevap veriyor, olayla alakamin olmadigini belirtiyordum. Bir müddet sonra bu sekilde konusmalar devam etti. Suçlamalari kabul etmedigini görünce yavas yavas sertlesmeye, hakaret etmeye basladi. Yanindakilere "Bunu götürün yatirin" gibi emirler yagdiran Albay'in tavirlari karsisinda bir an panige kapildim. Sonra kendimi toparlayarak kendisine "Olayla alakamin olmadigini, bana yapilacak her türlü iskence ve zulmün yanlis olacagini" kendilerine defalarca söylememe ragmen karga-tulumba bilmedigim bir odaya götürüldüm. Yere yatirilarak ellerim ve ayaklarim baglandi. Ve hakaret edilerek sahsiyetimle alay edildi. Hiçbir sey sorulmuyordu. Sadece "Bizi aldatirsin haa," seklinde tehditler savurarak sürekli vuruyorlardi. Ben de bagirmaktan baska birsey yapamiyordum. Takriben on dakika sonra vurma islemini bitirerek ikinci iskence metodunu uygulamaya basladilar. Bu elektrik iskencesiydi. Erkeklik uzvuma geçirilmis, sag elimin serçe parmagina baglanmis bir kablo ile ceryan vermeye baslandi.

Hayatimda ilk defa böyle bir iskence görüyor, ve yasiyordum. Bagirdikça onlar gögsüme oturuyolar bir yandan da vücuduma akimin yogunlasmasi için su döküyorlardi. Ki, bu ayni zamanda temasi güçlendirdigi için elektrigin verilen dozaji vücutta daha fazla hissedilir duruma geliyordu. Bu arada nerede kaldigim kimlerle iliskide oldugum ve bazi isimler verilerek taniyip tanimadigim soruluyordu. Ben de bagiriyor, olayla alakamin olmadigini, Istanbul'a is için geldigimi söylüyordum. Bir saate yakin süren bu iskenceden sonra, yerden kaldirildim ve giyindirildim. Gece vakti siralarinda tekrar gözlerim açik vaziyette Istanbul Gayrettepe emniyet müdürlügüne getirildim.

Içeri girdigimde sayilari takriben yedi sekizi bulan polis etrafimi sararak benimle alay etmeye basladilar. Alay etmekle direncimi kirmayi, ugratilacagim iskence karsisinda herseyi kabul etmemi hedef aliyorlardi. ben bugün bunlarin bu sekilde oldugunu düsünemiyor, sözlü savunma yapip cevap veriyordum. Ki, bundan sonra böyle bir durumda karsilasacak olan arkadaslarimin yapacaklari tek sey susmak olmalidir. Ve kesinlikle onlara cevap vermemelidir. Fakat benim ve arkadaslarimin meseleler üzerindeki cahiliyetimiz olaylarin karsisindaki bir andaki zaafimiz neticeyi tam olarak bilemeyisimizin getirdigi boslukla onlara cevap vermeyi, onlarla konusmayi, onlara bir derece güvenmeyi gerektirdi ki, esasinda polise hiçbir zaman güvenilmez.


Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL GERÇEĞİ Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL GERÇEĞİ   12 EYLÜL GERÇEĞİ Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:39

Haluk KIRCI Anlatiyor...

Tabi içlerinden bazilari kendilerinin ülkücü oldugunu ülkücünün adam vurmasi gerektigini niçin benim bunlari açik açik söylemedigimi, halbuki bunun gurur duyulacak bir sey oldugunu defalarca söylüyorlar, bir yandan ruhumu oksayan beni onore edecek sekilde konusuyorlardi. Bir saat sohbetimiz bu sekilde sürüp, insani davranis ve sakalarla beni asagiya indirdiklerinde burada bulunan hücreler komünistler tarafindan doldurulmustu. Bizim arkadaslar merkez komutanligi olmak üzere farkli yerlerde tutuluyorlardi. Beni asagiya indiren polisler üzerimdeki herseyi aldiktan sonra bir hücreye koydular ki, hücrede tam bes tane komünist vardi ve hücrenin genisligi bir metreyi geçmiyordu. Içeri girdigimde gayri insani bir olayla karsilastim ki, komünistlerin bir tanesi ölümcül durumdaydi, çesitli yerlerde iskence görmüs, çesitli suçlamalari kabul etmisti.

Buna ragmen savciliga götürülüp teslim edilmemisti. Eli ayagi vücudunun çesitli yerleri yara-bere içerisindeyd, sürekli öksürüyordu, tamamen insanliktan çikmis bir vaziyetteydi. Hala orada niçin tutuldugunu anlayabilmis degildim. Diger hücrelerde çesitli suçlardan yakalanan komünistler vardi. Asagida 250'ye yakin komünistin sorgulamasi yapiliyordu. Beni tek basima onlarin içine attilar ve atarlarken de sana birsey olmaz eger birsey olursa kapiya vur geliriz dediler. Içeriye girdigimde benim ülkücü oldugumu ve küçük bir olaydan ötürü arandigimi söylememe ragmen, o psikoloji içerisinde bana sahip çiktilar desem yalan olmaz.

Çünkü kendileri orada ikibuçuk aya yakin bir zamandir iskence görüyorlardi ve ayni zamanda tugay adi verilen garnizonun içerisinde çesitli iskencelere tabi tutulmuslardi. Bizimde ayni sekilde iskenceye tabi tutuldugumuzu biliyorlardi. Bundan dolayi bana karsi tavirlari müsbet oldu. Orada kendileriyle disarisi hakkinda uzun uzun konustuk. O günlerde birkaç tane iskenceci polis öldürülmüstü. Ben bu olaylari onlara anlattim. Bu onlara büyük bir moral kaynagi oldu ve duvarlara vurarak yan tarafta bulunan arkadaslarina durumu izah ettiler.

Daha sonra polis tarafindan çestli defalar sorguya alindim. Bir müddet orada kaldiktan sonra ki asagisi çok soguktu. Üzerimize alabilecegimiz yere serebilecegimiz bir örtü, bir battaniyemiz dahi yoktu. Kis olmasi ve hücre camlarinin kirik olmasi sebebiyle yagan yagmur ve kar üzerimize yagiyordu. Bir müddet sonra polis tarafindan alinarak, Istanbul Sirkeci'de bulunan "Sansaryan" adi verilen ikinci subenin bulundugu yere götürüldüm. Burada nezarethaneye konuldum. Burasi çok pis yerdi ve Istanbul'un çesitli yerlerinden toplanmis kabadayilar, lümpenler, esrarkes ve gayrimesru aleme mensub kisiler doldurulmustu. Büyük bir yerdi ve uzun tahtalardan yapilmis ranzalari bulunmaktaydi. Buradaki yasantiyla karsi karsiya kaldigimda sunu gördüm ki, Türk insaninin haysiyetine, serefine, ahlak yapisina uymayacak bütün tezgahlar polis tarafindan orada dmndürülmekteydi. Söyle ki, o gece Beyoglu yakasindan toplanmis çesitli serseri insanlar getirildi. bunlar 50-60 kisiydi.

Burada kumar oynandi, nöbetçi polisle anlasiyorlar ve paralari paylasiyorlardi. Bir elma, yarim ekmek, üç zaytin, haslanmis üç yumurta o zamanin parasiyla elli liraya polis tarafindan kumanya diye satiliyor, parayi da polis kendi aliyordu. Ayni zamanda mazlumlar ahlakli insanlar sokaga çikma yasagini ihlal ettikleri için karakola getiriliyor, orada serseriler tarafindan asagilaniyordu. O gün yukarida bulunan Sabsarya'nin haninin hücrelerine alindim. Burasi Geyrettepe emniyet müdürlügünde bulunan hücrelerden daha pis ve insanlik disi bir yerdi. Zaten bu güne kadar Türk siyasi tarihinde belli bir yeri olan Sansarya hani ve onun hücreleri çesitli kitaplarda ayrintili olarak anlatilmis incelenmistir.

Bir müddet sonra Ankara'dan gelen iki polis ve bir komsere teslim edildim ve bunlarin korumasi altinda Ankara'ya getirildim. Söyle ki özel bir Vosvagen arabaya bindirdiler. Beni kendilerine kelepçeleyerek gece aniden yola çiktik. Eve telefon edip durumu izah etmek istedigimi bildirdigim halde arkadaslarimini beni kaçirabileceklerini söyleyerek reddettiler. Ankara'da merkez emniyet müdürlügüne teslim edildim. Beni ilk önce müteferrika adi verilen asagidaki yere, her türlü insanin dolduruldugu, agzina kadar istif edildigi, tamamen havasiz pis her türlü insanin içiçe yasadigi iki odadan ibaret bir yere koydular. Sabahleyin üst kata birinci subenin hücrelerine çikarildim. Birbuçuk metreye bir metre ebadinda bir yerdi. Bir gün gözlerim baglanarak bos bir odaya iskence yapmak için götürdüler ve yerde tahtanin üzerine serilmis bir sünger vardi. Ayaklarim ve kollarim baglanarak vücuduma çesitli defalar elektrik verildi. Burada ilk gün elektrik iskencesi yaptilar, bu iskenceden ellerimde ve vücudumun çesitli yerlerinde yaralar çikmisti.

Oradan tekrar hücreye getirildim, ertesi gün hücrelerin bulundugu koridorlara çikarilip kalorifer borusuna tek elinden kelepçelendim ve bu sekilde ayakta gözüm bagli olarak kaldim. Insanin direncini kirmak için yapilan bu iskence bazen bir gün bazen daha fazla sürüyordu. Bulundugum hücrenin üstündede iskence yapiliyordu. Insanlarin feryatlarini rahatlikla duyabiliyordum. Uyumak mümkün degildi. Bu arada paramin az olmasi ve disaridan yemek getirtememem sebebiyle yemek meselem vardi. Komünistler için disaridan gelen yemekleri aliyorlardi ve üstelik onlarin paralari da vardi. Daha sonra Mamak'ta da beraber yattigim orada bulunan komünistler bana da kendi yiyecek kumpanyalarindan veriyorlardi. Direncimi sürdürebilmek ve hayatta kalabilmem için yemege ihtiyacim vardi. Iki gün sonra tekrar iskenceye alindigimda üçüncü bir iekenceye tabi tutuldum. Bu iskencelerin içinde en agiri olaniydi, buna aski deniliyor. Kollar tamamen açilip, kollarin arkasindan kalin bir tahta iplerle baglaniyordu. Yani bir nevi çarmiga geriliniyordu. Çarmiga gerildikten sonra insan iki dolabin arasina asilmaya birakiliyordu. Bir kol bir dolabin üzerine diger kol da diger dolabin üzerine.

Ayaklar yerden kesik boslukta asagiya dogru sallaniyordu. Bu arada çesitli hakaretler yapiyorlardi, erkek uzvuyla oynamaya, jopla tecavüz etme tehditleri yapiliyordu. insanin moralini bozup suç kabul ettirme yoluna basvuruyorlardi. Burada iki saat kalmistim ve bu saatler bana aylar gibi gelmisti. Bayilacak duruma gelince askindan indirdiler ve tekrar elektrik iskencesine, falakaya tabi tutuldum, asagilandim. Gururumla oynandi, hakarete maruz kaldim. Bunlara ragmen suçalamalari kabul etmiyor, ismimi söylemiyordum. Bir müddet sonra Ankara emniyettinden alinarak savciliga çikarildim. Savcilikta bilinen taktikler bana da uygulandi. Olayi kabul etmem istenildi yoksa tekrar iskenceye götürülecegim belirtildi. Ben takatimin bittigini tekrar iskenceye götürüldügüm taktirde sakat kalabilecegim düsüncesiyle olayi kabul ettim.

Savciliktan sonra C-5 denilen yere götürüldüm. C-5 denilen yer ilginç bir yerdi burada Türkiye'nin çesitli yerlerinden toplanan ülkücüler iskenceye tabi tutuluyor, zorla; Zeki Kuman, Dürüst Oktay, Ayi Enver adi verilen polis (ki bu polis daha sonra bir komünist tarafindan vurularak öldürüldü) burada bir ekip olusturmuslardi. Bu ekibin basinda emri altinda polisler adi verilen bassavci bulunuyordu. Bu kisinin emri altinda polisler savcilik karakolu adi altinda çalisiyorlardi. Belki de Türkiye'de ilk defa olarak polis-asker isbirligine dayanan polis ve askerin birlikte iskence yaptigi birinin koruma digerinin sorgulama yaptigi bir yerdi. Saniyorum Türkiye'nin hiçbir yerinde böyle bir iskencehane kurulmadi, sadece ülkücülere mahsus olarak kurulmustu. Istanbul'da askeri garnizon olarak bilinen Harbiye merkez komutanliginda ve Adana Köyrü kö adi verilen askeri garnizonda da sadece ülkücülere iskence yapiliyordu.

C-5'te çesitli bölümlere yarilmis odalar, hücreler bulunuyordu. Daha sonra buralarin yiktirildigi söylendi. Ben buna inanmiyorum, burada yapilan çesitli iskence türleri vardi. Mesela tavanda asili bir zincir, zincirin ucunda bagli büyük bir araba lastigi vardi. Lastigin içine iki büklüm sokulan sahis, bir taraftan döndürülüyor bir taraftan da dövülüyordu. Bu iskence yapilmadan önce sahis anadan dogma soyuluyordu. Onlarin inançlarina düsünce yapilarina göre oraya gelen herkes suçluydu ve iskence yapilmaliydi. Daha sonra elektrik iskencesine tabi tuttular. Ben bagirdikça onlar agzima jop sokuyor, hakaret ediyorlardi.

Tutuklandiktan sonra Mamak askeri cezaevine götürüldüm. Tabi bu ilkence seanslari tutuklanmamla bitmedi. Daha sonra Mamak'ta kaldigim hücrelerden alinarak tekrar C-5 denen yere götürüldüm. C-5 özel bir iskencehaneydi. Burada bulunan polisler iskence hususunda uzmanlasmis insanlar (!) di. Iskence yapan polislerden Dürüst Oktay'i taniyordum. iskence yaparlarken gözlerim bagli oldugu için yüzlerini göremiyordum. Ancak seslerinden tanima imkanim oluyordu. Gözlerim açik oldugu zamanlar savcilikta ifadem sirasinda yanimda bulunan bazi polisler daha sonra gözlerim baglandigi zamanlarda iskence yapiyorlardi, bunlari kesinlikle seslerinden tabiyordum. En önemli meselerden biriside sudur ki, hislarla daha sonra konusmamda da anlasildigi gibi bu iskencelere bizzat Nurettin Soyer nezaret ediyordu
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL GERÇEĞİ Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL GERÇEĞİ   12 EYLÜL GERÇEĞİ Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:39

Haluk KIRCI Anlatiyor...

