SANCAK
Mesaj Sayısı : 921 Doğum Tarihi : 23/11/85 Yaş : 38 Nerden : Doğum:AfyonKarahisar İkamet:Antalya İş-Meslek : Muhasebeci İsim : KAMİL Kayıt tarihi : 06/02/09
| Konu: ÇANAKKALE’YE YÜRÜYÜŞ Ptsi 9 Şub. 2009 - 7:53 | |
| ÇANAKKALE’YE YÜRÜYÜŞ Türk tarihini dolduran büyük zaferler arasında Dumlupınar da dahil olduğu halde, hiç birisi Çanakkale zaferi kadar kat’i neticeli olmamıştır. Çanakkale müdafaası Sakarya müdafaasının ve Dumlupınar taarruzunun anasıdır. Çanakkale müdafaası olmasaydı cihan savaşı iki yılda bitecek ve Türkiye ortadan kalkacaktı. Türkiye ortadan kalktıktan sonra da artık bir Sakarya, bir Dumlupınar olmıyacaktı.
Çanakkale müdafaası mânevi-ahlâki bakımdan da büyük bir eserdir. Bu müdafaa madde bolluğunun, vesait zenginliğin savaşta “her şey” demek olmadığını ispat etmiş ve yine Türk milletinin bütün cihanda baş döğüşçü ve birinci asker olduğunu bir yol olduğunu ortaya koymuştur.
Düşmanlarımızın en yaygaracısı olan Fransızların bile itiraf ettikleri bu Türk kahramanlığı ve bu kahramanlığın doğurduğu Çanakkale destanı acaba unutuluyor mu?... Hayır, bu destan unutulamaz. Fakat öyleyse niçin bunu milletçe kutlamak hâlâ aklımıza gelmiyor?
Sporcularımızım seyahatleriyle bütün matbuat ve memleket daima ve her zaman alâkadar oluyor. Moruk bir gazetecinin millî bir süs vererek kendi keyfi için seçtirdiği Türk güzelini teşyi için gençlik işini gücünü bırakıp istasyona koşuyor. Fakat iş, bizi bugün yaşatan ölülere ihtiram bahsına gelince, kimsede bir hareket görülmüyor. En fazla yapılan şey Gülcemale binip cazbant dinleyerek ve rakı içerek Seddülbahir’e veya Arıburnu’na gitmek, uzaktan savaş sahalarına bakmak ve vatanperverane nutuklar vermekten ibaret kalıyor.
Halbuki Çanakkale böyle mi ziyaret olunmalıydı? Dünyanın en uzak yerlerinden, Avusturalya ve Yeni Zelant’tan kalkıp Gelibolu’ya ölülerini ziyarete gelen düşmanlarımızla, bir adımlık yola üşenen bizler arasında ne büyük bir ayrılık var. Ey Türk gençliği! Sen Arap Muhammed’in mezarını İngiliz altınları için Türk esirlerini boğazlıyan kahpe araplara bıraktıktan sonra senin kâben Çanakkale, Sakarya ve Dumlupınar değil midir? Sen kâbene rahat bir geminin içinde cazbant dinliyerek mi, yoksa yalçın yollarda, vaktiyle Çanakkale’de Türk vatanını korumaya koşanların çektiği sıkıntıyı çekerek, yayan mı gitmek istersin? Görüyorsun ki eller kendi şerefsizce yenilen ölülerine bile nasıl saygı gösteriyor, onların başına ne büyük taşlar dikiyor... Sana gelince: Senin ölüme göz kırpmadan bakan şerefli şehitlerinin hâlâ âbidesi yok!... Ey Türk gençliği! Çanakkale senin vatanındır!... 18 yıl önce orada korkunç ve nispetsiz bir boğuşma oldu. Bir tarafta her türlü vesaitle pusatlanmış soğuk kanlı İngilizler, çevik Avusturalyalılar, sporcu Yeni Zelantlılar, korkunç Senegalliler, vahşi Hintliler, insanla maymun arasında dehşetli bir mahlûk olan Maûrîler, Martinikliler diğer tarafta da sessiz ve gösterişsiz Türkler vardı. Bu korkunç boğuşmayı harikulâde kahramanlıklarıyla senin kanından olan Türkler kazandı. Fakat ne korkunç tecellidir ki 18 yıl geçtikten sonra orada yenilen düşmanların âbideleri yükseliyor... Senin vatanında düşman âbideleri... Buna nasıl katlanıyorsun Türk genci? Diyelim ki paran olmadığı için onlara lâyık bir taş dikemedin! Fakat yılda bir defa oraya gidecek kadar kendinde kuvvet de bulamıyor musun?
