Bazen ne olduğunu anlamadan birden bire düşman oluruz en sevdiklerimize... Hatta, ne kadar çok seviyorsak o kırılma noktasından sonra o kadar kin beslemeye başlarız.
Sevinçlerimizi yemişlerdir çünkü...
Dostluğumuzu sömürmüşlerdir...
Veya biz öyle olduğunu düşünürüz.
İçimizde daima nefretle beraber besleriz sevgiyi...
Geçmişin kırılmışlığı daima tedirgin sevmelere iter bizi...
Hemen nefretin yanı başına oturturuz aşkı ve diken üstündedir üstü başı.
* * *
Sempati nefrete, sevgi hiddete dönüşür bazen...
Tıpkı tatlı yiyenin canı her an tuzlu çekme ihtimali gibi, severken bir yandan da nefret payı koyarız araya...
Ve biz sık sık sevdiklerimizden nefret ederiz...
Belki bir an, belki uzun zaman...
Kaçmak istediklerimizle koşmak istediklerimiz aynıdır çoğu zaman...
Ve nefretin kardeşi sevgi, elinde çiçekle beklerken, yoldan geçen bir arabadan gülen nefret, kardeşinin üzerine sıçrayan çamura seviniyor...
* * *
En çok sevdiklerimizden nefret etmeye hazır hayatlar yaşıyoruz...
Niye?
Çok kırıldığımızdan mı?
Sevdiklerimizin bizi terk etme ihtimallerinden korktuğumuzdan mı?
Yoksa herkesin aslında kötü olduğunu düşünüp, onlardan birini severek lütfettiğimizden mi?
Kendimizi çok severken, bazen ‘nefret ediyorum kendimden’ demedik mi?
Kimimiz sevgimizi paylaşırken, acılarına gülmedik mi içten içe en sevdiklerimizin?
Öyle değilse, cenaze törenlerinde niye herkes bir yandan fısıldaşıp bir yandan gülüşür?
İçimizdeki bizle samimiyetimiz tam oturmamışken, başkasına karşı hissettiklerimizi ne kadar garanti sayabiliriz?
* * *
Nefretimiz gerçek, sevgimiz geçicidir.
Çünkü bizim gibi zayıf yaratıklar, nefretle beslenir, sevgiyle üstüne cila çeker.
Sevgi, içimizdeki nefretin sadakasıdır.
Biz, aslında nefretle yaşarız, ama vicdanımız bizi bazen tırmalar, o zaman mecburiyetten severiz.
Öyle iğreti severiz ki, en ufak bir sarsıntıda yıkılır sevgi ve her zaman küllerinden yeniden doğar nefret.
Bu yıkımlar ve doğuşlar arasındaki zamanın giderek azaldığını hissederiz bir süre sonra.
Ve kendimizi bir süre sonra nefretin kucağına terk ederiz.
Sonra da kendimizi şöyle tedavi eder, bağıran vicdanımızın sesini şöyle bastırırız:
‘Gerçek kötü, sahte iyiden daha iyidir’...
* * *