Tutuklandiktan sonra Mamak askeri cezaevine götürüldümve daha kogusa girmeden önce kapida askerler tarafindan tartaklanmaya baslandim. O anda ellerim arkadan kelepçeliydi ve direk olarak A bloktan içeri girdigimde hemen sol tarafta bulunan iki tane kafes vardi. Bunlar dört tarafi kalin demirlerle çevrilmis içerisinde çesitli saniklarin bulundugu ve kesinlikle içerisinde hiçbir hareketin yapilmasina müsade edilmeyen baslari egik bir sekilde oturmus insanlardi. Hemen basta bulunan kafes bosaltildi ve insanlar, hayvan gibi bir araya dolduruldu k, 30-40 kadar insan vardi.

Bunlar oraya doldurultuktan sonra ben tek basima birinci kafesin içine atildim, ellerimdeki kelepçeleri dahi çözmemislerdi. Yere beton üzerine yatirildim ve benden hemen orada uyumam istendi. Kafesin içine atildim, ellerimdeki kelepçeleri dahi çözmemislerdi. Yere beton üzerine yatirildim ve benden hemen orada uyumam istendi. Sürekli olarak kafesin içinde bir asker geziyordu. O an gece yarisi oldugu için ortalikta sessizlik hakimdi ve ben orada ellerim kelepçeli olarak betonun üzerinde yatarak uykusuzluk ve yorgunlugun getirdigi bitkinlik içinde uyuyup kaldim.

Bu sekilde geceyi kafesin içinde geçirdikten sonra sabahin erken saatlerinde askerin bagirtisi, demirlere vurulan jopun çikardigi gürültüyle hayret içinde uyandim. Ki, bir yanda da korkunç sekilde zilller çaliyordu. Saskinlik içindeydim ve ilk defa cezaevi görüyordum ve bir yandan asker kalkmami oturmami istiyordu. Yan kafeste bulunanlar çoktan kalkmislardi. Onlar bir yandan bagiriyor, mars söylüyor, yerlerinde sayiyorlardi. Aradan bes on dakika geçtikten sonra yemek olarak bulgur çorbasi geldi. Benden çorbayi yemem istendi. Yemegi yemedigimi, aç olmadigimi söylememe ragmen israrla yemegi yemem isteniyor, bagirip çagiriyordu.

Askerin kudurmus köpekten hiçbir farki yoktu, ben buna da bir anlam veremiyor, saf saf bakiyordum. Sanki yabanci dille konusan birisinin derdini anlatmak istedigini zanneden birisi gibi ben de ona bakiyordum. Fakat bir müddet sonra gelen basçavus ne oluyor diye sorarak askerlerle konustu. Asker yemek yemedigimi söyledi, basçavus da birak yemezse yemesin deyip çekip gitti. Içeriye giren askerler çorba tabagini alip bana vurarak çekip gittiler.

Sabah saat sekiz dolaylarinda tuvalete gitmek istedigimi söyledim. Askerler beni kafesten çikartip tekme ve tokatla tuvalete götürdüler. Ayakta büyük tuvaletimi yapmam isteniyor, bir yandan da joplarla omuzuma vuruyorlardi. Jopla vururken kafama vurmamak için dikkat ettikleri gözden kaçmiyordu. Daha sonra ögrendigime göre bunun sebebi o zamanlarda kafasina jop vurularak öldürülen Ilhan Erdost'tan dolayi olduguydu. Bu yüzden kafaya vurmak yasakmis.

Ayni gün, sonra saga sola baktirilmadan savciliga götürüldüm. Savci bana olayi anlatmami verdigim ifadelerin dogru olmadigini belirtip, istedigi yönde cevaplar vermemi istiyordu. Ben yine eski ifademi verdigim için beni tekrar C-5 denen yere götürdüler. Beni oraya tekrar gönderen savci Nurettin Soyer idi. Gözlerim arabada baglandi ve bir müddet arabada dolastirildiktan sonra C-5'e götürüldüm. Oysa C-5 denen yer, Mamak cezaevine yüz-yüzelli metre kadar uzakliktaydi. Yeri tespit etmemem için gözlerimi baglayip arabayla uzun müddet dolastiriyorlardi. C-5'te tekrar dayak, baski, psikolojik baski ve iskenceler yapildi. iskencelerin basinda Nurettin Soyer bulunuyordu. Onun tek istedigi MHP hakkinda itirafta bulunmamdi. Kendisi bizzat bana "Eger Mustafa Pehlivanoglu dedigimi yapsaydi itiraf etseydi kesinlikle asilmayacakti, sen bu imkani elinden kaçirma, eger itiraf etmezsen seni en fazla bir-iki ay içinde astirirm." dedi. bunlari söylerken kendi anasina, avradina küfrediyordu.

Gece saat sekiz siralarinda tekrar cezaevine getirildim. Hiçbir sey yememis açtim. Açlik grevi yapmaya karar vermistim. Verdikleri yemekleri üç gün hiç yememistim. Bir müddet sonra iç emniyet amiri havaci yüzbasi olmak üzere birçok subayi gelip neden yemedigimi hakaret ederek sordular. Ve bu üç günde ellerim arkadan kelepçeliydi. Yapmis oldugum bu üç günlük açlik grevi Mamak askeri cezaevinde yapilan ilk grevdi. Bu üç gün içerisinde defalarca C-5 denen yere götürüldüm. Bos odalarda Nurettin Soyer tarafindan sorgulara tabi tutuldum. Onun tek istedigi olayi anlatmam, itirafta bulunmamdi. Sorulan sorulara kisa cevaplar vererek onlarin istediklerini yapmadim.

Herseye ragmen bugün idam cezasi almissam, bu verilen idam cezasi askeri mahkemenin tamamen keyfi tutumlarindan dolayi olmustur. Zaten ayni olaydan yargilanan Ercüment Gedikli isimli arkadas, hiçbir suçu olmadigi halde sahid ve delil bulunmadigi halde idam cezasi almistir. Üçgün elim kelepçeli olarak kafeste kaldiktan sonra cezaevinin içerisine sokuldum ve kesinlikle doktor kontrolünden geçmedim. Oysa cezaevine geldigimden 20-25 gün sonra doktora çikarilip saglik kartinin üzerine cezaevine geldigim ilk günün tarihini atmislardi. Muayeneyi yapan doktorlar ordunun mali olan üstegmenlerdi ve onlar muayeneyi sadece konusarak yapiyorlardi.

Yani vücuda bakmak esasli bir muayeneye tutmak gibi bir uygulamalari yoktu. Bu yüzden iskenceyi, dövülmeyi belgeleyen hiçbir rapor hiç kimseye verilmedi. Daha sonra 52 hücrenin bulundugu yere götürüldüm. Ve orta bölümde bulunan 34 numarali hücreye konuldum. Buradaki 34 ve 35 numarali hücreler idam cezasi alan kisiler için tahsis edilmisti, burada bulunan idam cezasiyla hükümlü kisiler geceleyin ansizin götürülerek idam edilmislerdir. Buraya ilk gittigimde uygun adim yürümem istendi.

Bugüne kadar ilkokulda izci olarak ögrendigim yürüyüsten baska yerinde sayma hareketinden baska birsey bilmiyordum. Ayaklarim birbirine karisiyor, askerin sag sol komutuna ayak uyduramiyordum ve her ayak uyduramayisimda tekme tokat, yumruk, omuzlarima joplar vuruluyordu. bu onbasi, iki asker tarafindan saçlarin sifir numara kesildikten sonra içeriye sokuldum ve direkt olarak 34 nolu hücreye konuldum. Idam cezasi alanlara mahsus bir yer olan 34 nolu hücreye konulmakla bugün verilen idam cezasi ta o gün kararlastirilmis ve verilmis oluyordu. Ki, o günden tam dört sene sonra mahkeme bana idam cezasi vermistir. O zaman yanimda bulunan 35 numarali hücrenin lambalari yanmiyordu ve hiç ses gelmiyordu. Fakat o hücrede idam cezasiyla sehid edilen Ali Bülent Orkan bulunuyormus.

Buraya götürüldügümde biraz olsun rahat edebilecegimi zannetmistim. Fakat kapida bulunan askerler niye geldin lan, anlat lan, konus lan, ismin ne lan gibi sorular soruyorlar, beni psikolojik baski altina almak istiyorlardi. Bu hücrelerin alti bir elin sigabilecegi sekilde kaynakla kesilmisti. Elimi disari uzatmam istendi ve elime jop darbeleri inmeye basladi. ilk defa elime cezaevinde jop vuruluyordu. Daha sonra onbinlerce kez (burada kesinlikle abartma yok) jop darbesi vuruldu. Bu hücreler alti metrekareydi.

Iki metresi tuvalet için yarim bir duvarla kesilmisti. Içerde iki katli bir ranza bulunmaktadir. Buralarda dört seneye yakin zaman iskencenin en büyügünü yasadikç geceleri dört dört buçuk saat uyuyabiliyorduk. Sabahtan aksama kadar dövüldük, horlandik, ders yapma, yerinde sayma vs. iskencelere tabi tutulduk. Iskence metodlarini üzerimizde deneyenler CIA ve örgütlü devlet güçleriydi. Bu iskence türlerini subaylarin bir çogunun oralara bizzat giderek egitimini ve tatbikini yaptiklarini biliyoruz, fakat üzerimizdeki denemeleri tamamen basarisizlikla sonuçlandi. Çünkü Türk insaninin yapisina, psikolojisine Türk insaninin inancina direncine ve fizyolojik yapisina tersti. Bugün birçok insan cezaevlerine kör biçak girip ustura gibi çikmistir.


Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL GERÇEĞİ Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL GERÇEĞİ   12 EYLÜL GERÇEĞİ Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:40

Haluk KIRCI Anlatiyor...

Bunun gerçek oldugunu ilerde bu devlet, bu düzen, bu iskenceleriyaptiranlar birkaç günlük aylik, senelik bir uygulama degil, dokuz-on yila yakin zamandir yapilan bir uygulamadir. Yaptiklari iskence sindirme daha dogrusu kirdirma metodlarindan birisi de Karistir-baristir (Rehabilitasyon) uygulamasidir. Burda devlet kendisini bu uygulamaya geri plana çekip solu saga, sagi sola kirdirip akabinde de kendisi her iki grubu ezmek suretiyle sindirmek istemistir. Aslinda sirf insanlarin psikolojik yilginliklarinin içerisinde uygulama imkani bulan bu metod, Türkiye'nin çesitli yerlerinde de yapilmistir. En son olarak Mamak cezaevinde son verildi. Diger cezaevlerinde dengenin olmamasi baskinin fazla olmamasi insanlarin dirençlerini artirmis, patlamalar meydana getirmis, Karistir-Baristir uygulamasi çabuk son bulmustur. Mamakta bu uygulamaya yedi seneye yakin sürmüstür.

Ne yapilmak istendigi ve sonuç ortadadir. Devlet yani düzen kafasini dinlemek istemistir. Çünkü içerdeki karsit grublarin birbirleriyle ugrasmasi neticesinde idarenin basinin agrimayacagi, rahatlikla hareket edecegi, hatta neticede ortaya çikacak pürüzler karsisinda gruplari ezerek kazançli çikacagi mümkün olabilecegi fakat baristirmanin mümkün olmadigini kendileri de biliyorlardi. Insanlar ayni odada beraber yasamalarina ragmen hiçbir zaman bir arada bulunmanin getirdigi menfi psikolojiden siyrilamamislardir. Sürekli birbirilerini gözlemisler, sürekli bir bardak sularini dahi ayri tutmuslar, sürekli karsilarinda bulunan insanlarin yaptiklarinin tam tersini yapmislardir. Idare bu durumda iki tarafi da çekip bol bol dövmüs, ezmis, ayni yerde tutmustu. Bu uygulama Türkiye'nin hiçbir yerinde uygulanamaz, basariya ulasamaz. Sonunda devlet te bu igrenç uygulamayi geri çekip, gruplari ayirmistir.

Mamak askeri cezaevinden Ankara merkez cezaevine sevk olundum. Burasi Ankara Merkez cezaevi tamamen maddiyat üzerine kurulu, zenginlerin cezalarini rahat yattigi, fakirlerin ise ezildigi bir yerdi. Burayi anlatmak mümkün degildir. Burada tamamen insanlik disi bir tutum ve uygulama vardi. Garipler, fakirler sürekli olarak ezilmektedir. Bunun yanisira agalar, babalar ceplerinde parasi olanlar, idareye para yedirme, gardiyanlarin karinlarini doyurma, harçliklarini verme, sigara alma gibi çesitli rüsvetler neticesinde disaridan her türlü seyi getirebilmekte içerde her türlü rahatliklarini saglayabilmektedirler. Bunun yanisira cezaevinin her türlü pis isleri sürekli olarak ya subyan kogusunda bulunan çocuk mahkumlara yaptirilmakta ya da diger kogusta kalan gariban kimselere gördürülmektedir. Çöp dökme, cezaevinin koguslarini temizleme badanasi yapma gibi isler sürekli bu insanlar tarafindan yapilmaktadir.

Eskisehir cezaevi ise, bugüne kadar gördügüm sartlari en iyi olan cezaevi idi. Aslinda bu sartlarin iyi olmasinin tek sebebi su idi. Orada (sene 1988) 350'ye yakin PKK militani barindiriliyordu. Ve bunlar en ufak bir seyde tepki gösteriyor, cezaevini yakma, görevlileri öldürmek gibi tehditlerde bulunuyordu. Idare bunlara karsi birsey yapamiyordu. biz ise azinliktaydik. 35'e yakin bir sayimiz vardi ve bizim de hak isteme durumumuz oluyordu.

Iskence hususunda belirtilmesi gereken konular var. Iskence kisinin insanliktan çikarilmasina yönelik, kendi iradesini kaybettiren, kendi duygu ve düsüncelerini asip, bambaska bir insan olmasina tükenmesine sebep olan tüm tutum ve davranislardir. Bunlarin çesitli metodlari vardir, bu metodlar bugün Türkiye'de kaba tabirle bunlar hayvanca uygulamaktadir.

Türkiye'de iskencenin bitecegine inanmiyorum. Kalkti, kalkacak gibi laflarin bos ve tutarsiz oldugunu hergün günlük yasantimizda görüyoruz. Türkiye'de iskence kalkmaz. Zira düzen kendisini ayakta tutabilmek için buna ihtiyaç duymakta, kendisini hayvani davranislarla korumaya çalismaktadir. Düzenin gidisinden bugün Türkiye'nin sosyo-ekomik yapisindan rahatsiz olan her türlü insana karsi iskence metodlarinin düzenin bekçileri tarafindan uygulanacagina inaniyorum.