Türk genci! Yurdunda mektepler açılmasını, yolların yapılmasını, fabrika bacalarının tütmesini devletten bekliyebilirsin! Fakat büyük ölülerine hürmet merasimi yapmak icap etti mi devlet senin gerinde kalmalıdır. Her yıl muntazaman bir kütle halinde İstanbul’da kalkıp yaya olarak Çanakkale’ye gitsen, kanlı boğuşma sahalarını gezsen ve orada mertlik dersi alsan nasıl olur?
Geçen yıl Atsız Mecmuayı çıkarırken bizimkilerin yine Gülcemal vapuru ile savaş yerlerine uzaktan bakıp hasretli ahlar çektiğini, İngilizlerin de karaya çıkarak kendi mezarlıklarını ziyaret ettiklerini üzüntü ile gazetelerde okumuş, yanındakilere bu ziyaretin muhakkak karaya çıkarak yapılması icap ettiğini söylemiştim. Arkadaşım Tolunay yalnız karaya çıkmanın yetişmeyeceğini, bu yürüyüşün yaya olarak İstanbul’dan oraya kadar yapılması gerektiğini ileri sürmüştü. Düşünmüştüm: Dün Türklüğü can evinden vurmak için Çanakkale boğazına saldıran batılılar yarın da aynı istekle oraya saldırmazlar mı? O halde Türk gençliği Çanakkale’ye cebri askeri yürüyüş yapmağa alışsa bu bir vatan müdafaası hazırlığı sayılamaz mı? Tolunay’ın düşüncesini beğendim. Başka işitenler de beğendi. Bunu yapılması kabil olduğu kadar yapmağa karar verdik.
Biz Çanakkale yürüyüşünü bir askerlik dersi olarak, bir milli din bilerek, ölülerimize karşı kutlu bir borç tanıyarak yaptık. Sırtında 20 kiloluk yükü taşırken “cepheye cephane taşıyormuşum gibi geliyor” diyen Tolunay bence Türk kadınını temsil ediyordu. Böyle bir yürüyüşte bizimle gelen arkadaşları büyük bir titizlikle seçtik. Türk kanının yarattığı bir mucize olan Çanakkale’yi saygılamak gerekti mi, saygılamağa gelenler Türk kanı taşıyan insanlar olmalıydı. Çanakkale zaferini kanunların ve içtimaiyat ilminin kansız taraftarlarının anlattığı “Türk Milleti” (yani içinde kürdünden yahudisine kadar hepsini ihtiva eden melez topluluk) değil, “TÜRK IRKI” kazanmıştı. Bunun için oraya yalnız Türkler gelmeliydi... Ve öyle yaptık...
Çanakkale savaşına girmiş ve iki defa yaralanmış olan mütekait bir yüzbaşı ve 13 yaşındaki oğlu, darülfünundan bir tarih, bir edebiyat ve bir coğrafya talebesi, bir liseli, bir mühendis, bir lise ve bir de ortamektep muallimi... Kafilemiz bu dokuz kişiden mürekkepti ve yedisi asker çocuğu idi.