Iskence insanlik disi bir uygulamadir. iskenceyi kesinlikle tasvip etmiyorum, hele Islam'i ögrenip Islamin inceliklerini kavradiktan sonra kesinlikle iskenceye karsiyim. Basimdan geçen ve ilerde anlatacagim birçok olay karsisinda benim dimdik ayakta kalmami saglayan tek faktör, inancim, manevi yönleri kuvvetli olanlarin karsilastiklari çesitli problemler karsisinda gösterdikleri tavrin güçlülügünü biz Mamak'ta gördük. Basta komünistlerin özellikle 1981-1982 yillari içerisinde agir iskence dönemlerinde tecritlerde nasil agir bunalimlar içine girdiklerini, hücrelerin duvarlarina nasil kafalarini vurduklarini, geceleri bagirarak nasil kalktiklarini bizzat gözlerimizle müsahede ederek seyrettik.

Burada yillarca edindigimiz tecrübeler neticesinde sunu söyleyebilirimki, Allaha inanan, iman eden ve inancini yasamaya gayret eden insanlarin en agir iskenceler karsisinda en agir anlarda en sorumsuz kisiler karsisinda dimdik ayakta kaldiklarini ve ruhi bunalima düsmeden hayatlarini idame ettirdiklerini biz gördük ve yasadik. Ve insanoglu nerede olursa olsun Allah'a ihtiyaci vardir. Zor sartlarda dahi onun yaninda oldugunu bilip ona sarilip güçlü olmalidir. Biz bunlari söylerken tecrübelerimizle söylüyoruz. Cezaevlerinde olsun, sorgulamalar esnasinda olsun, en agir iskence dönemlerinde karistir-baristir dönemlerinde arkadaslarimizin Allaha yöneldiklerini geceleri dua ederek dimdik ayakta durduklarini gördük


Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL GERÇEĞİ Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL GERÇEĞİ   12 EYLÜL GERÇEĞİ Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:40

Haluk KIRCI Anlatiyor...

Mamak'ta askeri cezaevinde bazi ihtiyaçlarimizi karsilamak birtakim problemlerimize hal yolu arama hususu baslibasina bir olaydi. Mamakta idarenin en basta yapmak istedigi sey, insanlarin birbirleriyle olan dayanismalarini yikmakti. Bunu yillarca büyük çaba sarfederek uygulayip bir derecede de olsa basardilar. Görüse çikma, doktora muayene olma gibi ihtiyaçlarda idare tamamen keyfi uygulama yapiyordu. Görüse çikarken, hayvani muamele yapan idare, insanlari görüse götürürken dövmüs, uygun adimlarla bir asker gibi baski altinda yürütmüs, görüs yerinde marslar söyletip ailelerinin karsisinda dövmüstür. Onlari asagilamis, sonra görüsmelerinde izin vermistir. Ve yedi sene bes dakikayi geçmeyen görüsler yaptirilmistir. Doktora muayene olmak ise tamamen astegmen ve paritisyen doktorlarin elindeydi. Hiçbiri aspirinden öteye gitmeyen ilaçlarla hastalar muayene adilmistir.

Ayni zamanda durumu çok agir olan ölümcül hale gelmis durumdakiler hastaneye kaldirilabildikleri gibi kasten hastaneye götürülmeyip hücrelerde koguslarda ölüme terkedilen hastalarda olmustur ve birçogu da ölmüstür. Türkiye'nin çesitli yerlerine dagilmis olan geçmiste Mamak askeri cezaevinde yatmis olanlarin mutlaka ve mutlaka doktora agir hasta olarak isimlerini yazdiranlarin ertesi gün kogusundan ya da tecritinden alinip ya kaz adimi denilen, eller arkadan ayak ökçelerinden tutulup yürümesi yürümesi veya mutlaka esas durusta durduktan sonra ayaklarini karinlarina çekerek uygun adimlarla arkadan vurularak hakaret edilerek doktora götürüldügü ve doktor içeri girdikten sonra "Neyin var lan?" sert komutu karsisinda esas durusta beklemek zorunda oldugu daha sonra derdini anlattigi zaman "kes lan" lafina muhatap oldugu derdini tam anlatamamadan ciddi bir sekilde muayene olamadan hastanin kogusuna döndügü herkesçe malumdur. Ayni zamanda koguslar arasi münasebetlere kesinlikle izin verilmiyordu.

Bu, kitlelerin dayanismasini kirmaya yönelik bir uygulamaydi. Kogus içinde bile insanlarin münasebetleri sürekli olarak sinirli tutulmus, kesilmistir. Kogus içinde grublar arasinda kavgalar çikmis, agir yaralananlar olmustur. Çikan kavgalar neticesinde idare, hem grublarin arasindaki dayanismayi yikmak istiyor, hemde birbirlerini ezip yipratmalari için ortamlar olusturuyordu.

Mamak'ta idareden herhangi bir istekte bulundugumuz zaman mutlaka dilekçe yazmamiz isteniyordu. Yazilan dilekçeler kesinlikle içinde bir muameleye konulmamistir. Sadece kogus sorumlusu olan basçavusçularin ellerinde keyfi muameleye tabi tutulmustur. Ilginç olan bir taraf da tutuklarin dilekçe vererek çamasirlarinin ailelerine verilmesi kogus degistirme gibi durumlarda tutuklu idareye çagrilip sen bizim isimizi yaparsan biz de senin isini yapariz gibi ispiyon yani arkadaslari hakkinda bilgi vermesi istenmistir. Reddettigi zaman dövülerek tekrar kogusuna gönderilmistir. Kavga, tartisma gibi durumlarda kapidaki nöbetçi er, dügününü öttürerek idarenin girisindede devamli hazir vaziyette bulunan emniyet timine haber verirdi. Bunlar da emniyet timleri de ellerindeki joplarla kavga çikan kogusa girerler ve insanin neresine gelirse gelsin vurarak herkesi döverlerdi.

Herkesi bahçeye çikartip esas durusta bekletirlerdi. Daha sonra da agir bir sekilde egitim yaptirip tek tek agir bir sekilde dövüp tabutluk dedigimiz hücrelere atarlardi. Kovalarla su dökülüp iyice isitilan bu hücreler üç karisa alti karis ebabindaydi. Tutuklular en az onbes gün bu karanlik hücrelerde tutulup tuzluca, tatli yemekler bir tabagin içerisinde karistiriliip verilirdi. Ve bu hücre cezalari verilirken kesinlikle mahkeme karari falan bir islem olmazdi. Ceza süresi, subaylarin keyfi tutumlarina göre belirlenirdi. Mamak askeri cezaevinde idarenin en sert tepkisi kavgalara karsi oluyordu. En ufak bir kavga, tartisma gibi hadiselerde agir bir sekilde tutuklulara eziyet edilirdi.

Aslinda burada idare tutuklular arasinda kavga çikmasini, tartisma olmasini istiyordu ve bunu da kendileri çok iyi biliyorlardi. Karistir-Baristir uygulamasini yapmalarinin tek sebebi de tutuklulari birbirine ezdirmek ve kendilerinin de ezmesi için ortam olusturmakti. En ufak bir kavga ve tartismada en agir cezalandirma yöntemlerine basvurmuslardir. Bazi kavgalarda ise, idare o sahislari kafese götürüp o sahislara günlerce egitim ve dayak iskencesi yapip hücreye atardi. Bu hayvani tutum ve davranislar tam yedi sene sürmüstür.

Muhammed Bahadir
12 Eylül ve Ülkücüler, Sayfa:109-120
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL GERÇEĞİ Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL GERÇEĞİ   12 EYLÜL GERÇEĞİ Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:41

KARA EYLÜL

12 Eylül 1980... Cuma... Şafak vakti saat 04:00... Türkiye sekiz şiddetinde bir sarsıntıyla yatağından fırlıyor ve gökkubbe çökünce de yıkılan enkazın altında kalıyordu. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren başkanlığında; Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'dan oluşan Millî Güvenlik Konseyi yönetime el koydu.

Hükümet ve parlamento feshedildi. Siyasal partilerin faaliyetleri durduruldu. Parlamenterlerin dokunulmazlıkları kaldırıldı. Saat 05.00' dan itibaren sokağa çıkma yasağı başladı.

DİSK ve MİSK'e bağlı bütün sendikalar faaliyetten men edildi. Tüm dernekler kapatıldı. Yurtdışına çıkış yasaklandı.

Sabaha karşı Genelkurmay Başkanı Evren, radyo ve televizyonlardan halka hitaben yaptığı konuşmada özetle şunları söyledi:


'Yüce Türk Milleti... Türkiye Cumhuriyeti devleti, son yıllarda izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik ciddi ve fiziki haince saldırılar içindedir. Devlet, başlıca organlarıyla işlemez duruma getirilmiş, anayasal kuruluşlar tezat ve suskunluğa bürünmüş, siyasî partiler, kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumlarıyla devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu tedbirleri almamışlardır...

Kısaca devlet, güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür. Aziz Türk Milleti; işte bu ortam içinde Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu'nun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına, emir ve komuta zinciri içinde, emirle yerine getirme kararı almış, ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur... Vatandaşların, sükûnet içinde radyo ve televizyonları başında yayınlanacak bildirileri izlemelerini ve bunlara tam uymalarını ve bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri'ne güvenlerini beklerim.'

Paşa bunları söylerken, bir realite gün yüzüne çıkıyordu. Generaller ellerinde yetki olduğu halde işi ağırdan almışlar ve ihtilâl ortamının doğması için çatışmalara müdahale etmemişlerdi. Sıkıyönetim var olduğu 1978 yılından beri demek ki asker görev yapmamıştı.

9 Eylül Salı günü Adana'da meydana gelen olaylarda 6 kişi, Eskişehir, Gaziantep ve Bursa'da birer, Ankara, Malatya ve İstanbul'da ikişer kişi olmak üzere toplam 15 kişi hayata veda ederken, 10 Eylül Çarşamba günü ülkemizde Siirt, Eskişehir, Ankara, Ordu, Trabzon, Gaziantep, Malatya, Zonguldak, Tekirdağ ve Urfa'da meydana gelen olaylarda toplam 27 kişi hayatını kaybediyor ve 12 Eylül 1980 Cuma günü olaylar bir anda kesilerek tek bir ölüm vakası bile meydana gelmiyordu.

Şiddet olayları 12 Eylül askerî müdahalesiyle birlikte bir gün içerisinde hissedilebilir bir biçimde azaldı ve kısa bir süre sonra tamamen durdu. Halbuki sadece 1980 yılının ilk ayı içinde hayatını kaybedenlerin sayısı 2000'i aşmıştı.

Oysa generaller vazifeye çok daha önce çağırılmıştı. 26 Aralık 1978 de Bakanlar Kurulu, sabah saat 07.00'den itibaren 13 İlde (İstanbul, Ankara, Adana, Elazığ, Bingöl, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, Kars, Kahramanmaraş, Malatya, Sivas ve Urfa) sıkıyönetim ilan etmişti. Fakat ne yazık ki görev ihmal edilmiş ve tarih önünde dönemin generalleri ağır bir vebal altına girmişlerdir.

Biz bir gün önce yurt genelinde büyük bir arama tarama faaliyeti olacak şeklinde bir bilgi almıştık. Bu kanlı ihtilâlin ayak sesleriydi. Ancak durum değerlendirmesi yapabilecek bir analiz ekibinden yoksun olduğumuz için ensemize kadar yaklaşan palet seslerini duyabilecek bir durumda değildik.

İlk gün 12 Eylül hareketinin rengini anlamak mümkün görünmüyordu. Biz de bütün kaçaklar gibi faaliyetlerimizi durdurarak bir kenara çekildik. 13 Eylül'de yayınlanan MGK' nin 13 numaralı bildirisinde, 4 siyasî parti liderinin emniyetlerinin Silahlı Kuvvetler güvencesi altında tutulmak amacıyla geçici bir süre için belirli yerlerde ikametlerinin istendiği, bu çağrıya 3 parti liderinin uymasına rağmen Alparslan Türkeş'in uymayarak evinden uzaklaştığı belirtildi ve "MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş,

14 Eylül 1980 günü saat 13.00' e kadar en yakın garnizon komutanlığına müracaat etmediği takdirde kendisinin Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı bildirilerine ve MGK emirlerine uymadığından dolayı suçlu duruma düşeceği açıklanır." deniliyordu. Artık 'takke düşmüş, kel görünmüştü...'

Ayın 14 ünde basında yer alan bir habere göre: MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş'in kendisine tanınan sürenin dolmasına 6 saat kala, Ankara Gaziosmanpaşa semtinde bulunan oğlunun evinden yetkilileri aradığı ve söz konusu evden alındığı, bildiriliyordu.

Yine aynı gün gazetelerde çıkan bir haber, aleyhimizde ne kadar ustaca bir oyun hazırlandığını gösteriyordu. MHP Genel Merkezi'nde yapılan aramada, tüfek, tabanca, uzaktan kumandalı patlayıcı madde gibi suç unsurları yanında, Dev - Genç ve Dev - Sol yazılı para makbuzları, afiş ve pankartların ele geçirildiği belirtiliyordu. Büyük bir tezgahla karşı karşıyaydık.

'Bizim çocuklar işi yaptı' (our boys have done it) bu sözleri, darbenin yapıldığı saatlerde ABD Başkanı Jimmy Carter'a ilettiği belirtilen Ulusal Güvenlik Konseyi Danışmanı Paul Henze. Ve Amerikalıların büyük rütbeli çocukları, öz be öz Türk çocuklarına karşı dehşetli bir kırgın başlatmışlardı. Gözaltına alınan arkadaşlarımızdan aylarca hiçbir haber alınamıyor ve aileleri dahi onlara ulaşamıyordu.

Ülkeye canımızla kanımızla hizmet ettiğimiz için, Rus işgalini yüreğimizle durdurduğumuz için hesaba çekiliyorduk.

Yusuf Ziya ARPACIK
Başeğmediler, Sy: 146, 147 ,148, 149
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL GERÇEĞİ Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL GERÇEĞİ   12 EYLÜL GERÇEĞİ Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:42

EYLÜL’DE VURDULAR, EYLÜL’DE ASTILAR

Bir çok insan için 12 Eylül denince akla 12 Eylül 1980 gelir. Benim içinse hayatımda iki önemli yeri olan, iki ayrı 12 Eylül var. Birincisi 12 Eylül 1978 gece saat bir buçukta göğsüme dayanan uzun namlulu silahlar ve 13 yıl dönmemek üzere evden alınışım. ikincisi ise sabah ezanıyla Milli Marşlarımızın gümbür gümbür sesleriyle uyanışım.

Birinci Eylülde vuruyordular, ikinci Eylül’de ise asıyordular, kim olduğumuzu sormadan, sorgulamadan, yargılamadan sehpalara çektiler dokuz tane yiğidimizi. Evet şu anki konumuz 1980 in Eylülü kendince yüzünü hiç belli etmedi ama biz onu onları çok iyi tanıyorduk. Sözleri bize biraz benziyordu. Ülkeyi böldürtmeyeceğiz. Hainleri temizleyeceğiz.

Vatanımız, milletimiz gibi bir yığın laflar ediyorlardı. Doğru da söylediler(!) O gün böldürtmediler, kanın akmasını da sihirli bir hareketle durdurdular. Peki bakalım sonra ne oldu 12 Eylüllerde. 12 Eylülün başı Kenan Evren tam anlamıyla bilgisiz, kültürsüz, rahatlıkla birilerinin kukla gibi idare edebileceği cahil bir insan....

Bunu böyle kabul ettiğimizde, yıllarca durmayan kanı bir anda nasıl durdurdu, insan hayretler içinde kalıyor. Aslında hayrete gerek yok, kendisi demedi mi “hadisenin olgunlaşmasını bekledik”. Olgunlaşma bedeli olarak evet çokça kan dökülmeliydi


Tabi ki o koltuğa oturmanın da bir bedeli vardı ödenmesi gerekirdi. Binlerce bu Milletin evladının kanı akmalıydı, ortalık cehenneme dönmeliydi. Anaların, babaların yüreği yanıp kavrulmalıydı.Tv ler, radyolar her gün ölen öldüren gençlerden bahsetmeliydi ki; o koltuğa bir kurtarıcı gibi oturabilsinler, alkış alsınlar. Kuran”a basıp raftan ekmeğin nasıl alınacağını rahatça anlatabilsinler, utanmadan.

Sayın Evren ne derse desin, ABD büyükelçisi 12 Eylülün ne için yapıldığını net bir beyanla “Türkeş’i mi iktidar yapsaydık” diyerek 12 Eylülcülerin birer kukla olduklarını açıkça ortaya koymuştur.

Kuklalık görevini layıkıyla yapan 12 Eylülcüler oturdukları koltuk bedellerini batılı ülkelere Türkiye’nin elindeki kozlarını bedava diyeceğimiz şekilde pazarlamışlardır. Ellerindeki önemli kozları bedava verince de batının,ABD’nin kapı kulu olmuşlardır.

Bunlardan en önemlilerinden biri ise Yunanistan’ın Nato’ya alınmasıdır ki; bu durumdan sonra Yunanistan özellikle Kıbrıs konusunda Türkiye’yi hala köşeye sıkıştırmaktadır.

Bana göre 12 Eylül ün en büyük günahlarından biride 3-5 eşkıya diyerek Pkk’ya yanlış teşhis koymasıdır. Hal bu ki bölücülükle eşkıyalığın asla benzer tarafı bulunmamaktadır. Ülkeyi bölmeye çalışanla, kanunsuz olarak dağda yol kesip para alan eşkıya’yı bir birine karıştırırsanız, bu günkü sonuçlara asla şaşırmamanız gerekir.

Bu yanlışın bedeli de sonuç olarak onbin’lerin hayatına malolmasıdır. Meseleyi objektif olarak değerlendirdiğimizde, 12 Eylül dörtbin kişinin kanını istismar edip koltuğa oturmuş, o an için kan akmamış lakin, yaptığı hatalardan, koyduğu yanlış teşhislerden dolayı otuzbin’in üzerinde insan yok olmuştur. Bu hadisenin görünen boyutu.

Görünmeyen boyutu ise 12 Eylül ile birlikte özellikle resmi sıfatlılar tarafından, savaşma seviş, hayatını yaşa, sloganları okumayan, düşünmeyen gençlik tarafından ciddi kabul görmüş, diskolar, barlar adeta uyuşturucu yuvasına dönmüş, sokakta üç insanın ölümünü bahane eden

12 Eylül mimarları, duvarların arkasında her gün uyuşturucu ile ne acıdır ki 10 kişiyi öldürmeye başlamış, hızla yükselen tehlike bu işin mimarlarını bile ciddi endişeye düşürmüş, Türk gençliğini en büyük tehlikeye sokacak uyuşturucu belasının temeli de böylece atılmıştır.

Bu hususta ki araştırmalara göz attığımızda 1980 yılı ile 1985 yılları arasında yaklaşık on kat daha fazlalaşmış, bu güne kadar bu belanın önüne geçilmesi bir kenara ilkokul kapılarına kadar sokulmuş, bali’ci tabir edilen gençler bütün sokak başlarında görülmeye başlamış, dün çoçuğu öldüğünde ölüsüne ağlayan analar, ne acı ki gözlerinin önünde yok olup giden çocuklarına her gün ağlamaya başlamışlardır.

İstatistikler 1980 li yıllarda inancın, törenin, adetin yıkıldığını, fuhuş un, rüşvetin, gayri meşru işlerin çığ gibi büyüdüğünü, “Devletin kazanı deniz yemeyen domuz” mantığının salgın bir hastalığa dönüştüğünü, bu nedenle de milleti sömürerek bir yığın zengin türediğini, bankerlerle milletin soyulduğunu sömürüldüğünü açıkça göstermektedir. Anlayacağımız şu ki 12 Eylül arkasında telafisi zor olan hala bu gün bitirilemeyen bir belayı bu milletin başına sarmıştır.

12 Eylül Cezaevlerinde insanlık dışı işkencelere baş vurmuş, binlerce insanı sakat bırakmış düşünen okuyan bir nesli adeta yok etmek için elinden gelen ne varsa geriye hiçbir şey bırakmamıştır. Amerikalı veya orada yaşayan prof’lar dan raporlar alınmış ıslah metod’ları Mamak ta en iyi şekilde uygulamaya konulmuştur. Rapora göre;

1. Anarşik olaylara katılan bu gençler siyasi olaylar olmasa bile, bunlar adam öldürmeye eğilimli kişiler olduğundan, siyasi olaylara karışmasalar dahi bunlar başka nedenlerle yine adam öldüreceklerdi.

2. Bunlara 40 yaşına kadar işkence yapılması neticesinde pes eder, korkaklaşır ve ıslah olurlar.

Bunlar aklımda kalan iki maddesi.

Yukarıdaki rapora göre bütün Cezaevlerinde işkence, zulüm, insanlık dışı ne varsa uygulanmaya başlamış, Adalet adına kendilerine teslim edilen mahkumların yemeklerine (yemekse) yerlerden aldığı çakılı, toprağı zevkle karavanaya atan Albay Raci TETİK gece yarısında buz gibi havada mahkumları çırılçıplak soyarak, üstlerine de buz gibi suyu döktürüp zevkin en kralını yaşamaya çalışmıştır.

Bu hayvani zevki sadistçe yaşayan Raci TETİK yıllar sonra bir gazetede “yaptıklarım geceleri beni uyutmuyor” diyerek sağdan-soldan özür dilemeye çalışıyordu. o kahraman (!) gitmiş geriye aciz, korkak, cılız bir aşağılık biri kalmıştı.

Bunlar sehpalara çekilen gençlerin kim olduğunu bile düşünmek istemiyordu. Tabi ki kim olduklarını düşünmeyeceklerdi. “Sam amca onlardan kurtulun” demişti. Onlar zararlı mahluklar demişti. Onlar tehlike, yarın bunlar iktidara gelirse benim menfaatlerime zeval gelir demişti. Sam amcalarını samimiyetle dinleyenler,onlara inananlar, azıcık bu milletin öz evlatlarını dinleseydiler, ihanete nasıl düştüklerini biraz olsun anlayacaklardı.

Çünkü bunlar soymaz, soydurtmaz. Bunlar soysuz değil, bunlar Milleti için Bayrağı için Vatanı için, dini için yola çıkmışlar. Kısacası bunlar soylu Türk gençleri.Bunları tanımaya dinlemeye, anlamaya gerek yok zihniyetiyle yıllarca zulüm devam etmiş. Büyük Türk evladı büyük insan, büyük dava adamı Alpaslan TÜRKEŞ bey bile 5 sene 7 ay hürriyetsiz bırakılmıştır.

Kısacası bu milletin öz evlatları okuyan, düşünen, yürekli ülke millet, bayrak sevdalıları istenmemiş ,dar ağaçlarına çekilmiş, binlerce sakat, binlerce acı ve gözyaşı içinde insan ve yetim çocuklar bırakmıştır, 12 Eylül.

Bir de düşünmeyen, Batı hayranı, eyyamcı, ülküsüz, idealsiz, korkak, milli kültüründen uzak, kişiliksiz, kimliksiz bir nesil bırakarak bu millete en büyük kötülüğü yapmıştır 12 Eylül.

Yunus MERAL
MHP Tekirdağ İl Başkanı
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL GERÇEĞİ Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL GERÇEĞİ   12 EYLÜL GERÇEĞİ Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:42

MAZLUMLARIN ZAFERİ

12 Eylül'ü yapan cuntanın anlı şanlı isimlerini bir çırpıda sayabilecek kaç kişi var? Kaçının yaşadığını, kaçının öldüğünü kaç kişi biliyor? Oysa onlar çok iddialıydılar... Ülkeye çok büyük hizmette bulunmuşlardı!.. Sözde ülkeyi uçurumun eşiğinden alıp, selamete kavuşturmuşlar, kardeş kavgasını kesmişlerdi!.. "Asmayıp da besleyecek miyiz?" diyerek darağaçları kurmuşlar, toplumu zararlı unsurlardan kurtarmışlardı!.. Eh bu büyük hizmet elbette unutulmamalıydı!.. Ama galiba Türk milleti vefasız çıktı, bu büyük hizmet erbabını çabuk unuttu!..

5'li cuntadan ölen oldu, devlet protokolü de olmasa cenazelerini herhalde belediye kaldırırdı... Yaşayanlardan bir tek Kenan Evren'in nerede yaşadığı, ne iş yaptığı biliniyor... O da magazincilere konu lazım olduğu zaman, bayan sanatçıların kiloları ve resim verme kabiliyetleriyle ilişkili konularda hatırlanıyor. Ülkenin mizah ihtiyacına sağladığı malzemeden başka ürettiği herhangi bir katma değer yok... Dünün kudretli paşaları esamesi okunmuyor artık... Ne saygınlıkları var, ne de isimlerinin etrafında hayırla dolanan... İhtişamlı günleri çabuk geçti ve milletin gönlünde bir incir çekirdeği kadar yer tutamadılar...

27 Mayısçılar da aynı olmamış mıydı? Zulüm iktidarları bittiğinde silinip gittiler... Onlar milletin hafızasında kapkara bir iz bırakmışken, onları mağdur ettikleri, idam ettikleri sevenlerinin gönlündeki tahtlarını hep korudular...

27 Mayısçıların bugün mezarlarına kendi ailelerinden giden ziyaretçiler var mıdır bilemeyiz, ama onun idam ettiği Adnan Menderes'in naaşının onlarca yıl sonra Vatan Caddesi'ne nasıl yüzbinler tarafından taşındığı, sahiplenildiği ortadadır.

12 Eylülcüler, ülkücüleri ezmek, yok etmek istediler... Lider kadrosu tutukevlerinde, işkencehanelerde toplandı... Uzun süren davalar, kürsülerden karalama kampanyaları, idamlar, cezalar, eziyetler...

Sözde postal altında tarihten silinecekti ülkücü hareket... Ama tarihin hükmü hiç de onların istediği şekilde tecelli etmedi... Darbeciler silinirken, ülkücüler tekrar dirildi... İşkenceler, eziyetler, acılar ülkücü hareketi yok etmeye yetmedi, tam tersine acılar ülkücü hareketi adeta besledi, büyüttü, olgunlaştırdı...

Şimdi bir kısmı ölmüş, bir kısmı köşesinde ölümü bekleyen darbeciler, toplumun hafızasından hızla silinip giderken, onların yok etmeye çalıştığı ülkücülerin, ülkesinde ve coğrafyasında nasıl güçlü bir faktör olduğu bir kere daha anlaşıldı...

Yok edilmek istenen ülkücüler, katillerine ve işkencecilerine adeta inat edercesine, onlar hızla erirken, ters orantılı biçimde büyüdü, ülke gündemine damgasını vurdu... Kendi yaralarını kendisi sardı, kendi acılarına tutundu ve ayağa kalktı... Tarihi misyonunu yaşatmak için kendisine yakışan mücadelesinde bayrağı daha da yükseğe kaldırdı...

Bir daha dirilmesinler diye, dün ocaklarımızı yıkanlar, belki taş duvarları devirdiler, demir kapıları zincirlediler ama gönüllere hükmedemediler... Gönüllere hükmedilemeyince, yıkılan ocaklar da yeniden yapılır, kapılardaki zincirler de kırılırdı...

Nitekim öyle oldu... 12 Eylül'ün "mağrurları", kısa bir süre sonra "mağlupları" haline gelirken, dün yenildi zannedilen ülkücülerin katlanarak büyümesi, tarihin bir hakkı tesliminden başka bir şey değildir...

Şimdi ülkücüler sadece Türkiye'de değil, bütün soydaş ve akraba toplulukların yaşadıkları topraklarda varlar... Devletin bile gidemediği yerlere önce onların hayalleri, sonra da kendileri gittiler... Bosna'da, Kosova'da, Azerbaycan'da, Çeçenistan'da, Irak'ta ve misyonun emrettiği her yerde onlar oldular...

Bir yıldönümüne girerken tekrar görüyoruz ki, 12 Eylül'ün muhteşem günlerine hükmeden ceberrutlar silinip gittiler... Ülkücüler ise her gün taş üstüne taş koyarak, hergününü bir önceki günden daha iyi yapmanın mücadelesine koyularak başarılı oldular...

Cellatları birer birer buharlaşıp, yok olurken, onlar hem tarihe, hem günümüze adlarını kazıdılar... Allah'ın izniyle yarını da bugünden daha iyi yapacak enerjiye sahip durumdalar...

Bir yanda korunma işlemini halkın vicdanına değil, anayasa ve yasalara bağlayanlar, diğer yanda "dünün tortusu dünde kaldı, selam yeni sabaha" diyerek, her dem yeniden doğan ülkücü hareket... İşte mağlup, işte galip...

Savaşlar muharebelerden oluşur. 12 Eylülcüler bir muharebeyi kazanınca "savaşı kazandık" zannettiler... Oysa zorbalıkla kazandıkları sadece bir muharebeydi... Bugün çok daha iyi anlaşılıyor ki, onlar yok olup gittiler, zaferi ülkücüler kazandılar...

Bu tarihte mazlumun kazandığı ilk zafer değildi... İnanıyoruz ki, son zafer de olmayacaktır...