Sırtımızda çantalarımızla battaniyelerimiz, boynumuzda matara, dürbün ve fotoğraf makinemiz olduğu halde 3 Ağustos 1933 Perşembe akşamı Sirkeciden kalkan Selâmet vapurunun güvertesine yerleştik. Muallim olsun, talebe olsun, memur olsun hiç birimizin fazla vaktimiz olmadığı için (ders yılı yaklaşıyordu) bu yürüyüşü İstanbul’dan tutturamamıştık. Asıl dileğimiz tirenle Muratlı’ya kadar gitmek, oradan ötesini de askeri yürüyüşle yayan yürümekti. Bu yıl bunu yapamıyacağımız için yolculuk pilanımızı şöyle kararlaştırmıştık: İstanbul’dan vapurla Çanakkale’ye gidilecek, Çanakkale’den motörle Kilidilbahir’e çıkacaktık. Oradan da yaya olarak Seddülbahir’e inecek ve cenuptan şimale doğru bütün savaş yerlerini dolaşacaktık. En şimale çıkınca oradan da Maydos’a inecek, Maydos’tan Kilidilbahir’e gelerek motörle yine Çanakkale’ye geçecek ve vapurla İstanbul’a dönecektik.
Çok ağır giden Selâmet vapurunun güvertesinde, ayın altında konuşarak, liseli arkadaşımız, Kastamonu Lisesi son sınıfından Mengüç’ün ağızla çalınan küçük muzıkası ile çaldığı güzel parçaları, Harbiye marşını, asker türkülerini dinleyerek ve sabahı ederek Çanakkale’ye 4 Ağustos sabahı, saat dokuz buçuk sularında çıktık.Öğleye kadar
Çanakkale’yi gezdik. Türk tarihinde büyük bir dönümün, şanlı bir müdafaanın, insanlığın gücü üstündeki kahramanlıkların remzi olan bu şehir, ne yazık ki tam bir Türk yüzü göstermiyor. Şehirde ne kadar çok yahudi, ne kadar çok çingene, ne kadar çok rum bozuntusu var!...
Buradaki yahudi de her yerde tanıdığımız yahudidir. Sinsi, küstah, zelil, korkak, fakat fırsat düşkünü yahudi; yahudi mahallesi her yerde olduğu gibi burada da çığırtkanlığın, gürültünün ve levsin merkezi... Çarşıdaki dükkânların levhalarını okuyoruz. Onda dokuzu bizi sinirlendiren nankör ve kahpe milletin isimlerini taşıyor. Kuvvetli olduğumuz zaman karşımızda köpekçe yaltaklanan, bozgun çağlarımızla küstahlaşıp düşmanlarımızla birleşen tarihin bu hain ve piç milletini artık aramızda yurttaş olarak görmek istemiyoruz. Cihan savaşında düşmanlarımıza casusluk eden ve bezirgânlıklarıyla kanımızı emen yahudi tarihin hep o iki yüzlü yahudisidir. Kurtuluş savaşında Bursa’ya Yunanlılar girerken kocaman bir yunan bayrağıyla onları karşılayan fakat Türkler Bursa’yı geri alırken aynı bayrağı ordumuzun ayakları altına seren yine bu vatansız yahudidir. İstanbul’da tımarhanelik bir çılgın sevdiği bir yahudi kızını öldürdüğü zaman, kızın cenaze merasimini Türklere düşmanlık nümayişi şekline sokan ve hatta Türk ordusuna uşaklık eden ( çünkü yahudi hiçbir zaman asker olamaz) askeri üniformalıları da dahil olduğu halde “Kahrolsun Türkler” diye bağıaran aynı hain yahudilerdir. Türk’e düşmanlık bu yahudilerin irinden kanına o kadar işlemiştir ki vaktiyle katliâmlarla kovuldukları İspanya’yı ve zaman zaman kırgına uğradıkları Rusya’yı kendilerine koruyucu bilecek kadar ileri gitmişlerdir. Sanki Türkiye miskin İspanya’dan veya salak Rusya’dan korkacak da yahudiler hakkında yaptığı tazyiki gevşetecekmiş gibi...
Evet, yahudi şimdiye kadar hiçbir kötülük görmediği Türk’e düşmandır. Çünkü onun mayası yahudilik, yani kahpeliktir. Türkeline “eroin”i dost (!) bir milletin erkânı harbiyesi sokuyor, onun Türkiye’deki komisyonculuğunu da ermeni ve bilhassa yahudi vatandaşlar yapmıyor mu? Büyük atalarımızın değerli savlarını unutmıyalım. Onlar “yahudiden yumurta alan içinde sarısını bulamaz” demişlerdir. Bu, yahudinin hilekârlığını açığa vuran büyük bir hikmettir.
Türkçe konuşan çingeneye gelince: O ne kadar Türk’e benzemek istese onun her halinde yine “ben çingeneyim” diyen bir eda var ki kendisini Türk’ten ayırır. Çok iyi hatırlıyorum : Vaktiyle beşinci alayda askerliğimi yaparken küçük bir hadiseye şahit olmuştum: Bir manevra talimi esnasında çingene bir nefer, savaşta insanın korkudan vatan falan düşünemiyeceğini, ancak canının kaygusuna düşeceğini söylemiş, Karadeniz Ereğlisinden Türk oğlu Türk Rasim onbaşı da: “Sus, Allah belanı versin! Ne biçim insansın?” diye ona hakaret etmişti.
Çingene de bizim aramızda deşilmesi gerek olan bir yaradır. Çingeneleri Türkleştirmek, aramıza katmak ve Türk kanının saflığını bozmak cinayettir. Çoğalmak istiyorsak ilk baş vuracağımız yol çingeneleri iskan ederek bize karıştırmak değildir. Türk olarak kalmalıdır. Çingenenin çingene kalacağı gibi... Çanakkale’de bir hayli halk da rumca konuşuyor. Bunlar Girit müslümanları imişler. Türkçe’yi pek iyi bildikleri halde rumca konuşan bu insanlar Türk değildir. Zaten tarih de bunların kılıç gücüyle ihtida ettirilmiş rumlar olduğunu göstermiyor mu?
Çanakkale’nin melez çehresine baktık. Yüksündük. Kanaatımız iman şekline geldi ki: Türk milletinin esası dil değil ırk ve kan olmalıdır. Zarar yok az olalım, azalalım. Fakat temiz ve öz kalalım. Azlık ve özlükleriyle değil midir ki Türkler bütün cihanı dolsurmuşlardır? Biz kovayı doldurmak istiyoruz diye onun içine bulduğumuz her mayii katarsak onun adı “su” mu olacaktır?... Türk’ün kanına yabancı kan ekleme de tarihin ona verdiği fizyolojik büyüklükleri sulandırmak ve azaltmak demektir. Maddî ve mânevi veraset ilmin kabul ettiği bir hakikattır değil mi? O halde milletin terbiye mahsulü olduğunu iddia etmek ahmaklık değil midir?... Afrikanın ortasından kapkara bir zenciyi al, üç yaşında Türkiye’ye getir, Türkçe’yi mükemmelen öğrensin... Başka dil bilmesin ve ben Türk’üm desin... Bu Türk müdür?... Ah!... Buna Türk demek için insanın pek budala olması veya kendi melezliğini örtmek isteyen bir sahtekâr olması lâzımdır.
Motör bizi öğleyin Kilitbahir’e (Kilidibahir halk dilinde bu şekli almış) çıkardı. Kasabanın batısında tek mesiresi olan havuzlara kadar gidip öğle yemeğimizi yedik. Aynı günde Çanakkale muallimleri de oraya eğlentiye gelmişlerdi. Bizi yolcu kılığı ile görünce alâkadar oldular. İkram ve yardımda bulundular. Saat 14’te havuzlardan kalktık. Seddilbahir yolunu tuttuk. Önümüzde Mengüç muzıkasını çalıyor, arkadakiler söylüyordu.