Kadir Mahir DAMATLAR




Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL GERÇEĞİ Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL GERÇEĞİ   12 EYLÜL GERÇEĞİ Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:44

HARBİYE İŞKENCE EVİ

Günlerden Pazar... Osmanbey'de bir işyerimiz var orada kamufle oluyoruz. Pencereden bir arkadaşımızın geldiğini görünce kapıyı açtım. Resmi üniforma var üzerinde. Hapishaneden tanıdığım ülkücü hareketin faal mensuplarından Mehmet Koçak. Askerlik görevini yapıyor. O vakitler Avcılar'da bulunan Askerî Kamp'taki vazifesini ifa ederken bir günlük izin alıp yanımıza gelmiş. Hasret giderip 12 Eylül hareketinin tahribatından konuşuyoruz. Saat 15:00 olunca artık gitmesi gerekiyordu. İki saat sonra birliğine teslim olması için şimdiden yola çıkması lazımdı. Osmanbey tarafı bizim için arama tarama faaliyetleri açısından biraz güvenliydi.

Bu sebepten Mehmet'i yola vurayım düşüncesiyle durağa kadar birlikte gitmek için dışarı çıktık ve Harbiye'den Taksim istikametine doğru yürüyoruz. Bir iki dakika sonra Notre Dame de Sion Fransız Lisesi önüne geldiğimizde aniden etrafımız çevrilmiş ve otomatik silahlı on-onbeş kişilik bir tim bizi gözaltına almıştı. Yol kenarındaki Harbiye Kışlası’na götürdüler.


Tamamen tesadüf... İzinler kaldırılmış olduğundan resmi kıyafetli asker dikkatlerini çekmişti. Mehmet'i bıraktılar. Benim kimliğimde askerlik vaktim gelmiş olduğundan durumumu öğrenmek istiyorlardı. Binbaşı rütbesinde bir asker ve iki sivil bizi kısa bir sorgudan geçirdi. Siviller beni incelerken, telsizlerinden gelen anons kodlarından onların polis ve siyasî şubesinin personeli olduğu anlaşılıyordu. Askeri atlatmak kolaydı ama bu ikisi beni müthiş tedirgin ediyorlardı. Her hareketimi büyük bir dikkatle takip ettiler. Gözleri bendeydi...

-Talebeyim, askerliğimi tecil ettirdim, dediysem de onlar bir inceleme yapacaklarını söyleyerek beni, asker kaçaklarını koyduklarını öğrendiğim basit bir hücreye attılar. Osman Altuğ adına düzenlenmiş olan kimliğim sağlamdı ve bu yüzden bir endişem yoktu. Aksi takdirde oradan firar etmek bana pek zor görünmüyordu. Hücre, kantinin içindeydi ve bir çok asker burada dinlenirken sohbet ediyorlardı. Bunların konuşmalarından büyük bir siyasî grubun burada sorgulandığı anlaşılıyordu. Hemen taşları birleştirerek meseleyi yorumladım.

Buradaki işkence merkezinde sorgulananlar bizim arkadaşlardı ve binbaşı'nın odasında gördüğüm o iki polis bu işin sorgu ekibindendi. Sol örgütler Emniyet Müdürlüğünde sorgulanıyor, bizimkiler ise bir yerde korsan olarak tutuluyorlardı, bizdeki malûmat bu kadardı. Bu düşünceler içerisinde askerlerden biraz daha bilgi almaya uğraşırken birden ortalık karıştı ve özel eğitimli oldukları anlaşılan bir ekip aniden içeri girerek beni zorla yere yıkıp örgütlerden ele geçirdikleri pankart bezleriyle kafamı, yüzümü ve kollarımı iyice sardılar. Deniz bitti, dedim kendi kendime. O iki sivil canlandı gözlerimin önünde. Benim katillerim mutlaka onlardı, diye düşünüyordum.

Arkadaşlarımızın Harbiye'de ve Askerî Müze’nin altında sorgulandıklarını ve bize sadece yüz metre yakınlıkta olduklarını anlamıştım artık.

Beni bir arabaya eller üstünde götürdüler. Uzak bir yere gidiyormuşuz havası vermeye çalışarak, aynı bahçe içerisinde dönüp durduklarını anlamak için üstün bir zekâ gerekmiyordu. Nihayet araba durdu. Ayaklarım bağsız olduğundan kendim yürüyorum. Onlar beni yönlendiriyor, gözlerim ve kollarım sargıda. İki üç kat aşağılarda bir yere indik. Etrafımdakiler birbirlerine 'Komutanım' diye hitap ederek ve sert emirler yağdırarak beni etkilemeye çalışıyorlar:

-Kimsin?..

-Yusuf Ziya Arpacık... Hapishane kaçağıyım. Başkaca bir suçum yok. Derhal savcıya teslim edilmem, usul gereğidir. Beni burada tutamazsınız.

Bir yumruk patlıyor suratıma. Ellerim arkadan bağlı, gözlerim de pankart bezleriyle sarılı olduğu halde dengem bozulmuyor hatta yere çakılı gibi dimdik kımıldamadan duruyorum.

-Yumruğun çok zayıf arkadaş.

Alaycı ve küçük düşüren sözlerim onu çılgına çevirmişti. Peş peşe demir darbeleriyle sarsıldım. Herhalde tabancayla vuruyordu. Yüzümde müthiş bir uyuşukluk oldu. Yaralanan dilimle ağzımın içini kontrol ettim ve bir iki çevirdikten sonra kırılan dişimi dışarıya tükürdüm. Çeneme doğru bir sıcaklık yayılıyordu. Yine de düşmemiştim. Ayaktaydım...

Sorgu hemen başladı. Bizi gözaltındaki arkadaşları kaçırmaya çalışmak amacıyla bölgede olmakla suçluyorlardı. Sorguculara göre asker elbiseli Mehmet Koçak da bu sebepten Harbiye'ye gelmişti. Onu da birliğinden getirmiş ve ağır bir işkenceye almışlardı. İçerde adamımız olup olmadığına yönelik yoğun bir sorgu devam ediyordu.

Aynalı oda teşhislerinden sonra bir iki arkadaşı yanımda konuşturdular. Muhtemelen onların da gözleri bağlıydı. Derken sorgucu şarap fabrikasının önünden geçerken aldığım iğrenç kokuya sahip olan ağzını açtı. Lağım patlamıştı:

-Sen, İsmet Koçak, Aydın ve Samet, birini öldürmeye gittiniz. Daha önceden gaspedilen kırmızısiyah renkli Anadol marka bir araçla yol kenarında beklerken hedefiniz başka bir güzergahı kullandığından oradan geçmedi. Belediye başkanı olan hedefi daha sonra ortadan kaldırmak üzere eve dönüp başka bir operasyon için çalışmaya başladınız. İki üç gün sonra aynı ekip bir başka eylemi gerçekleştirdiniz. Portakal renkli renault marka bir otomobil ve biri 14'lü, Smitwesson, Parabellum ve biri 7.65 çapında olmak üzere dört adet silah kullandınız.

Sorgucu teferruat vererek aklınca benim gardımı düşürmeye uğraşıyordu. O ara duyduğum bir ses beni kendime getirmeye yetmişti. Arkadaşlarımızdan Abdülsamet Karakuş avazı çıktığı kadar bağırıyordu:

-Yusuf yoktu kardeşim, zaten kaçaktır yakalanmaz diye onun adını vermişler. İsmet'te yok. Bu işi biz yaptık tamam ama eylemi yaptığım arkadaşları kod adlarıyla tanıyorum. Hilmi var, Yasin var, ama bunlar yok.

Mesele anlaşılmıştı. Büyük bir oldu bitti karşısında çaresiz suçu kabul etmeye zorlanacaktık. Zaten her şey bütün inceliğine kadar düşünülmüş ve programlanmıştı. Biz sadece kareyi tamamlayacak olan oyunculardık.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL GERÇEĞİ Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL GERÇEĞİ   12 EYLÜL GERÇEĞİ Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:44

Sorgucu hiçbir suç önemli değil fakat bize son kaldığın evi vereceksin, derken işkence faslı da giderek şiddetli bir mahiyet kazanıyordu. Yüz kişiye yakın bir sayıya ulaşmış olan gözaltı mevcudu ülkücüler benim gelmemle biraz rahatlamıştı. Çünkü bütün işkence bana yönelmiş ve diğer arkadaşlar biraz da olsa rahat nefes alma fırsatı yakalamıştı. Sorgucu şaraplı nefesini tüketmeye büyük bir sabırsızlıkla devam ediyordu. Ben teşkilâtta fazla aktif olmadığımı söyledikçe, o köpürüyordu:

-Tabiî ki sen bir hiçsin, işte belinde bir tabanca yoksa sen de işe yaramaz bir hiçsin. Hani o çalımlı yürümeler, sürünmeye başladın bile. Bak bu gün Alparslan Türkeş'te buraya getirilecek, göreceksiniz.

İşkence sıradan bir falaka şeklinde devam ediyordu. On-onbeş saat böylece kaba bir sorgu devresini geride bırakmıştık. Tuzlu su üzerinde beni yürümeye zorluyorlardı. Böylece ayaklarımın şişmesini biraz yavaşlatmayı amaçlıyorlardı. Zaman zaman kafamdan aşağı soğuk sular boşaltarak bayılma ihtimalini zayıflatıyorlardı. Sorgucu hızlı adımlarla bir ileri bir geri giderken, ayaklarının çıkardığı sesi ezberlemeye çalışıyordum. Belki de ölmem, günün birinde bu adamı bulurum diye bir kimlik işareti olarak gördüğüm ayak seslerini yudum yudum içiyordum. O ise hışımla konuşmaya devam ediyordu:

-Kemal Türkler'in Sovyetlerin ülkemizdeki birinci katibi olduğunu biliyor muydunuz?.. Neden DİSK'in başkanı Abdullah Baştürk değil de Maden-İş başkanı Kemal Türkler hedef olarak seçildi, siz bilemezsiniz tabiî. Sovyetler Birliği her ülkede çok güvenli bir kişiyi birinci katip olarak atamıştı. Ülkemizdeki kişi de işte bu birinci katip Kemal Türkler.

-İyi ya. Daha ne istiyorsunuz bir Rus ajanı ortadan kaldırılmış. Kim yaptıysa sağolsun, ucuza maletmiş.

-Doğru. İyi bir iş. Ama silahları olaydan sonra sen götürmüşsün, onları ver kurtul. Siz de kahraman olursunuz bu arada ama önce silâhları verin.

Reçeteye zehir yazan bir doktor gibi döktürüyordu adamcağız.

Susuz yanıyorum... Üç gün hiç durmadan işkence yapmışlar ve son kaldığım evin artık bir önemi kalmadığını söylüyorlardı. Muhtemelen evde diğer kaçaklar olacağını sandıkları için ilk üç gün hiç uyutmadan işkence yapmışlardı. Ancak yakalandığım artık farkedilmiş, ev de boşaltılmıştır, diyerek sorguyu başka yönlere kaydırdılar. Silahları istiyorlardı. Bir de defterimde Namık Kemal Zeybek'in telefon numarası çıkmış olduğundan, tanışıklığımızın derecesini anlamaya çalışıyorlardı.

Önemle üzerinde durdukları bir başka konu da bir öldürme olayıydı. Bizi daha öncelerde ihbar edip hapse düşmemize sebep olan biri, tek kurşunla kafasından vurulararak öldürülmüş. Bu saldırı benim kaçaklık günlerime denk geldiğinden bu olaydan da ben sorumlu tutuluyordum.

Çığlıklar ilk günkü kadar keskin olmasa da yankılanmaya devam ediyor. Fakat o ara beklenmedik bir gelişme yaşandı. İşkence anında benim feryatlarım yukarılara ulaşmış ve kaldırımdan geçen insanlar duyarak, sesin geldiği tarafa bakıyorlarmış. Bu haberi getiren şahıs, ağzını bağlayın öyle çalışın, diye nasihat ediyordu işkencecilere. Hatta sesimiz duyulmasın diye Harbiye Askerî Müzesi'nin önünde devamlı Mehter Takımı marş çalıyordu. Uğrunda mukaddes kanımızı seve seve akıttığımız Mehter Marşları, bu sefer de canımızı parça parça almak için 'davul başı' yapmıştı.

Takatsiz kaldım. Beynimde sıcak bir kaynama başladı. İşkence ruhuma yöneldi sanki. Bu ülke için hem de gönüllü olarak can veren bizler, yine bu ülke yararına fakat para aldığı için çalışan, dün örgütlerin korkusundan resmi elbiselerini poşetlerde gizlerken bu gün kahraman kesilenler tarafından sorgulanıyor ve suçlanıyorduk. Tek suçumuz var. Bu ülkeyi sevmek... Bu suçu ölene kadar işleyeceğimize dair bir kere daha yemin ediyoruz işkence meydanlarında. Babamızın tarlası için mi yapmıştık bu eylemleri!.. Cevabını bulamadığım sorular, beynimi zehirli bir akrep gibi sokmaya başlamıştı. Üstte mehter vuruyordu, 'Tarihler ağlar vatan yanarken, eller öz vatanda nara atarken...'

-Bir yudum su verin bari, diyerek inledim.

-Ağzını aç, dediklerinde sevinçten uçacaktım neredeyse. Fakat o da ne!.. Ağzıma tuz basıyorlar. Tükürmeye çalıştıkça engel olup, bir yandan tuz takviyesine devam ediyorlardı. Bir müddet sonra ağzımdan kebap kokusu gelmeye başladı. Yanıyordum... Dudağımın biri yerde, diğeri gökteydi âdeta. Aman Allah'ım ne hâldeyim.

Gözümün önünde tek bir sahne çakıldı kaldı. Pangaltı'da Tunç Kafe vardı o vakitler. Vitrinde bir platform ve bir metre yukarı fışkıran soğuk ayran. Daha doğrusu ayran şelâlesi. Ben mıhlandım kaldım. Ne sorgucuyu duyuyor, ne dayanılmaz işkenceden acılar hissediyordum. Sadece o muhteşem ayran şov. Dünya durmuş, ayran ise dönüyordu.

Yirminci gün işkence biraz hafifledi. Artık sadece gündüzleri sorguya alınıyor, geceleri uyumaya çalışıyorduk. 12 numaralı hücredeydim. Daha bir tam gün bile giymek nasip olmayan yeni ayakkabılarım hücrenin önünde duruyor. Ayağım 10 beden kadar büyüdüğünden içeriye verseler bile zaten onlar da bir işe yaramayacaktı. Vücudumdaki yaraların kabuğunu kaldırdığımda akan kanlarla hücremin duvarına şiirler yazmış ve Yusuf Ziya Arpacık diye imza atmıştım.

İki dirseğimi kot pantolonun belinden içeriye sokup ısınmaya çalışıyorum. Bir deri bir kemik kalmışım. Kafamı duvarlara vurmayayım diye pankart bezleriyle bağlamaya devam ediyorlar. Bu arada ifade tutanaklarına atacağım imza için biçim oluşturuyorum. 'İmzam zorla alınmıştır' şeklinde bir imza geliştirdim. İlk bakışta anlaşılmıyordu ama mahkemede bunun açılımını yapmayı planlıyordum.

Karşı hücreye bir Dev-Sol militanı getirildi. Daha önce de bir kaç solcu getirmişlerdi buraya. Ben 'kimsin?' diye bağırınca, adının Sinan Kukul olduğunu ve bir ülkücü bile vurmadığını beyan ederek sadece teorisyen olduğunu söyleyen bu örgütçü kısaca kendini tanıttı. Yalnızdı... Çaresizdi... Biz ise kalabalıkta yalnızdık. Herkes tek başına ölüyordu burada. Nitekim o gün battaniyelere sardıkları işkence sonucu cansız kalan bir bedeni büyük bir gizlilik içerisinde bir meçhule doğru alıp götürdüler, adı Salih'ti... O kadar...

Sorgucu, öldürdükleri bir örgütçüden bahsederek, kafasından yaptığı kendince müthiş bir planı bana anlatıyordu:

-Zeki Yumurtacı... Lenin Zeki... Öldürdük onu... Kaçıyordu vurduk numarası işte, biliyorsunuz. Hücre evini göstermek için bir ekiple Avcılar'a gitti. Evden arkadaşlarımıza ateş açıldı ve bu arada MLSPB İstanbul sorumlusu Zeki Yumurtacı firar etmek isterken açılan ateş sonucu öldürüldü. Soldan bir, sizden bir kişi formülü bozulmayacak ve birinizi vuracağız. Yer göstermede bize tuzak kurdu veya kaçıyordu. Ülkücülerden en çok firar eden sen olduğuna göre, denge politikasını yaşatmak için ölüme en yakın aday da sensin. Hazırlan...

Gafil nereden bilecekti ki, ben ölümü, bir hastanın şifa beklediği kadar, hasretle ve özlemle arıyordum zaten. Onun yaşamayı sevdiğinden çok fazlasıyla biz ölümü seviyorduk bu yerkürede. Sorgucunun tehditlerini 'Başüstüne' diyerek, aldım kabul ettim. Ama ölmedim. Öldüren ve dirilten ancak yüce Allah'tır. Ölüm ise mukadderdir, onun şekli ve zamanı anlamını değiştirmez. 'Yazılmış bir vakittir.'

Bazı arkadaşlar, suçlamaların hafif olması dolayısıyla biraz daha rahat olduklarından görevli askerlerle diyalog kurabilmişti. Bir akşam hücremden seslenerek 'kaç nöbetçi asker' olduğunu sorduğumda başıma geleceklerden habersizdim. Bunu duyarak bir firar teşebbüsüne yoran komutan 200 kiloluk paslı bir pranga getirerek beni kontrol altına almaya çalışıyordu.

O akşam nöbetçi askerlerin sayısını sorduğum Halil Durmaz ismindeki arkadaşı alarak saatler süren ağır bir işkence yapmış ve yerlerde sürüterek hücresinin önüne getirmişlerdi. O ise sanki can çekişiyordu. İkinci ölüm vakası diye düşünmeye başladım. Boğazı kesilmiş gibi, hırıltıdan başka ses yok. Sonra da derin iniltiler. Ve karanlık bir sessizlik...

Aylar geçtikçe işkence bize acı veremez olmuştu artık. Vücudumuza elektrik vermelerini dört gözle bekler olduk. Sanki merhem gözleyen bir yara gibi işkencenin acı lezzetini arıyorduk. Her ilaç acıdır ama kurtuluş da onun esrarlı terkibinde saklı değil midir!.. İşkencenin zirvesine oturduğumuz Harbiye’ de, tevekkül bahçesinin bin bir çeşit güllerini koklayarak hayat buluyorduk.

Derken bazı arkadaşlar için sorgu sınırı olan üç ay dolmuş ve bize de Selimiye yolu görünmüştü. Gözlerimiz açık. Sorguculardan hiç biri yok. Sadece nöbetçi askerler bizi mahkemeye hazırlıyor. Yılma Durak karşı blok'ta hayret ve dehşet içerisinde bana bakıyor. Kırk kiloya düşmüşüm. Demir parmaklığa tutunarak kapı ağzına geldim. Daha doğrusu sürünerek. Asker soruyor:

-Özel eşyası burada kalan varsa söylesin.

-Benim var...

Herkes eşyasını almış. Fakat askerin 'neyin var?' sorusu üzerine ben başımı kaldırıp dudaklarımı hafifçe açarak, bir elimle tutunduğum parmaklığı bırakmadan, diğer elimle buraya ilk geldiğim gün tabancayla kırılan dişimin ağzımdaki boş yerini göstererek:

-Dişim var, dedim.

Asker de, ben de güldük. Arkadaşlar hüzünle bakıyordu.

Yusuf Ziya ARPACIK
(Başeğmediler)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL GERÇEĞİ Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL GERÇEĞİ   12 EYLÜL GERÇEĞİ Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:45

KARA EYLÜL’ÜN KIRDIĞI GÜLLER

Eylül sabahı namaz vaktinde ufkumuzu kararttılar. Efendilerinän saraylarda, sırlı köşklerde buzlu viskilerini yudumlarken aldıklari kararı yerine getirdi emir kulları. Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz, yüzleri nursuzlar bir neslin üstüne kabus gibi çöktüler. Ashab-ı Kiram’a zulmeden Ebu Cehil gibi bir neslin ömrünü kararttılar. Filistin askıları, kum torbaları, İtalyan çukurları, İrlanda masaları, elektrik şokları, meydan dayakları, falakalar, çarmıhlar... her şey önceden hazırlanmıştı...

Şeytanın tabileri olanca güçleriyle zulmettiler. Gül bahçeleri talan oldu, genç fidanlar kurudu. Bu talanda sadece gençler değil anaların da bağrı yandı... Gözlerimizi bağladılar... Ayaklarımızı jiletle doğradılar. Mabadımıza saldırdılar. Daha dün dışarıdan tezgahlanan oyunla devleti yıkmak için çalışanlar ile karşısına dikilenler aynı yerde, aynı işkencelere tabi tutuldular.. Engel olmak ellerinde iken dün devlete sahip çıkmayıp, bize vatan bekçiliği yaptıranlar bugün bizden hesap sordular. “Biz varken size mi kaldı...” dediler. Hayvanlara bile reva görülmeyecek işkenceleri reva gördüler bize Eylül’lerde

Önce idam edip sonra yargıladılar. Suçsuz yere idam edilenlerin kanlarına kadeh kaldırdılar. Bir nesil yok edilirken kimileri alkış tuttu onlara, kimileri de bağrına bastı bu zalimleri. Bunlardan cesaret alıp “Asmayıp da besleyelim mi?” dediler. Bunların kim olduklarını biliyorsunuz. Bunlar Allah’a hesap vermeyecekler mi? Gönül bahçelerindeki gül fidanları kırıldı kara Eylül’de... Yaşıtlarımız eğlenirlerken, hayatın tadını çıkarırlarken biz çileli yollara bilerek, isteyerek, yüreğimizi ortaya koyarak girdik.

Çile ekmeğimiz, aşımız olmuştu. Biz bu devleti yönetmeye taliptik. Devletimize kastedenlere illaki bend olacaktık.

Bizlere bu zulmü reva görenler de "ülkeyi biz yöneteceğiz” diyorlardı. Panzerlerle yenildi, tank paletleriyle ezildi bu hareket.. Ama yok edemediler bizi çünkü, yürekleri yakan sevdalar söndürülemezdi. Bu defa sevdamızı yok etmek için planlar yaptılar. Ekipler kurdular, kafa yordular. Mafialar icat ettiler. Ben devletime sadığım diyenleri buralara yamaladılar. Buna aldananlar kendilerini çok büyük adam sandılar.

Sonra makamlar için yürekler satın alındı. Şerefler para pul ve mülk için satıldı. Ama yine başaramadılar. Çünkü, sevda olmayan yürekleri kolayca satın almışlardı. Bu arada yıkılmaz sandığımız devler cüce çıktı... Koca Başbuğ, en yakın arkadaşlarının ayrılıp bir koltuk kapma savaşına girdiklerini gördü. Onlara “KEMİK YALAYICILARI” diyerek hak ettikleri sıfatı taktı. Koca başbuğ, yeniden yola çıktı. Daha güçlü bir kadro kurmak için çileleri en önde göğüsleyen oldu. Onu gören sevdalı durur mu? Yeniden ayağa kalktı Ülkücü Hareket.

Dününü ve yönünü unutmayan serdengeçtiler çileli yollara düştüler yeniden. 4 Nisan’da cennete yolcu ettikse de Başbuğumuzu giderken bu davayı milyonlara emanet etti.

Başbuğdan sonra birileri çıktı, genel başkan oldu. Partimiz de iktidar ortağı oldu... Hepimiz sevindik. Bakın şimdi bu millete nasıl hizmet edeceğiz bu vatan ve bu devlet için neler yapacağız diyerek soluklarımızı bile tutarak olanları seyrettik. Sabır, hüsranla son buldu. Bizler böyle bir iktidar için mi yola çıkmıştık, bu kadar mücadeleyi bu utanç günleri için mi vermiştik...???

Anam, anam, canım anam, Eylül’lerden önceki o kara günlerde, silahlar, oluk gibi akan kanlar, ölümler bizi durduramadı, yormadı... Şehitler verdik, gazilerimiz oldu, Yusufiyeler Ülkücülerle doldu. Ana bunlar bizi korkutmadı, yıldırmadı, darıltmadı... ama bu utancı taşıyamıyorum canım anam... Bilmiyorum bize böyle ne oldu anam...

Senin öldüğünü el haber vermişti anam... Seni omuzuma alamamıştım. Ana beni affet…

Anam seni kaybettiğim kadar Ülkümü kaybetmek de acı veriyor anam. Yüreğim yanıyor ana. “Sen dava adamısın yavrum sen ülkücüsün, güçlüsün" derdin Anam. Rüyama girde söyle: Ben Ülkücü müyüm hala, nolur ben kimim söyle bana Anam...

Ülkümüze ne kadar sahip çıkabildik anam söyle, bize ne oluyor ana. O kadar işkenceler görmüştüm. Ben işkence görürken seni de getirmişlerdi de “bre hainler siz beni kim sandınız, ben Ülkücü anası olmaktan gurur duyuyorum” demiştin. İşkenceciler “Böyle bir anası olan yıkamaz” demişlerdi. “BÜTÜN ÜLKÜCÜLERİN ANASI YİĞİTTİ ÇÜNKÜ ONLAR TÜRK ANASIYDI”

Anam, sana söz veriyorum bu hareket ayağa kalkacak, sen rahat uyu benim canım anam. Ülkücü evlatların başı yerde gezmeyecekler anam. Nur içinde yat anam

Şehitlerimize söz veriyoruz, sizin omuzlarınızda yükselen bu bayrağı yere indirmeyeceğiz

Yusufiyeliler, sizler çile çekmeseydiniz bu gün yataklarında rahat uyuyanlar acaba şimdi nerede olacaklardı, size söz veriyoruz bu bayrağı yine göndere çekeceğiz.

Başbuğum sana da söz veriyoruz, emanetine sahip çıkacağız, bayrağı zirveye taşıyacağız.

Dününü ve yönünü unutanlar şunu çok iyi bilsinler ki, bu dava büyük ve kutlu bir yoldur. Bir yel ile yerle bir olmaz. Ne depremler, fırtınalar, seller gördü de yıkılmadı, yok olmadı, şimdi küçücük bir akıntıyla mı sürükleneceğiz???

Ülkücüler, Yusufiyeliler... Bu kutlu yol sizi bekliyor. Allah, yar ve yardımcımızdır.

Kadir Durak
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL GERÇEĞİ Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL GERÇEĞİ   12 EYLÜL GERÇEĞİ Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:46

KONSEYİN EMRİ: BÜTÜN ÜLKÜCÜLER
İMHA EDİLECEK

Anam mübarek bir insan. Onun bir öğüdü ile ölümden kurtulmuştum “Oğlum devir çok kötü, bir kahpeliğe uğramaman içim sana öğüdümdür: Her hangi biriyle buluşmak için, buluşma yerine ya yarım saat erken veya bir saat geç git... gittiğin yerde önünü gör arkadandan seni görecekleri yere durma” demiş, bu öğüt beni birkaç kere ölüm tehlikesinden kurtarmıştı. Sayısız öğütler almıştım, anamdan...

O iyi rolündeki adam çıktı... Az sonra suratından Allah’ın nuru silinmiş üç kişi girdi içeriye. İki metreye yakın boyları var, dev gibi adamlar!!! Gözlerim yeniden bağlandı. Sırt üstü yatırıldım. Birisi dizlerimin üstüne diğeri de göğsüme oturdu. Çıplak olan ayaklarımın altını keskin bir şey çizdiler. Sonra da kaldırıp tuz serpilmiş ıslak betonda yürüttüler. İçim kavruluyor tarif edilmez bir acıyla ayaklarımı kucaklıyordum. Daha fazlasını hatırlıyorum bayılmışım. Daha sonra ayaklarımı yıkamama müsaade ettiler...

Ertesi gün beni bir arabaya bindirdiler... Malatya’da şehir turuna çıktık. Bana “bak millet işinde gücünde sevgililer kol kola geziyorlar, size mi kaldı vatan, millet, size ne kardeşim” diyenler vardı şimdi yanımda... Allah bilir işkenceyi yapanlarda aynı kişiler diye içimden geçirdim. Sonra tekrar Şoför Alayı’ndaki işkencehane’ye geri getirdiler.

Arkadaşlarım hayretle “dört gündür nerdesin, neler oldu anlat hele” dediklerinde bende konuşacak hal kalmamıştı. Benden önce gelen Mustafa zaten gördüğü kadarını anlatmış. Beni hemen bir yatağa yatırdılar. İl başkanımız saçlarımı okşarken ben kendimden geçmişim.

Rüyamda gene anamla konuştum. “Ülkücüler, çileyi iliklerine kadar yudum yudum içecekler” diyordu. (Daha sonra hürriyetime kavuştuğum zaman, anamın bana yapılan işkencelerin hepsini rüyasında gördüğünü söylemişti.) Kalktığım zaman arkadaşlarımdan koğuştaki gelişmeleri sordum: Mehmet Ali Ağca’nın kardeşi Adnan’ı “abin nerde, duyduk ki Malatya’da bir yerde saklanıyormuş” diye sorguya almışlar, Serdal Yaman’a, Oral Çelik’i sormuşlar. Ömer Solmazgül’e ne kadar kaçak varsa sormuşlar, İl başkanımıza, bizim şehitleri vuranları sormuşlar, Turgut Sebzeci’ye, kendi gözaltındayken yani ihtilalin üçüncü günü dükkanları taranarak şehit edilen babasının katillerini sormuşlar...