Önce Samih Rifat’ın:
Yaslı gittim şen geldim
Aç koynunu ben geldim,
Bana bir yudum su ver,
Çok uzaklardan geldim.
Türküsüyle başlamışlardı. Adalar denizinden yüzümüze çarpan serin rüzgâr alnımızı serinlettikten ve ırkımızın kahramanlık sahasına yaklaştıkça damarlarımızın da temizlik ve kahramanlıkla yıkandığını duyuyorduk. Türklüğümüz nabzımızda daha kuvvetle vuruyor, atalarımızın askerliği ve fütuhatçılığı bizi teshir ediyordu. Tarih talebesi Tolunay’la Edebiyat talebesi Nejdet, Kızıl Elma ülküsünü haykıran dörtlükleri birer sazşairi gibi yürürken düzüyorlar ve Mengüç’ün muzıkasına uydurarak söylüyorlardı:
Asya Boz Kurt dolacak,
Rus’un benzi solacak,
Olukça kan akarak
İlk yurt bizim olacak
Kurarak kuraltayı
Alacağız Altay’ı.
Japon, Çin, Rus demeden
Çekeceğiz bir yayı.
Asya Boz Kurt dolacak,
Çin’in yüzü solacak,
Dört yan kana boyanıp
Öz yurt bizim olacak.
Turancılık ülküsü... Bizi kurtaracak ve yükseltecek biricik yol... İradesi zayıf olanların, damarlarındaki kan öz Türk olmıyanların korktuğu uzun yol.... Hangi ülkü emeksiz, kansız, barutsuz ve demirsiz elde edilmiştir? Anadolu sevgili yurttur. Fakat Anadoluculuk ülkü olamaz. Ülkü asırlara bakan, hayal âlemine benziyen, korkunç yollardan sonra varılabilecek bir KIZIL ELMA’dır. Bütün insanları birleştirmek gibi saçma bir rüyanın ardında koşanlar, yahut para öğendiresiyle dürtüşlenip koşturulanlar, tarihte birkaç defa birleşmiş olan Türklerin yeniden birleşmesi düşüncesine güledursunlar. Bu gülüşün ardında kendi melezliğinin yahut gayrıtürklüğünün korkusunu duymak vardır. Dünyada Türk olan bir insan için bütün Türkleri bir görmekten tabiî ne olabilir?... Bütün Türkleri bir görmek istemiyen Türk olmıyanlardır.
Zaten şair olan ve “Atsız Yoldaş” imzasıyla şiirler yazan Mengüç de irticalen dörtlükler düzüyor bunlar da hep birlikte okunuyor:
Boz Kurtsan koş Boz Kurda,
Koş doğduğun ilk yurda...
Sen Oğuzun oğlusun
Yaslanma durup burda.
Çok kaldı kılıç kında,
Çekeceğiz yakında.
İlk yurda koşacağız,
Taşma var Kurt ırkında...
Kınında çok duran kılıç paslanır... Türk kılıcı paslanmamalıdır. Zaten Türk tarihi bize en uzun barış devremizin ancak 23 yıl sürdüğünü gösteriyor. Lozandanberi 10 yıl geçti. Demek ki yeni savaşlar yaklaşıyor. Eğer tarih bir tekerrürse ve tarihin kanunları, kaideleri varsa biz en çok 13 yıla kadar yeni bir savaşa gireceğiz demektir.
Türk savaşsız durur mu? Türk durmak istese bile onu bırakırlar mı?... Hayatta esas kavga ve döğüş değil midir? Lozan barışını 1923’te imzaladık. O zamandan beri 10 yılda iki defa kürt isyanı oldu, iki defa kürtleri tepeledik. Bunları da dahilî savaş sayamaz mıyız? HÜSEYİN NİHAL ATSIZ | |
|