En güçlü oldukları zamanda, vatanımızı savunduğumuz için bize işkence edenler, hakim oldukları topraklarda yaşlı bir insanı dahi koruyamıyor, sonra da gözaltındaki oğluna “babanı kim öldürdü” diye soruyorlardı...

Bir gün Alay Komutanı öğle yemeğine geldi. Beraber yemek yedik. Alay Komutanı aramıza gelmeden iki saat önce on kişi daha getirdiler. Güya bunlar yeni yakalananlarmış... Aslında bunlar komutanı korumakla görevli askerlerdi. Alay Komutanı yemekte:

-Bakın evlatlarım kardeşlerim, böyle devirlerde kuru-yaş ayrımı yapmak zordur. Artık şans kime gülerse... Keşke hiç siyasi olmasaydınız, çünkü siyasiler çok yanacak. Bizim elimizde bir şey yok, Konsey’in emirlerini uyguluyoruz. ‘Bunları ezin, bu devrin defteri hiç bir zaman açılmayacak ona göre dilediğinizi yapın ve asla merhamet etmeyin’ dediler, deyince, Komutan'ı tanıyan Ömer Solmazgül, tuhaf bir soruyla hepimizi güldürdü.

-Komutanım siyasi derken ayrım var mı? Yani sağ-sol ayrı ayrı mı yoksa kim denk gelirse mi denk getirdiğinizi nasıl denk getirdiyseniz mi? “ diye sordu. Alay Komutanı Albay:

-Ayrım yok, herkese sert davranılacak. Ayrıca sizler, çok şanslısınız iyi ki Başbuğ’unuz teslim oldu, yoksa elimizdeki bütün Ülkücüler imha edilecekti, deyince hepimiz donmuştuk. Aramızda bulunan İbrahim Demirci ismindeki komünist militan:

-Bu bir insanlık suçudur. Nasıl böyle bir imha planı düşünülür, dedi. Albay

-Sen kimsin yavrum diye sordu...

-Devrimci’yim...

-Sus evladım, burda konuştun başka yerde susmasını bil... Konsey neyi emrederse asker onu yapacaktır, dedi.

Evet anlaşılan, bunlar konseyin emriyle bizi bitireceklerdi... Esasında Başbuğumuzun teslim olması bizi üzmüştü. Ama o Başbuğ’du ve en sıkıntılı dönemlerde bile bu davayı tek başına omuzuna almış büyük bir liderdi.. Ve mutlaka bildiği bir şeyler vardı. En azından katliamı durdurmak ve zulmü azaltmak için gelip teslim olmuştur diye aramızda konuşuyorduk... Albay gitti. Hepimizi bir düşünce almıştı.

Ayaklarım sarılıydı. Birkaç gün her halde beni almazlar diyordum. Mahşer bu muydu? Ya Rabbim... Nefsi... Nefsi...! denecek yer burası mıydı..? Hayır hayır burada nefsi denilemez burası mahşer değil imtihan yeri... Ya orası nasıldı.. Aldığın her nefesin attığın her adımın hesabının sorulacağı yer değil miydi orası... O halde neden niye korkuyoruz ki? Allah ceza vermesin... Bu imtihanı kazanabilecek miyiz?

Bir gün akşama doğru adım okundu. Kapıya doğru gittim.. İl başkanımız hüzünle yüzüme baktı... İbrahim Demirci “bu saatte işkenceye almazlar... Başka bir şey vardır” dedi. Ranza demirlerine tutunarak kapıya geldim. Sırtımı döndüm ... Çünkü, sorguya götürülürken sırtımızı dönüyoruz biri kapıyı açıyor. Ellerimizi ensemize kaldırıyoruz. Gözlerimiz bağlanıp bir arabanın kasasına atılıyoruz... Kapı açıldı. Omuzuma bir el dokundu... Döndüm. “Anan sana bir poşet yollamış...” dedi görevli... Poşeti alıp, geri yerime geldim. Eski bir pantolon, kırışmış bir gömlek ve iç çamaşırı...çıktı poşetten ayrıca, yarım ekmek ve biraz da üzüm koymuş anam...

Ekmek ve üzümü arkadaşlarımla paylaştım. Satılması için bıraktığım üzümlerim aklıma geldi... Acaba satıldı mı? Evin o paraya ne çok ihtiyacı vardı.... Gözlerim dolmuştu.... Yanıma Erdal Yaman geldi.... Erdal, Malatya Tekel’de çalışıyor. Suya sabuna dokunmaz tuhaf birisi. Ama kardeşi Serdal, mücadeleci, cesur bir Ülküdaşımız...

Erdal, kardeşinin yüzünden getirilmiş... kardeşine çok kızıyor... “Ulan vurdular ölmedin, ölseydin şimdiye unutmuştuk seni... Ulan adam 16 kurşun yerde ölmez mi? Yahu sen ne biçim adamsın.. Niye ölmedin lan... Tövbe tövbe.... Ölseydin sen olmayacaktın ben de kimsenin aklına bile gelmezdim” deyip kafası ellerinin arasında dolaşıyor. Sonra tam kafasının ortasına bir tokat atıyor, “bir sigara verin bana” diye bağırıyor... Koğuşta sigara içen Ülkücü çok az...

Erdal bana "kadirciğim eee daha nasılsın... Şimdi anamız seni düşünüyordur. Analar her şeyi hisseder sen iyi ol ki anamız da hissedip daha çok üzülmesin can kardeşim... anacığım gönderiyorsun iki eşkili ekmek daha gönderseydin ya...”

O arada yine aklına Serdal geliyor... “Nerde lan bu serdal... hiç sesi çıkmıyor...” diyerek koğuşta dolanmaya başlıyor... Bu defa, İl 2. Başkanı olan Zülfikar Ağabey devreye giriyor

-Erdal, sen Hz. Ömer’i sever misin?, diye soruyor.

-Abi o nasıl söz yoluna kurban olurum, diyor...

-O halde sus Erdal... Sus senin kardeşin Hz. Ömer gibi kuvvetli bir iman sahip, o Allah yolunun karasevdalısı... Konuşmayı dinleyen Serdal:

-Başkanım, haşa o nasıl söz ben Hz. Ömer’in yoluna paspas olurum... Ben onun havlusunu taşısam dünyanın en mutlu insanı olurum... Bırak Başkanım, destur ver abim konuşssun onun yüreği altın gibidir... O öyle der ama bana bir tane vursalar üç günlük yolda olsa acımı hisseder.. Onun için ben işkencede bağırmıyorum ama geceleri abim ay... Ay... Anam yandım ... diye bağırıyor... dedi.

Gerçekten de öyleydi. Serdal’ın sorguya götürüldüğü geceler, Erdal, yandım anam yandım, yeter ulan Allahsızlar.. diye bağırıyordu... Meğer , bu bağırmaları ondan imiş... Ertesi gün Serdal’ı çok sevinçli gördük... Sebebini sorduğumuzda:

-Arkadaşlar ben mutlu olmayayım da kim mutlu olsun... Bu gece Hz. Ömer’i rüyamda gördüm abdest aldı bende havlusunu uzattım. Alıp ellerini kolarını sildi, dedi. Herkes susmuştu. Doğu Hastanesi’nin sahibi Muhittin Turgut:

-Akşam hani “abi ben hz. Ömer’in havlusunu taşısam bunun mutluluğu bana yeter” demiştin ya... Yüce mevlam sana Hz. Ömer efendimizi göstermiş... Ülkücü gençlik bu sınavı kazanacak... dedi. Abisi Erdal durur mu,

-Ulan bizim için bir şey isteyeydin. Gelip bunlara adalet nasıl olur göster deseydin.. Oğlum senin hiç kafan çalışmıyor mu lan mübareki görüyorsun bir şey istemiyorsun... Ulan senin kastın bize mi? ..

Uzun zamandır gerilen sinirlerimiz böyle müjdeli bir haber ve ardından yapılan safca bir latife karşısında boşanmış, hepimizi gülme krizi tutmuştu. Sanki bizi cezalandırmak için gülmemizi bekliyorlarmış gibi az sonra içeri bir manga asker hışımla girdi...

-Kim güldürdü lan sizi çabuk söyleyin? Serdal abisini gösterek:

-Aha valla bu güldürdü, dedi. Erdal’ın durumu idarece de biliniyordu. Çavuş, olayı öğrendikten sonra:

-Bu adam sıyırmış ama gülmeyeceksiniz lan, dedi. Arkasını döndü gidiyordu ki, Erdal askerlerin peşinden gitti. Çavuşun kolundan tuttu:

-Dövün lan beni, öldürün lan beni, niye bana vur muyorsunuz da kardeşim Serdal’ı dövüyorsunuz, sabaha kadar ben bağırıyorum lan, yeter lan, beni dövün... Lan beni dövseniz de bağırsam gam yemeyeceğim, o dayak yiyor benim her yanım şişiyor. Yetti lan canıma yetti lan, diye bağırmaya başladı...

Eyvah Erdal şimdi yandı diye düşünüyorduk ama askerler çıkıp gittiler... Böylece ilk defa asker koğuşa girip de jop, dipçik ve tekme vurmadan çıkmıştı...

Kadir Durak
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL GERÇEĞİ Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL GERÇEĞİ   12 EYLÜL GERÇEĞİ Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:46

Bütün Ülkücü Şehitlerimizin aziz hatırasına ithaf edilmiştir

Şimdi tarih öncesi zamanlar gibi uzak hatıraları içimizde yaşar, gözlerimiz buğu, yüreğimize gam düşer, keder düşer eylül denince. Biz eylülün hüzünlerini, sararmış aşk zamanlarını unutmuş bir neslin çocuklarıyız. Biz eylülü öyle yaşamadık çünkü, eylül denince hüzün değil, kara bulutlar basar bizi. Öyle kara bulutlar ki, anlatması zor, yaşaması zulüm olan zamanlardı o zamanlar.

Neydi bu çilelerin sebebi diye bir soran bile kalmadı bugünlerde, sormasın kimse, dert değil. Biz o günlerin aziz hatırasına asla ihanet etmedik, etmeyeceğiz ve yaşadığımız her gün, o günlerden izler taşıyacak yarınlara. Kimse için değildi kavgamız, kimse adına değildi mücadelemiz. Memleketti yüreğimizde yanan ateş, memleketin yüküydü omuzlarımıza çöken. İnanmıştık, hem de yürekten ve inandığımız sevda için yaşadık. O sevda ne diye soran bile yok şimdiki zamanlarda.

Kan ve barut günleriydi ülkemin, kardeşin kardeşe düşünmeden silah çektiği, kurşun sıktığı günlerdi. Kimseyi kınamıyorum bugünden bakınca, ama asla o dünlere dönmek istemem. Eğer dönersem, ben kendi adıma kaldığım yerden devam ederim, kimsenin şüphesi olmasın. Çünkü o günlerde uğruna yaşadığımız ve öldüğümüz memleketti, Türkiye’ydi, son bağımsız Türk Devleti’ydi ve bu devleti sonsuza kadar yaşatmaya and içmiştik.

Bugünlerden bakınca biz yerimizden adım oynamadık, belki o günlerde gaflet ve delalet, hatta ihanet içinde olanlar nerde durduklarının farkına vardılar. Bizim yarınlar adına kimseye borcumuz yok, çünkü dünlerde ödedik borcumuzu, belki yarınlardan alacağımız var.

Kara zindanlarda geçen gençlik yıllarımızı hiç hesaba vurmadık, hiç teraziye koymadık ama gençliğinin en taze baharını memleket adına kara zindanlarda geçirecek bir yiğit nesil gelmedi daha. Biz son nesildik, meydan meydan yaşadık kavgayı, var oluşu ve yok oluşa direnişi. Sonunda tarih bizi haklı çıkardı, dün bilmem kim adına bize silah sıkanlar, bugün düşüncemizin saflarında yer alıyorlar, doğru tektir ve aklın yolu birdir.

Bazıları çok zamanlar önce görmüş, yaşamış, bazıları geç farkına varmış. Bundan övünç duyarız ve farkına varanlara sonsuz sevgiler deriz. Bu saf memleket safıdır, bu saf Türklüğün son kalesini yaşatma ve ebediyete götürme safıdır. Nerelerden nerelere geldik? Bu soruyu kendilerine sorması gerekenler sorsun, biz sormayız, çünkü biz hep aynı yerdeydik.

“Bir fırtınaydı, yaşayanlar bilir.” deyip kenara çekilmek değil bizim işimiz, kimseden diyet ve bedel de istemiyoruz amma illa ki bilinsin istiyoruz yaşadığımız kara günlerin, neden ve nasıl yaşandığını. Bilinsin çünkü; o acılara katlanmak zor, kara zindanlarda boynu bükük yaşarken, kardeşin ölüm haberini yaşamak ölümden daha beter.

Biz bu günlerden geliyoruz, kimseye borcumuz yok, kimseden de bedel istemiyoruz, istediğimiz bir şey var. O günlerin aziz hatıralarına ihanet edilmesin ve kim ki ihanet ederse bedelini bu dünyada öder. Buna yürekten inanıyorum ben. Bunca canlar memleket için kırıldı, ak alınlar kara toprakları sadece memleket için öptü.

Ve şimdi yine eylül... Hatıralarımız uçuşuyor kaldırımlarda, sokaklarda. O hatıraları yaşayan nesiller, kendi başlarına bir köşede yok olup gitmediler ve gitmeyecekler. Ömrü biten helalliğini alıp gidecek tabii ki ama onların efsanesi dilden dile söylenecek.

Onlar başka zamanlardan gelmişlerdi, sanki ak yeleli güzel atlarla güzel zamanlardan gelip, yine güzel atlarla güzel zamanlara gitmişlerdi. Arayan bulmazdı onları ama hepsi bizimleydi, hepsi beraberdi hayatımızda.

Kolay değil hatıraları aralayıp zamana dönmek ve o günlere bugünlerden bakabilmek. Ben bakıyorum. Bakmak zorundayım, iki çocuğum var, onlar yarın, ben bugünüm, yaşadıklarımız ise dündü. Yarına doğru yürümek insanoğlunun ve bütün yaratılmışların içindeki en kuvvetli duygudur. Dünü anlatmaktan derdim, yarınlara ışık tutmaktır. Yarınlar bu memlekete ve bize, hepimize lâzım. Dünü bilen, düne saygı duyanlar yarınlarını mutlu yaşarlar.

Bir daha “Kara eylül”ler yaşanmasın, dileğim bu ama yaşayanlara ve “Kara Eylül” öncesinde memleket için toprağa düşenlere saygıda kusur edilmesin. Çünkü onlar asla kendi şahsi ihtirasları için değil memleket adına, vatan toprağı için şehit oldular. Bugünlere kalan hatıraları, kara zindanlar ve yağlı urganlar, idam günleri, toprağı öptükleri yıldönümleri olmamalı, onlar idealleri için yaşadılar ve gerektiği yerde öldüler. Onların ideallerine ben sonuna kadar bağlıyım, hayatta başka bir gayem de yok.

Tabii ki “Yıkılası hanede evlad-ı iyal var” ama yemin olsun ki, o günlerin hatırasına saygı duymayanlara karşı hiçbir şeyi düşünmem. Vatan toprağına ihanet edene karşı hiçbir şey düşünmem, her karış toprağında şehit kanı olan, bedeli sadece kan olan bu topraklar için önce kendi kanımdan, sonra başka kanlardan çok kolay geçerim.

Ve kimse unutmasın Türkiye’de hala böyle bir nesil yaşıyor. Kim nasıl anlarsa anlasın, meydan okumaysa meydan okuma, bu memleket üzerine kimse pazarlık ve hesap yapmasın. Pazarlık yapanın hevesi kursağında, hesap yapanın kalemi elinde kalır.

İşte bence “Kara Eylül”ün özeti. Katılırsınız ya da katılmazsınız ama ben yüreğimdekini döktüm. Yüreğimde ömrümün sonuna kadar acısı sönmeyecek ateşi dile getirdim. Bir şey daha, günlük uğraşlar ve günlük magazinlerin peşinde koşanlara sözüm yok, onlar baş, başkan olsunlar, ben ülkülerim, ideallerim ve Başbuğumun çerçevesini çizdiği fikirler için bir değil bin kara eylül olsa yine yaşarım. Kara eylülleri yaşatanlara hiçbir sözüm yok, çünkü onlar adına tarih hüküm verdi, tarihte dipnot bile değiller .. .

Oğuzhan Cengiz, 11 Eylül 2003





Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL GERÇEĞİ Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL GERÇEĞİ   12 EYLÜL GERÇEĞİ Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:47

MAMAK VE İŞKENCELER

Ülkücü, ne kadar büyük zorluklar içinde yaşarsa yaşasın, ne kadar kötü mekanlarda bulunursa bulunsun iman dairesi içinde olduğu için mutlu olmanın bir yolunu bulur

Belki bu ilk günler ve aylar da çok zor olabilir. Zira, ilkler genelde zor olur. Fakat, belli bir süre sonra bu yoğunlaşma azalır, zorluklar da hafiflemeye başlar. Bir gün gelir çekilen zahmetler, manevi iklimin süsleri olarak şahsiyetimizi güzelleştirir.

Biz Ülkücüler hapishane hayatıyla pek fazla tanışık değildik. 12 Eylül 1980’de yapılan askeri darbe neticesinde, camiamız hasım ilan edilip de tutuklamalar başlayınca alışık olmadığımız bu mekanlarda zorunlu ikamete tabi tutulduk. Buralarda işkencenin her türüne muhattap olduk.

Yıllar geçti, bu baskı ve işkencelerin maddi acıları unutuldu ama maneviyatımızı rencide etmek için yapılan aşağılamayı, hakareti ve saldırıyı unutmadık, unutamadık. Bu işkencelerin izleri hala taptaze yüreğimizde kinimizi kamçılayan bir sızı olarak duruyor...

Cezaevinde, Şube’ye uğramadan hapishaneye getirilen insanların sayısı yok denecek kadar azdı. Bizler de buralara getirilmeden önce, değişik yerlerde; Ankara’da C-5, İstanbul’da Harbiye, Adana'da Polis Okulu gibi yerlerde işkence tezgahlarından geçirilmiştik.


Diğer vilayetlerde bulunan Ülküdaşlarımız da kendi bölgelerindeki işkencehanelerde korkunç işkencelere tabi tutulup, suçsuz girdikleri bu yerlerden büyük katliamların faili olarak çıkmak durumunda kaldımışlardı.

Gördüğümüz işkence ve zulümler yetmezmiş gibi İhtilalin Generalleri’nin düşmanlıklarına muhattap olduk. Hakkımızda asılsız davalar açıldı. Ve 12 Eylül’le birlikte yürürlükten kaldırdıkları anayasayı ilgaya teşebbüs suçundan (!) bizleri sanık sandalyesine oturttular. Hepimize idam gömleği giydirip, boynumuza yağlı kementler geçirdiler.

12 Eylül 1980 öncesinin kaos ortamında her birimiz Erzurum, İstanbul, Ankara, Adana, Samsun gibi illerde yaşayıp bir birini tanımadığı halde acı bir haber duyduğunda döktüğü gözyaşları duygu denizinin derinliklerinde buluşan insanlardık. 12 Eylül sonrasındaysa, Mamak denen zulümhane başta olmak üzere bir çok vilayetteki cezaevlerinde birbirimizi daha yakından tanıyarak, elimizdeki bir dilim ekmeği bölüşemeye başlamıştık.

Bir çok insanın dizi filmlerde görünce düşüp bayıldığı işkence ve zulümlerin her türlüsü Ülkücülere tatbik edilmişse de onlar iman güzelliklerinden zerrece taviz vermemişlerdir.

Değişik bölgelerden Mamak'a getirilen arkadaşlarımızla kısa sürede kaynaşarak bu zulme karşı direniş geliştirilmesi gerekiyordu. Oysa ihtilalin ilk günlerindeki çok acımasız işkence ve baskılar yüzünden değil kaynaşmak Ülküdaşlarımızla konuşma imkanından bile mahrumduk.

Buna rağmen inançlarımızla ilgili konulardaki baskı ve yasaklar bizleri kısa zamanda birbirimize kenetlemiş, uygulamalar Mamak Cezaevi komutanı Raci Tetik'in isteği şekilde netice vermemişti. Zira bir birimizi hiç tanımasak da Ülkücülüğümüz bizi hemen et-tırmak haline getirmişti.

Çakal sürülerinin tavuk kovaladığı yerlerde yumurta aramak göze verilebilecek en büyük cezadır. Zindan duvarlarıyla sınırlı bu küçük mekanlardaki yetkili ama sorumsuz ve çok basit insanların Ülkücüleri hedef alan her saldırısı akim kaldı. Neticede küfrün imanlı gönülleri yıkmak için sarfettiği bütün gayretler boşa çıkmış oldu.

MAMAK'TA ALLAH'IN EMRİ GEÇER Mİ ?

Ülkücü, „hakkı, Hakk’ın eliyle” arayan insandır. Ülkücüler de zalim yüzlerin, küfür suratların trafik levhası gibi durduğu yerlerde Hakk'ı temsil eden manevi abidelerdir. Dün, bizleri tabakhane derisi gibi gerenler, bunu sistem adına yaptıklarını söylüyorlardı.

Herkesin sus-pus olduğu o karanlık günlerde kimse cesaret edip de sesini çıkaramazken; Ülkücüler kutlu bir dava için yola revan oldular. Kendilerinden öncekiler gibi inançlarının gereği olan bir mücadeleye giriştiler, müslüman Türk milleti adına, Allah rızası için bu zihniyete ve sisteme karşı, Hakk'ın safında mücadele bayrağı açtılar. Bu kutlu yolda bir çok arkadaşımız şehadet şerbetini içtiği gibi bizler de yıllarca zindanlarda acımasız zulümlere maruz kaldık.

Biz Hazreti Yusuf (a.s.) değildik ama Hazreti Yusuf (a.s.) kadar mazlum, onun kadar suçsuzduk. Hiç bir zaman bu zindanlar, gönüllerimizdeki Ülkü meşalesini söndüremedi. Aksine beyinlerimizin bütün hücrelerini tutuşturdu hem de zalimleri kahrından çatlatacak kadar...

Laiklik adı altında dinsizlik dayatması yapanların uzantıları dışarıda olduğu gibi Mamak'ta da kirli ellerini bizim inançlarımızın üzerinde gezdirmeye başladılar. Bunun için önce, oruç tutmamızı, namaz kılmamızı yasakladılar. Kısacası, zindanda bile bir imtihandaydık burada komutanların emirleri mi yoksa Allah'ın emirleri mi geçiyordu, anlaşılacaktı.

Bizleri ahiret azığı hazırlamaktan mahrum bırakmak arzusundaki bu küfrün zindancıbaşıları, maddi varlığımıza eza ettikleri gibi maneviyatımızı da bölüm bölüm yok etmek istiyorlardı. Ama bu emir ve yasakları dinlemeyerek inançlarımızdan hiç bir taviz vermeye niyetli olmadığımızı görünce hayrete düşmüşlerdi. Ve zulüm altındayken, başlayan isyanımızın ilk çiçekleri mübarek bir Ramazan ayında açtı.

Orucumuzu tutabilmemiz için Mamak Askeri Cezaevi idaresi kolaylaştırıcı tedbirler alacağına aksine engellenmek için işkenceli yollara başvurmuştu. Mamak zulümhanesinde ilk sahura kalkacağımız akşam karanlık ruhlu bir sadist olan,

Albay Raci Tetik, "Oruç tutmak yasak, sahura kalkan olursa cezalandırırız!" tehditleri savurdu. Ne var ki, “Oruç benim içindir…” emri gereği, bu eli kanlı zalime orucumuzu tutarak kesin bir tavır koyduk. Bu inançla Mamak'ta “sahura kalkan var mı?” diye pencerelerden bakarak içeriyi kontrol eden askerlere rağmen, alenen sahura kalkmaya başladık.

Tabii, hemen işkence mekanizması da işlemeye başladı. Ramazan'ın ilk akşamı gece sahura kalktığı için bir çok Ülküdaşımız tecrit ve hücrelere atıldılar.

İbadetlerimize yasak koyan bu subaylara bunların farz ibadetler olduğunu hatırlattığımızda bizimle alay etmeleri, maddi işkenceden daha ağır geliyordu. O an sanki bir yardım gelecekmiş gibi sağımıza solumuza bakınıyor ancak çevremizde bekleşen bize düşman oldukları gibi, insanlık hasletleri de kurumuş görevli subaylardan başka kimseyi göremiyorduk. Bizler birer av, onlar da elleri tüfekli, coplu avcılarımızdı.

Koridorlarda cop yağmurları altında havalandırma boşluklarına çıkarılışımız orada meydan dayaklarına çekilişimiz, daha sonra bir kısmımızın kafa göz patlamış halde ağız yüz kanlar içinde paçalarımızdan tutulup sürüklenerek hücrelere atılmamız mübarek Ramazan’da yaşadığımız günlük olaylardı. Ahımız arşı titretse de feryatlarımız Mamak koridorlarında boğuluyor ve küfrün karanlığında kaybolup gidiyordu.

Bu saldırıların ardından şanlı avcı’ larımız zaferlerinin coşkusuyla mest olurlarken bir kısmı koğuşa geri dönen yaralı arkadaşlarımız şişen yerlerine “Lasonil-pomad” sürerek bir sonraki işkenceye kadar acılarını dindirmeye çalışıyorlardı.

Tabii bu durumda koğuşta olmak büyük şanstı. Bunca dayaktan sonra bir de tek başına karanlık ve soğuk hücrelere atılınca ne yapardınız?Orada vücudunuzdaki ağrılar kadar ruh dünyanızdaki acılarla da baş başa kalırsınız. Karanlığın içine gömülür tüm benliğiniz, ufacık bir ışık sızıntısı kocam bir umut taşır size… ama nerede? Tek dost karanlıklar ve duvarlardan dökülen rutubet damlalarıdır.

Gece sahura kalkmamamız için her türlü çirkin yola başvuranlar, akşam ezanının peşinden büyük merakla koğuş kapılarındaki mazgal deliklerinden kafalarını uzatıp ne yediğimizi kontrol ederlerdi. Öğleyin çıkan karavanadan payımız ayrılıp, üç dört kat sarılarak saklanır daha sonra iftar sofrasına soğuk da olsa tabak tabak dizilirdi. Bunları yanında, en büyük lüksümüz olan salata ise haftada ancak bir kaç defa masamızı süslerdi.

Bu basit, ama bereketli soframız da çok görüldü. Birkaç gün sonra, öğle yemeği ayırmamızı yasakladılar. Mamak'ta soframız daralsa da gönlümüz oldukça genişti. "Sabır imanın yarısıdır…" emri gereği hiç aldırmamıştık bile…

İşte bütün bunlara rağmen Mamak'ta her yıl İslam’ın emir buyurduğu gibi orucumuzu tuttuk. Yapılan bütün baskıları tesirsiz kılan en önemli amil hiç şüphesiz ki Ülkücülerin imanı bütün müslüman olmalarıydı.

Orhan Gündoğdu
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




12 EYLÜL GERÇEĞİ Empty
MesajKonu: Geri: 12 EYLÜL GERÇEĞİ   12 EYLÜL GERÇEĞİ Icon_minitimeÇarş. 6 Mayıs 2009 - 8:47

BAŞ VERDİLER BAŞ EĞMEDİLER
Şahadete gün verirken zaman
Yiğitlere ün verirken zaman
Asrın girdabında erirken zaman

Dert sofrasından bal yediler,
Baş verdiler, baş eğmediler...

Küfre karşı imanla, yalın yürek
Sehpalara yürüdüler gülerek
Tam beş bin yiğit, tek tek..

Dert sofrasından bal yediler,
Baş verdiler, baş eğmediler...


Gönül laf anlayıp ele gelse,
Anlatsa Anadolu dile gelse,
İsmet Şahin, Ahmet Kerse

Dert sofrasından bal yediler,
Baş verdiler, baş eğmediler...

Yürekleri vatan, yumrukları dağ
Kopup gidiverdiler çağ be çağ..
Selçuk Duracık, Halil Esendağ

Dert sofrasından bal yediler,
Baş verdiler, baş eğmediler...

Çiğnenmesin diye kutlu vatan..
Düşünmeden can verdiler can…
Ali Bülent Orkan, Fikri Arıkan..

Dert sofrasından bal yediler,
Baş verdiler, baş eğmediler...

Unutma dünü.. ve unutturma Ülküdaş..
Mustafa Pehlivanoğlu şehitlere baş,
Cengiz Baktemur, Cevdet Karakaş

Dert sofrasından bal yediler,
Baş verdiler, baş eğmediler...

Kimi kızıl kurşun, kimi yağlı urganda
Kimi okul bahçesinde, kimi harmanda..
Kimi de Yusuf' ça kara zindanda..

Dert sofrasından bal yediler,
Baş verdiler, baş eğmediler..

YamanTürk
09.05.2004 Istanbul





Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
12 EYLÜL GERÇEĞİ
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» 12 EYLÜL İTLERİ
» 12 EYLÜL'Ü UNUTMADIK....
» İŞTE CÜNEYT ZAPSU VE BİM GERÇEĞİ...!
» KAHPE EYLÜL
» 12 EYLÜL SAVUNMASI

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
UlkuGulu.Hareket-Forum.Net :: Ülkücü Hareket :: Ülkücü Hareket / Türk İslam Ülküsü-
Buraya geçin: