UlkuGulu.Hareket-Forum.Net
Ülkü Gülü Forum Sitesine Hoşgeldiniz

Sitemize üye olarak sizlerde paylaşım yapabilir, sitemizin sosyal faaliyetlerinden haber alabilirsiniz.

Üye iseniz Lütfen Üye Adınızla giriş yapınız
UlkuGulu.Hareket-Forum.Net
Ülkü Gülü Forum Sitesine Hoşgeldiniz

Sitemize üye olarak sizlerde paylaşım yapabilir, sitemizin sosyal faaliyetlerinden haber alabilirsiniz.

Üye iseniz Lütfen Üye Adınızla giriş yapınız
UlkuGulu.Hareket-Forum.Net
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

UlkuGulu.Hareket-Forum.Net

ÜLKÜGÜLÜ | UlkuGulu.com | facebook.com/UlkuGuluyuz
 
ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Anasay11AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Misafir
Misafir




ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Empty
MesajKonu: ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ   ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Icon_minitimePtsi 20 Nis. 2009 - 15:37

Türkeş'in hedefi yüzbin komando

Teşkilâtlanma çalışmaları devam ederken, kendimizi doğru olarak milletimize tanıtma çalışmaları da yapmak istiyorduk. Henüz Millî Hareket dergisinden başka sesimizi doğru olarak duyuran bir yayın yoktu.

Benim, o sırada popüler ve çok satan GÜNAYDIN gazetesinde çalışan Namık (Merhum) diye bir milliyetçi arkadaşım vardı. İskenderunlu olan bu arkadaşın esas mesleği öğretmenlikti. Fakat gazetecilik tutkusu ile İstanbul'a gelmiş, burada kendini kabul ettirerek, o zamanın en büyük gazetelerinden olan Günaydın'ın yazı işlerinde önemli bir görev almıştı.

Kendisine, bizim Küçüksu'da kurulan Komando Kampında bir röportaj yapılıp yapılamayacağını sordum. O bunun çok güç olduğunu, gazetenin buna hazır olmadığını, fakat kendisi gece sekreteri olarak kaldığı bir zaman bunu başlatabileceğini, gazetenin başlayan bir yazı dizisini kesemeyeceğini, söyledi. Beraberce bir plân yaptık. Fotoğrafları ve yazıları ben hazırlayacaktım. Kampa giderek, gündüz ve gece fotoğrafları çektim. Dört gün sürecek bir yazı dizisi hazırladım.Arkadaş, iki gün sonra, sürmanşetten röportajı yayınlamağa başladı. 8 sütun üzerine ve çok büyük puntolarla verilen başlık şöyle idi:

Türkeş'in hedefi 100 000 komando... Ben yazıyı dört günlük hazırlamıştım. Fakat Namık, ilk gün iki yazıyı birden, birinciyi birinci sayfadan tam sayfa olarak verdi. Yazı üç günde tamamlandı. İpe tırmanan, gece eğitimi yapan gençlerin fotoğrafları bir ânda fırtınalar kopardı. Diğer gazeteler de yavaş yavaş bizden haberler yapmağa başladılar. Fakat o yazı arkadaşımızın başını yedi. Bir süre sonra gazeteden kovuldu. Başka bir gazeteye de giremedi. Kendi, magazin dergisi falan çıkararak, geçimini temin etmeğe çalıştı. Tekrar mesleğine dönmek için memleketi İskenderun'a döndü. Bir süre sonra, onun bir trafik kazasına kurban gittiğini öğrendik. Gerçekten, idealist, fedakâr ve yetenekli biriydi. Allah rahmetini esirgemesin...

Ülkücü kampları

1967 yılından itibaren, Türkiye'nin her tarafında, yaz aylarında eğitim kampları açmağa başladık. Bunlara basın KOMANDO KAMPLARI adını yakıştırdı. Bu kamplar öyle hızlı yayıldı ki, bizim kontrol etmemiz bile imkânsızlaştı. Türkiye'de Millî Şuur, bilhassa gençlik arasında hızla yayılıyordu

Türkeş, partinin büyümesinden çok, gençliğin millî bir ruhla yetişmesi için çalışır, bizi de buna teşvik ederdi. İsmet Paşa ve Menderes döneminin uyuşuk, pısırık, millî ülkülerden uzak, Avrupa hayranı gençliğin, Türk milletinin istikbali olamayacağını her vesile ile tekrarlardı. Türk genci, manevî değerlere bağlı, şuurlu, atılımcı olmalıydı. Gerekirse bunun için fedakârlık yapmalı, topluma öncü olmalıydı...1967 de, Ankara merkez olmak üzere ÜLKÜ OCAKLARI kurulmağa başladı. Ülkü Ocakları önce her fakültede bağımsız çalışıyordu. Sonradan birlik halini aldı. Bu kuruluşların organizesini ise o zamanki gençlik kolları genel başkanı Sadi Somuncuoğlu yapıyordu.

Sadi Somuncuoğlu bana, İstanbul'da şube açılması için, bir ocak tüzüğü gönderdi. O günün şartları içinde, hemen bir yer kiralamamız mümkün değildi. Gençlerden bir ekip kurdum. Bizim dükkân İstanbul Ülkü Ocağı merkezi olarak gösterildi. Osman Bahadır'ın başkanlığında ilk şube kuruldu. Birkaç hafta partide idare eden ocağa, Nuruosmaniye Caddesinde iki odası olan bir yer kiraladım. Ve ocak faaliyete geçti. Lise çağındaki gençlerin de teşkilâtlanması için Ankara'da bir çalışma yapıldığını duyuyordum. Ankara'ya genel merkeze gittiğim bir gün, partide otururken yanıma Salih Dilek geldi.

Kendisi bizim Millî Hareket'in Ankara'da satılması için uğraşıyordu.Galiba o sırada lise ikinci sınıfta idi. Elinde tuttuğu bir resmi bana göstererek: “Ağabey, liseli gençleri teşkilâtlandırmak için Genç Ülkücüler Teşkilâtı'nı kuruyoruz. Amblem olarak bunu düşünüyoruz.'' Diyerek elindeki resmi gösterdi. Bu, başını göğe doğru kaldırmış bir kurt resmi idi., Kalemimi çıkararak, kurt'u çevreleyen ve açık tarafı yukarı olan bir hilâl çizdim. Böyle olursa daha güzel olacağını söyledim. Sonra o amblem gençlik kolları ile, Genç Ülkücüler Teşkilâtı'nın amblemi oldu.

Salih Dilek, genel başkan olarak, bu teşkilâtı Türkiye çapında yaydı. Ülkücü gençliğin yetişmesinde büyük hizmetler yaptı. (Şimdi ise, Ortadoğu'nun en büyük sanayi kuruluşlarından olan, Ankara Organize Sanayi sitesinde kurduğu bir kooperatifin başkanlığını yapıyor ve iş hayatında da hizmetlerine devam ediyor.)
Bu teşkilâtlanmalar devam ederken, Türkiye çapında, Moskova'ya bağlı komünistler, basındaki ve diğer odak noktalarındaki yandaşlarıyla bize saldırıp duruyorlardı. Polis, iktidarın pasifliği yüzünden etkili olamıyordu. Ülkücü gençliğin okullara girmesi, hattâ yollarda yürümesi bile tehlikeli olmağa başlamıştı.
Bunu önlemek, Türkiye'ye dolayısıyla okullara sahip çıkmak gerekiyordu. İş başa düşmüş, iktidarın yapamadığını biz yapacaktık.

1967 yılından itibaren, Türkiye'nin her tarafında, yaz aylarında eğitim kampları açmağa başladık.Bunlara basın KOMANDO KAMPLARI adını yakıştırdı. Bu kamplar öyle hızlı yayıldı ki, bizim kontrol etmemiz bile imkânsızlaştı. Türkiye'de Millî Şuur, bilhassa gençlik arasında hızla yayılıyordu.İstanbul'da önce Silivri'de, bir sonraki yıl ise Küçüksu'da açıldı. Bu kamplar birkaç yıl yaz aylarında devamlı açıldı ve burada gençler hem fikrî ve hem de fizikî olarak yetiştirildi.

İktidarda olanlar, basından pek çok yazar ve çizer, Türkiye'deki sürtüşmenin basit bir sağ-sol kavgası olduğunu söylüyorlar, işi hafife alarak, ilerideki yılların kanlı mücadelesine zemin hazırlıyorlardı. Sağcı geçinen pek çok yazar da bu gafletin içinde idi. Biz, karşımızdakilerin üç-beş çapulcu solcu değil, ellerinde bol para, bol silâh olan, yurt dışında (Bekaa vadisi ve Rusya) eğitilen, kızıl ordunun Türkiye uzantıları olduğunu biliyorduk. (1980 ihtilâlinden sonra ortaya çıkan belgeler bizim haklı olduğumuzu gösterdi.) Süleyman Demirel'in Başbakanlığı sırasında meydana gelen bir olayı ibret olması bakımından buraya aktarmak istiyorum: Deniz Gezmiş (Komünist ihtilâl hazırlamak suçundan, askeri mahkemede idama mahkûm edildi ve asıldı.) önderliğinde İstanbul Üniversitesinde toplanan, elleri tabancalı, tüfekli beşbine yakın bir grup, Taksim'de komünizmi tel'in etmek için toplanan her kesimden sağcılara saldırmak için, oraya doğru yürüyüşe geçtiler.

Biz, iki arkadaş, Beyazıt'taki, küllük adlı çay bahçesinden onları seyrediyorduk. Yanımda merhum Yücel Yedidağ vardı. Bana, Unkapanı yolu ile Taksim'e gitmemizi teklif etti. Ben, devlet eğer devletse, birbirine bu kadar kızgın iki topluluğu birbirleriyle temas ettirmeyeceklerini, en fazla solcuların gidiş istikametinde olan Galata köprüsünü kapatarak, onların karşıya geçmelerini önleyeceğini, söyledim. Yücel ısrar etti. Beraberce, yürüyerek Taksim'e çıktık. Taksim meydanında, her renkten sağcı toplanmış, komünistleri bekliyorlar, ülkücüler her zaman olduğu gibi gene ön safta, kalabalığı organize etmeğe çalışıyorlardı. Ben, ne olursa olsun, komünistlerin oraya bırakılmayacağına halâ inanıyordum. Fakat benim düşündüğüm gibi olmadı. Biz Taksim parkında, yüksekçe bir yerdeydik. Birden komünistler, bağıra çağıra, çevresi sağcılarla çevrilmiş, ortada bir sıra polis olan meydana girmeğe başladılar. Meydanın çevresindeki polisler bir anda kayboldu. Biz, Yücel'le beraber, komünistlere doğru koşmağa başladık. Elimizde, oradaki ağaçlardan kopardığımız birer sopa vardı.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Empty
MesajKonu: Geri: ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ   ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Icon_minitimePtsi 20 Nis. 2009 - 15:37

O sırada, biz daha meydanın ortasına varmadan Gümüşsuyu tarafı karıştı. Sonradan öğreniyorum: O bölgeyi Samsun yurdunun ülkücü öğrencileri tutmuş. Komünistler eğer meydana tam olarak girseler, belki yüzlerce kişi ölecek. Daha karşı tarafın ilk gurubu gelirken ülkücüler hücum etmişler. Komünistler iki dakika direnseler, arbede katliama dönüşecekti. Allahtan kaçıp, dağıldılar. O hadisede galiba bir ya da üç kişi öldü, epey insan yaralandı. Olayın tek sanığı da, bizim Samsun'lu Ahmet Atalay oldu. Bilirkişi (nasıl bilirkişi ise) çekilen bir fotoğraftaki eli bıçaklı birinin burnunu bizim Atalay'ın burnuna benzetti. Ahmet o burun yüzünden epey bir süre cezaevinde yattı, sonra beraat ederek çıktı...

Olaydan sonra,siyasiler ve gazeteciler, kızgın iki grubu karşı karşıya getirdiği için o günkü iktidarı tenkit etmeğe başladılar. Onların verdiği cevap enteresandı: “Ne olacak, iti ite kırdırdık...'' O günkü iktidar böyle bir iktidardı işte. Millet ve gençlik canını ve namusunu korumak için kendileri teşkilâtlanmağa başlamışlardı. Aynı millî mücadeledeki Anadolu gibi. Bu arada Türkiye'de olaylar hızla artmağa başlamıştı. Pek çok sendikayı ele geçiren komünistler, fabrikaları parçalıyorlar, mağazaları yağmalıyorlardı. İstanbul ve İzmir'de yaptıkları gösterilerde, her tarafı ateşe veriyor, barikatlar kuruyor, polislerle çatışıyorlardı. Türkiye'de öldürülenler hızla artıyor, komünistler hedef olarak ülkücüleri gösteriyorlardı.

İktidar ve muhalefet (C.H.P.) sanki komünistlerin Türkiye'yi ele geçirmelerine yardımcı oluyorlar, bunun adına da hoşgörü diyorlardı. Hiç unutmuyorum, sağcı iktidarın bir Bakanı, kendisiyle yapılan bir gazete röportajında; Sosyalizmin tarihi bir süreç olduğunu, bunun Türkiye'de de tamamlanacağını söylüyordu. Muhalefetteki Selâmet Partisi'nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan ise; komünistler bizim namaz kılmayan kardeşlerimiz, diyerek sanki onların yollarını açıyordu.

Necmettin Erbakan ile ilgili iki hatıramı anlatmak istiyorum:

Ankara'da, genel merkezdeydim. Türkeş beni çağırdı ve: “Karabacak, Necmettin Erbakan'ı bugün Başkanı olduğu Odalar Birliği'nden polis zoru ile çıkaracaklarmış. Belki hırpalarlar: Yanına birkaç kişi al, hırpalanmasını önleyin'' dedi.

Genel merkezde olan, tanıdığım bazı gençleri yanıma alarak, yakınımızda olan Odalar Birliği binasına gittim. Vardığımızda, Erbakan'ın binadan çıkarıldığını öğrendim. Döndüm, Türkeş'e durumu bildirdim. Sonra öğreniyoruz; Erbakan, oradan atıldıktan sonra, kendisini oradan attıran Adalet Partisi Genel merkezine, partiye katılmak için gitmiş, fakat içeri alınmamış. Sonra, kendisi parti kurdu. Ben 1973' de Kastamonu'dan milletvekili adayı idim. Erbakan'ın Araç ilçesine geldiğini duyduk. Sonra, Kastamonu merkezine gelerek bir konuşma yaptı. Araç ve Kastamonu konuşmalarını dinleyen bir vatandaş anlattı: Erbakan Araç'ta ayakkabı fiyatlarını 30 liraya indireceklerini (O günkü para birimi böyle idi) söylemiş.

Kastamonu da ise, 35 lira demiş. Her iki konuşmayı dinleyen vatandaş, Araç konuşmasını hatırlatmış. Erbakan: “Biz her yerin alım gücüne göre fiyat tespit edeceğiz'' demiş. İşte bu adam, halâ bazılarının ümidi... Türkiye uyuşuk bir iktidar ve nemelâzımcı bir muhalefet ile hızla Sovyetlerin peyki olma durumuna geliyordu. Biz öyle görüyorduk... İstanbul'da meşhur 15-16 haziran 1971, komünist ayaklanmasında etraf kan gölüne dönmüş, özellikle Kadıköy tarafında dükkânlar ve evler yağmalanmıştı.

O sırada sıkı yönetim ilân edildi. Fakat olaylar durmuyor, komünistler orduya da direnmeğe çalışıyorlardı.

Bir gün dükkâna, sabah erken, eskiden beri tanıdığım Albay Alaattin Polat (Şimdi emekli) geldi. Kendisi sıkı yönetimde çok önemli bir görevdeydi. Endişeli olduğunu sezdim. Bana, bir ihtilâl olursa, kendilerinin ne yapmaları gerektiğini üstü kapalı olarak sordu. Ben, hemen o gün Ankara'ya gittim. Türkeş'e durumu bildirdim. Türkeş bana, o sırada Genel Kurmay Başkanı olan merhum Memduh Tağmaç'ın vatansever bir asker olduğunu, ona herkesin güvenmesi gerektiğini söyledi. İstanbul'a dönerek, Alaattin beye bunu söyledim...

Ortalık kan deryası ve memleket kaosun içinde çırpınırken, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç hükümete, 71 muhtırası diye tarihe geçen, muhtırayı verdi ve istifalarını istedi. Süleyman Demirel her zaman yaptığı gibi, şapkasını alarak gitti. Nihat Erim başbakanlığında bir hükümet kuruldu. Ordu, bir kere daha Türkiye'yi kurtarmıştı. Ordu'nun Türkiye'nin yönetimine ağırlığını koyması, o zamana kadar yakalanmayan komünist ve bölücü elebaşıların ele geçmeğe başlaması, memlekette geçici de olsa, bir ferahlık yarattı.

Ülkücüler bu ferahlık ortamında, eğitimlerini sürdürme imkânı buluyorlar, bu arada bol bol kültür kitapları okuyorlar, kendilerini yetiştiriyorlardı. Ülkücü yazarlar yavaş yavaş eserler vermeğe de başlamışlardı. Tarım Kentleri, (Tahsin Yahyaoğlu takma adıyla Alb. Tahsin Ünal) Milliyetçi Sanayi Sistemi (Ali Bayındır) ve Dokuz Işık'ı yorumlayan pek çok ülkücünün kitabı bu arada çıktı...

BİR PORTRE :Komando Mustafa

Komando Mustafa'yı 1966 yılında tanıdım. Halâ tereddüdüm var; acaba komando sıfatı ondan teşkilâta mı geçti, yoksa sonradan mı ona bu sıfat takıldı?

Silifke'li bir gençti. Orman fakültesine, memleketinden okumağa gelmişti. Fakat o yıllar bu fakülte, sanki komünistlerin ve bölücülerin işgali altında idi. Büyük bir terör estirmişler, kendilerinden olmayan herkesi susturmuşlardı.

Mustafa, uzun boylu, bir esmer erkek güzeli idi. Güçlü, kuvvetliydi. Bir ara boks yaptığı için kavgayı dövüşü iyi biliyordu. Okula gelip, komünistlerin durumunu görünce çileden çıkmıştı. Kısa sürede, İstanbul'daki milliyetçi muhitlerle temasa geçti. Okul uzak olmasına rağmen, her fırsatta yanımıza geliyor, her gelişinde yanında yeni birini getiriyordu. Bu arada aynı okuldan Secaattin Terzioğlu ve Ali Sırtlı'da el altından çalışmağa başlamışlardı. Ülkü ocaklarını önce bu gençler Orman Fakültesi'nde, Ülkücü Milliyetçiler Derneği adıyla kurdular. Sonra bu dernek, Ülkü Ocakları'na dönüştürüldü. O kaoslu günlerde, bir haber geldi:

Mustafa Ok, arkadaşlarıyla beraber, terör estiren komünist ve bölücüleri Orman Fakültesi yurdundan atmıştı.Mustafa'nın adı, zannediyorum o günden sonra, Komando Mustafa adıyla anılmağa başladı. Artık, her yürüyüşümüzün önünde o yürüyor, çekişmeleri önlemede aracılık ediyordu. Edebiyat fakültesini basan binlerce solcuyu, pek az sayıdaki ülkücünün, başlarında Mustafa olduğu halde nasıl kovaladıkları halâ gözümün önünde...

70'li yıllarda 18 Mart yıldönümünde, Çanakkale'de büyük bir yürüyüş yapıldı. Bu yürüyüşe binlerce ülkücü katıldı. En başta Mustafa, sert adımlarla geliyordu. Müthiş bir sahne idi bu. Ben, meydanda yürüyüşün filmini çekiyordum. Konuşma kürsüsünde tabii senatörlerden, Türkeş'in eski ihtilâl arkadaşı Mehmet Özgüneş vardı. Türkeş'ten, milliyetçi biri olduğunu duymuştum. Özgüneş, önde yürüyen Mustafa'yı ve arkadan gelen ardı arkası kesilmeyen ülkücü gençleri görünce gözyaşlarını tutamadı ve kürsüde ağladı.Bu film halen benim arşivimde duruyor. Kim bilir neler düşündü o sırada? Belki de Türkeş'e yaptıkları ihanet aklına geldi... Mustafa, Türk Milliyetçiliği davasına uzun yıllar hizmet etti. Zaman zaman görüşürdük. O kendine özgü hürmeti hiçbir zaman eksilmedi.

Onu son olarak, Türkeş'in cenazesinde Ankara'da gördüm. Üzüntünün, bir insanın yüzüne ne şekilde vurduğunu o zaman bir daha anladım. Kendini boşlukta hissediyor, yüzbinlerin toplandığı Kocatepe camiinin avlusunda üzgün üzgün geziniyordu. Bir süre önce, onun yakın arkadaşlarından, dostum Hikmet Yüksel telefon etti. Komandonun vefat ettiğini söyledi. Ağır hasta olduğunu yeni duymuş, ziyarete gitmeğe hazırlanıyordum. Ama bu mümkün olmadı. Cenazesi, sanki ülkücülerin miting alanına döndü. Tekbirlerle mezarlığa götürüldü. Komando Mustafa Ok, çok hizmet etti. Ülkücü gençlerin örnek alacağı bir ağabeydi...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Empty
MesajKonu: Geri: ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ   ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Icon_minitimePtsi 20 Nis. 2009 - 15:39

Bozkurtlar'ın “Büyük Yürüyüş'ü"

Malazgirt'e doğru

Yazı içinde seyahati özet olarak anlattım. Ama, bizim Malazgirt seyahatimiz enteresan olaylarla dolu geçti. Bunları okuyucuyla paylaşmak istiyorum. Elâzığ'dan yola çıkarken bu defa yanımızda Bayrak Şairi Arif Nihat Asya, büyük mütefekkir, milliyetçi gençliğin idealist ağabeyi Galip Erdem, son devrin yetiştirdiği en büyük destan şairlerinden dostum Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ve ülküdaşım, şair Göktürk Mehmet Uytun da vardı. Bu seyahat elbette tadından yenmeyecek bir letafette geçecekti. Yolda, Bingöl dağlarına doğru minibüsümüz tırmanırken Erdem Dereli, Bingöl Çobanları adlı şiiri okumağa başladı. Duygulanan Arif Nihat hoca da kendi şiirlerinden okudu...

Bir ara, birden Galip Erdem ile Arif Hoca arasında hava setleşti.Sebep, eski komünistlerin şiirlerinin gençlere öğretilip, öğretilmeyeceği konusu idi...Zaman gece yarısı idi ve biz dağ yollarında ilerliyorduk. Zannediyorum üstatlar oldukça yorgun ve sinirleri gergindi. Arabayı durdurduk, inerek biraz hava aldık, sonra yola devam ettik. Gördüm ki, milliyetçiler pek çok konu üzerinde, henüz anlaşamıyorlar. Yani bir KADRO olamamışız.

Elâzığ'dan yola çıkarken, karnımızın acıkacağı hiç aklımıza gelmemişti. Yanımıza hemen hiç yiyecek almamıştık. Bir ara yolu kaybettik, yol uzadı... Gece karanlığında, patikaya benzer bir yolda gidiyorduk. Sol tarafımızda tepeler, sağ tarafımızda dereye benzer bir akar su vardı. Tepeden bazı yerlerde kayalar yuvarlanmış, yolu kapatıyordu. Önde oturan, en gencimiz Yaşar Okuyan, zaman zaman iniyor, bu kayaları sağa sola çekerek arabaya yol açmağa çalışıyordu. Sağ tarafta, ağaçların arasından sızan bir ışık gördük. Yaşar, oraya doğru indi.Bize:''gelin, burada bir lokanta var.'' diye bağırdı.

Etrafta ne ev vardı ne de köy.Yol ise işlek bir yol değildi. İndik. Adamlar bir mağara kazmışlar, yere küçük hasır iskemleler yerleştirmişler. Dipte büyük bir tencere kaynıyor, altında odunlar yanıyor. Mağaranın bir köşesine ise bir koyun bağlamışlar, öylece duruyor. Buranın işletmecisi olduğunu öğrendiğimiz bir adam, bize garip garip bakıyordu.

‘'Burası nedir?'' diye sorduk. Adam:''Burası âbıhayat lokantası.'' dedi. İlerde bir akarsu varmış, adı âbıhayat çeşmesiymiş. Burası onun adını almış. Gece yarısını çoktan geçmiş, tencerede türlü yemeği kaynıyordu...

Erdem, tencereyi açtı, içinde et arıyordu. Adam her halde et koymayı unutmuş(!). Ama hepimiz açlıktan olacak, adamın tenceresindeki türlüyü, et var mı yok mu demeden bitirdik. Galiba, Arif hoca adama, koyunu kesip kesemeyeceğini sordu. Lokantacı:''Keserim ama, iki gün beklemeniz lâzım.'' diye sözde şaka yaptı. Sabaha karşı, geniş bir asfalt yoldan Malazgirt'e girdik. Yüzlerce otobüs kamp yerini doldurmuştu. Müthiş bir soğuk ve ayaz vardı. Bizi, oranın organizasyonunu üstlenen, 80 ihtilâlinden sonra insanlık dışı işkencelere uğrayan, doğunun fedakâr evlâdı, dostum Yılma Durak karşıladı. Kendisi bir battaniyeye sarınmış, üşümemeğe çalışıyordu.

Ülkücüler, gece yarısını çoktan geçmesine rağmen, etrafı bir bayram yerine çevirmişlerdi. Marşlar söyleniyor, oyunlar oynanıyordu, halaylar çekiliyordu. Ertesi gün merasim yerine gittik. Temel atma töreninde, gazeteci kimliğim olduğu için, törene katılan yetkililerin yanında idim. Cumhurbaşkanı olarak Cevdet Sunay, genel kurmay başkanı olarak da 1971 muhtırasıyla, Süleyman Demirel'in şapkasını eline veren Memduh Tağmaç vardı.Parti ileri gelenlerinden ise, her millî günde olduğu gibi, sadece Türkeş... Daha önce Tağmaç'ı, Türkeş bana anlatmıştı.Orada yakından gördüm; merhum davranışları ve konuşmasıyla tam bir devlet adamı idi...

Malazgirt'i bize, orada tanıştığımız 16-17 yaşlarında Alparslan Türeli isimli genç gezdirdi. Çevreyi ve ilçenin yukarısındaki buz gibi suyu olan barajı, Malazgirt kalesini, savaşın yapıldığı alanı dolaştık. Bilmiyorum, şimdi gene öyle mi; orada aileler ilk doğan erkek çocuklarına Alparslan ismini verirlermiş. Alparslan Türeli liseye gidiyordu. Sınıfında 17 tane Alparslan isimli çocuk varmış...

Malazgirt'te artık her yıl merasim yapılıyor. Bunda da milliyetçilerin payı var...

Büyük Yürüyüş

Daha önce belirtmiştim; 1960 ihtilâlinden sonra komünistler ve bölücüler büyük bir çalışma içine girmişlerdi. O zamanki C.H.P.'nin ağırlıkta olduğu Kurucu Meclis'in yaptığı anayasa sanki onlara göre hazırlanmıştı. ******çü'lük maskesi altında komünizmi, hürriyetçilik maskesi altında bölücülüğü gençlerin arasında yaymağa başlamışlardı. Türk milliyetçileri, yılların baskısının altından henüz kurtulamamışlardı. O sırada eski tüfek komünistler, Türkiye İşçi Partisi'ni kurdular. Artık, dış kaynaklı bu marksistler, pervasızca amaçlarını açıklıyorlar, Türkiye'nin Sovyetlerle beraber olması gerektiğini söylüyorlardı. Kanunlarda komünizm sözde yasaktı. Fakat bu kanunlar işlemez durumdaydı.

O günkü komünist Doğu Almanya'da, Türkiye komünist Partisi kurulmuş, radyolar vasıtası ile propaganda yapıp duruyordu. Bu durumdan rahatsız olan ve içlerinde milliyetçilerin de olduğu bir gurup komünist karşıtı, daha sonra M.H.P. İstanbul il başkanı olan ve komünistlerin şehit ettiği büyük mücahit ağabeyimiz İlhan Egemen Darendelioğlu başkanlığında Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği'ni kurdu. Bu dernek bir süre büyük hizmetler gördü.

İlhan ağabey, bir gün onun Beyazıt'taki küçük matbaasında otururken, Taksim meydanında büyük bir miting yapılacağı haberini verdi. Hepimize bir görev düşüyordu. Ben, Almanya'dan yeni gelen, orada doktorasını yapmış, iktisat fakültesi doçentlerinden Nevzat Yalçıntaş'ı( Şimdi A.K.P. milletvekili) konuşmacı olarak ikna edecektim.İ.Ü.T.B. başkanı rahmetli Ufuk Şehri, gençleri meydana getirecek ve mitingin düzenli bir şekilde geçmesini sağlayacaktı. Pek çok arkadaşı bu şekilde görevlendirdi...Nevzat beye gittim. Kendisini daha önce tanımıyordum. Bana: ‘'Daha yeni geldim, beni hemen afişe etmeseniz.'' dedi. Israr ettim, kabul etti.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Empty
MesajKonu: Geri: ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ   ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Icon_minitimePtsi 20 Nis. 2009 - 15:40

Muhteşem bir kalabalık toplandı Taksim meydanına. Doğu Türkistan'lılar yerel kıyafetlerini giymişler. ‘'Bizi görün, ibret alın.''afişlerini açmışlar, rahmetli İsa Yusuf Alptekin'in önderliğinde ay yıldızlı gök bayraklarıyla, meydanda yerlerini almışlardı. Bu miting büyük gürültüler kopardı. Komünistler:''Faşistler geliyor, tedbir alın.'' diye yaygara yapıp durdular. Türkeş, milliyetçileri siyasî bir çatı altında toplayınca bizim, böyle yamalı bohça bir derneğe ihtiyacımız kalmadı. Dernekten, İlhan Darendelioğlu ile beraber çekildik. Biz dernekten çekilince, orası da çöktü, kapandı...

Daha önce yazdım, İstanbul, Ankara, İzmir ve Türkiye'nin pek çok yerinde Dokuz Işık yürüyüşleri yaptık. İstanbul'daki yürüyüş için, başbuğ Kürşat önderliğinde Çin'e karşı ayaklanan 40 yiğidi temsilen, kırk ülkücü gence özel kıyafet yaptırdım. Başlarına da, Türkistan göçmenlerine diktirdiğim kalpaklar giydirdim. O günlerde, bugün nasıl kızlarımızın başındaki başörtüsü yasaksa, kalpağı da, sokakta dahi giymek yasaktı. Giyen olursa yakalayıp, cumhuriyetin temellerine dinamit koymak ve gericilikle suçlayıp, mahkemeye veriyorlardı.

Biz bu saçma sapan uygulamaları ortadan kaldırmak için mücadeleye girdiğimizden, her türlü baskıya karşı direniyorduk. Bu kıyafetler de büyük bir yaygaranın kopmasına sebep oldu. Teknik üniversitede okuyan bir ülkücü anlattı: ‘'Biz dersteydik. Yürüyüş konvoyu Gümüşsuyu yolu ile Taksim'e çıkarken, Almanya'da bulunmuş hocamız: ‘'Ben bunları tanıyorum, Almanya'da gördüm, bunlar faşist, faşistlerin ayak seslerini duyuyorum.'' dedi. Biz hocamızın solcu olduğunu bildiğimizden, güldük geçtik.'' Bir süre sonra Ankara'daki bir mahkeme kalpak için ‘'Modern kıyafet'' diye beraat kararı verdi. Biz de kalpaklarımızın içine, bu beraat kararlarını koyup, karardan haberi olmayan polislere göstererek, rahat rahat giydik.

Yıllar sonra, komünizm çökünce, hallerini görmek için Moskova'ya gittim. Baktım, herkesin başında kalpak var. Eğer bizim serseri devrimciler onları o zaman görselerdi, Rusya'ya Şeriat gelmiş, faşistler basmış diye yaygarayı koparırlardı...Başörtüsü rezaletinin mağduru genç kızlar; Başörtüsü de bir gün aynı kalpak gibi beraat edecek. Biraz daha sabır, biraz daha mücadele gerek...

Türk milliyetçileri, kadrolaşmak ve kitleleşmek için yeni hedefler tespit ediyorlardı. Daha önce yazdım. Çanakkale'de yaptığımız yürüyüşü her yıl tekrarlıyorduk. Kâmil Koç otobüslerinin sahibi, M.H.P. Genel İdare Kurulu üyesi rahmetli Kâmil Koç'un otobüsleriyle gittiğimiz Bursa'da büyük bir yürüyüş ve miting yaptık.1966 yılı idi. Ankara'dan bir haber geldi. Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk merkezi Söğüt kasabasında yapılacak anma törenine Türkeş de gidecekti. Gelebilecek olanların gelmesi istendi. Bir otobüs kiraladım. İstanbul'dan 50 kadar kişi otobüsle, bazıları da özel arabalarla Söğüt'e gittik.

Söğüt o zaman, bakımsız, küçük bir kasaba görünümünde idi. Ertuğrul Gazinin türbesinin biraz ilerisinde bir buğday tarlasında, baştan savma sözde anma töreni yapılıyordu. Kaymakamı ve belediye başkanı o günkü C.H.P.'nin gönüllü adamları idi. Bütün ısrarımıza rağmen, o toplantıda, törene gelen tek parti genel başkanı olmasına rağmen, Türkeş konuşturulmadı. Biz de toplantıyı terkederek, kasabadaki camie mevlit dinlemeğe gittik...

Ertesi yıl, Millî Hareket Dergisinde bir yazı yazdım; çok kalabalık olarak Söğüt'e geleceğimizi, eğer bir önceki yıldaki davranış tekrarlanırsa, büyük olay çıkacağını belirttim. Dergiyi, bir ay önceden, C.H.P.li belediye başkanı başta olmak üzere, kaymakam ve oradaki yetkililere gönderdim.

Söğüt'e, gerçekten, hemen bütün Türkiye'den büyük bir kalabalıkla gittik. Gençlerimiz özel kıyafetlerini giymiş, başta Türkeş olmak üzere, kasabadan hareketle, muntazam yürüyüşle merasim alanına geldik. Toplananlar, şaşkın şaşkın bize bakıyorlardı. Türkeş, davetlilerin yanına oturdu. Ben, meydanın ortasında belediye reisini yakaladım,kendimi tanıttım: ‘'Bak reis, dedim, geçen seneki gibi yaparsanız biz bu kalabalığı tutamayız.'' Adam, gönderdiğim dergideki yazıyı okumuş, zaten panik içindeydi: ‘'Vallahi Ahmet bey, ben bir şeye karışmıyorum.Biz zaten Türkeş'e karşı değiliz:'' dedi.

Türkeş orada konuştu ve Osmanlının kuruluş felsefesini, Türklükle İslâmiyetin etle tırnak gibi olduğunu anlattı. Sonraki yıllarda bu ziyaretler devam etti. Öteki liderler de, namus belâsı gitmeğe başladılar. Şimdi, Söğüt'teki merasim yeri stadyum şeklinde. Meydanın kenarlarında ise, Ertuğrul Gazi'den itibaren Türk büyüklerinin büstleri var.

1971 muhtırasından sonra, daha önce sözünü ettiğim, geçici bir huzur ortamı doğdu. Çalışmalarımızda biraz daha rahat hareket etmeğe başladık. Bu çalışma, gençlerin okullarına daha rahat gidebilme, bol kültür kitabı okuma, seminerler ve millî günlere daha fazla katılma şeklinde idi. Ağustos başında, Ankara'dan, bütün Türkiye çapında kampanya açıldı, Sultan Alparslan'ın Malazgirt zaferinin 900. yıldönümü için,Malazgirt'e mümkün olduğunca kalabalık katılmamız istendi. 26 Ağustos'tan birkaç gün önce, bütün Türkiye'den, ülkücüler tarafından, Malazgirt'e bir akın başladı. Devlet, cumhurbaşkanlığı seviyesinde katılacak, oraya zaferin hatırasına, Anadolu'nun Türklere açılmasını temsil eden, kapı şeklinde devasa bir anıtın temelleri atılacaktı. (Anıt yapıldı)

Yanıma,dayısı olan Turhan Koçal'ın (Eski M.H.P. milletvekili.) o zaman bana emanet ettiği Yaşar Okuyan'ı alarak, Ankara'ya gittim. Orada bize, idealist kardeşim Antropolog Erdem Dereli de katıldı. Bir otobüse binerek önce Elâzığ'a gittik. Oradan bir araç bularak Malazgirt'e gideceğimizi hesaplıyorduk.

Elâzığ'a varınca doğru parti binasına çıktık. Orada bizi bir sürpriz bekliyordu. Parti binasında, merhum Arif Nihat Asya, merhum Galip Erdem, merhum Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ve milliyetçi şairlerimizden Göktürk Mehmet Uytun'u gördük. Galip Erdem bizi görünce: ‘'Hah, Karabacak bizi oraya götürür.''dedi. Ne olduğunu sordum. Oraya kadar, Türkeş beyin kafilesi ile gelmişler. Bunlar ‘'şehri gezelim'' diye çıkınca, kafile gitmiş... Benim, Elâzığ'da tanıdığım ülkücüler vardı. Bize, emniyetli bir şoför ve minibüs buldular, yanımıza da Elâzığ'lı bir genci mihmandar olarak verdiler... Bingöl yoluyla, gece yarısı Malazgirt'e vardık ve iki gün çadırlarda kalarak 900. yıldönümünü kutladık. (Bir Olay'da bu seyahati anlatacağım.)

80 ihtilâlinden kısa bir süre önce, Tandoğan meydanında yaptığımız miting ve daha önce yaptığımız yürüyüş ise, dostlara güven, düşmanlara ise dehşet vermişti. Biz, bazı arkadaşlarla yürüyüşü Türk Ocağı binası bahçesinden takip ettik. Saat tuttum. Yürüyüş 3,5 saat civarında sürdü. Belki yarım milyon, belki daha fazla ülkücü bu yürüyüşe katıldı. Bu gençlerin yaş ortalaması 20 civarında idi. Türk milletinin istikbali idi bu gençler. Benim düşüncem odur ki, ihtilâlin sebeplerinden biri bu yürüyüştür.Türk bürokrasisine çöreklenen menfaatçiler, artık oralarda barınamayacaklarını anladılar ve Türk Milliyetçilerini ezmek için bu çok haince baskını yaptılar.

Pek çok günahsız Türk gencini, uydurma suçlamalarla asarak şehit ettiler. Türkeş başta olmak üzere, ülküdaşlarımıza, şeytanın aklına gelmeyecek işkenceler yaptılar, cezaevlerine doldurdular... 80 ihtilâli, önlerinde ülkücüler gibi bir engel kalmadığını sanan bölücülerin, palazlanmağa başladığı tarihin başlangıcıdır. Binlerce Türk çocuğunun katilini ve zalimini uzakta aramağa ihtiyaç yoktur...

BİR PORTRE: Arif Nihat Asya

Üstat Arif Nihat Asya hocayı, 1963 yılında, İlhan Darendelioğlu ağabeyin matbaasında tanıdım. O sırada, benim sahibi, dostum Mustafa Necati Sepetçioğlu'nun yazı işleri müdürü olduğu ‘'Z E R E N'' adlı fikir ve sanat dergisini çıkarıyorduk. Sözde sağcıların sus-pus oldukları bu zamanda, azgınlaşan komünistlerle her sahada mücadele etmenin şart olduğunu düşünüyorduk. Bir gün İlhan ağabeyin matbaasında otururken Arif Nihat Asya hoca geldi. Ben onu daha çok ‘'Bayrak'' adlı şiirinden ve diğer hamasî şiirlerinden tanıyordum. Yayınladığım dergiyi gösterdim ve bize şiirlerinden verip veremeyeceğini sordum. O:''Sana hem şiir , hem de yazı vereceğim.'' dedi.

“KARTAL'' başlıklı bir yazı verdi.Türk milletinin yüksek karakterini ve kahramanlığını anlatan, şiirsel bir yazıydı bu. Okurken halâ heyecanlanırım... Hoca ile dostluğumuz, onun vefatına kadar sürdü. Ceketinin iç cebinde bir küçük defter taşır, çevresi ile ilgili imiş gibi görünürken, aklına bir rubai, bir beyit veya bir mısra gelir, çıkarır defterini, hemen kaydederdi. Zaman zaman bu deftere yazdıklarını bize okur, fikrimizi sorardı. İstanbul'a geldiği zaman ya İlhan ağabeyin ya da benim yanıma uğrardı.

Bazen bizi, Bakırcılar çarşısı içinde bulunan Adana kebapçısına götürür, ücreti ben vermek isteyince: “Ben senin ağabeyinim, benim yanımda elini cebine atma.'' derdi. Arif hoca, ülkücü harekete her zaman sıcak , fakat endişe ile bakmıştır. O, bir gencin bile burnunun kanamasına dayanamaz, şairliğin verdiği ince duygular, bir kötü haber karşısında onu kahrederdi. Bir gün, merhum Dündar Taşer'e:'' Komutan, dedi, bu giriştiğiniz hareketin sonunda kan var. Bunu iyice hesapladınız mı?''

Dündar Taşer'in onu ikna etmek için uzun uzun konuştuğunu hatırlıyorum. Yıllar sonra kan gövdeyi götürürken, Arif hocanın bu sözleri zaman zaman aklıma gelirdi. Peygamber efendimiz için yazdığı muhteşem Nât'ı ne zaman kaleme aldığını bilmiyorum. Bazen televizyonlarda, onun bu güzel Nât'ını dinlerken kendimden geçerim. Hoca İslâm'a ve Türklüğe aşık biri idi. Arkasında milyonlarca sevgili bıraktı.

Nur içinde yat koca şair, nur içinde yat gençlerin halâ heyecan kaynağı...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Empty
MesajKonu: Geri: ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ   ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Icon_minitimePtsi 20 Nis. 2009 - 15:41

Adana'da Tarihi Kongre

Badem torbası boşalınca...

1971 yılı idi. Ankara'da milliyetçilerin bir toplantısı vardı. O sırada İstanbul'da olan Osman ağabeye beraber gitmeyi teklif ettim, kabul etti. Biz galiba otuz kişi kadardık. Bir otobüsle akşam geç vakit, Ankara'ya doğru yola çıktık. Bir süre sonra şoför ışıkları söndürdü. Benim iki sıra kadar önümde olan Osman ağabey, bir torba gönderdi, içindeki, memleketi olan Akseki'ye has ince kabuklu, onun deyimiyle, diş bademleri gönderdi. Bana: “Karabacak, bademlerden herkese birer avuç ver, torbayı geri gönder” dedi.

Ben, beraber yolculuk yaptığımız gençlerden birine bademleri dağıttırıyordum. Çocuk, torbayı geri getirdiği zaman, bademlerin yarısı bile dağıtılmamıştı. Ben devamlı, bademleri hem dağıtıyor, hem de kendim yiyordum. Osman ağabey o davudî sesi ile sık sık.”Karabacak, torbayı gönder.” diyordu. Ben:”şimdi göndereceğim” diyor, bir taraftan da bademleri dağıtıyordum. Sonunda torba boşaldı. Osman ağabey gene: “Karabacak, torbayı gönder.” deyince, boş torbayı kendisine gönderdim. Torba ona gidince: “Karabacak, sana evlilik hediyesi alacaktım,(O sırada evlenmiştim) ama şimdi vazgeçtim.” dedi.

Ankara'ya vardık. Daha yeni sabah oluyor. “Ağabey, dedim, sen bizim büyüğümüzsün. Karnımız aç. Bize bir kahvaltı yaptır.”

Önümüze düşerek, gecekondu bir işkembe çorbacısına götürdü. Fakat çorba yenecek gibi değil. Kokudan içeri bile girilmiyor.

“Ağabey, burası ne böyle, burada yemek yenir mi? dedim.

O gayet sakin: “Bu size çok bile.” dedi.
Biz Osman ağabeyi çok sevdik. İnşallah o da bizi sevmiştir...

Allahın rahmeti üzerine olsun sevgili ağabeyim...

Adana Kongresi

Parti, belli bir güce erişmişti. Toplantılarımız daha kalabalık, daha heyecanlı olmağa başlamıştı. Vatansever gençlik, büyük çapta, gerçek yuvalarının bu hareket olduğunu kavramıştı artık. Üniversitelerde ülkücüler dengeyi kurmuşlar, pek çok fakültede rahat okuma imkânına kavuşmuşlardı. Fakat komünistler son sür'at teşkilâtlanıyorlar, bilhassa işçiler arasında, sendikaları ele geçirerek, o günkü C.H.P.'nin destek vermesi ile gittikçe güçleniyorlardı. Mevcut iktidar ise, kaderine razı olmuş gibi, Türkiye'nin felâkete gitmesine, daha önce söylediğim gibi, aval aval bakıyordu. Türkeş, milliyetçilerin büyük bir gövde gösterisi yaparak, hem komünist ve bölücülere gözdağı vermeyi, hem de milliyetçilerin morallerini yükseltmeyi istiyordu. Bunun için 1969 Adana büyük kongresi seçildi.

Bu görev, o zaman Adana il başkanı olan merhum Faruk Akkülah'a verildi. Partinin bütün teşkilâtlarına, ellerinden geldiğince bu kongreye kalabalık olarak gelmeleri istendi...Bu kongrenin, bizim, daha doğrusu ÜÇ HİLÂL'ciler açısından başka bir önemi daha vardı: Artık bir anlamı kalmayan C.K.M.P. isminden ve terazi olan amblemden kurtulmak istiyorduk. Daha önce söyledim; isim üzerinde pek ihtilâf yoktu. Eski particiler çekip gitmişler, kalanlar ise partinin yeni havasını benimsemişler, deneyimleriyle gerçekten büyük yardımcı oluyorlardı.

Esas çekişme amblem üzerinde yaşanıyordu. Bir gurup parti ambleminin, hilâlsiz bozkurt olmasını savunuyordu.Benim de içinde bulunduğum gurup ise, parti ambleminin Üç Hilâl, gençlik ve kadın kollarının ambleminin ise, Hilâl içinde Bozkurt olmasını savunuyordu.

Kongreden birkaç ay önce, eski milliyetçilerden senatör Hüsnü Dikeçligil'in oğlu, rahmetli kardeşim Afşın Dikeçligil, bana, “Tarih Boyunca Türk Bayrakları ve Sancakları” isimli bir kitap getirdi. Yanılmıyorsam, Türk Tarih Kurumu yayını idi. Onun içinde pek çok Üç Hilâl şekli vardı. Dönen üç hilâl fazlaca tenkide uğradığı için, onu terk etmiştik.

Barbaros'un kalyonlarında kullandığı yan yana bir üç hilâl vardı. Çok hoşumuza gitti. Fakat, Ankara'dan da istişare ettiğimiz arkadaşlar, Osmanlı'nın bazı dönemlerinde ve mehter takımlarında da kullanılan bu günkü Üç Hilâl'i savunuyorlardı. Biz de bunu kabul ettik. Bizimle aynı binada bulunan bayrakçı Vedat beye, orijinallerini hazırlattığım bayraklardan, Adana'da yapılacak kongreye götürmek için, bir miktar yaptırdım...

Bütün Türkiye'deki kongrelerde, özellikle İstanbul'da bu amblem meselesi büyük sürtüşmelere sebep oldu. Bu sürtüşmeler, Ankara'ya, Genel İdare Kurulu'na da yansıdı. Türkeş ise, tarafsız görünüyordu.. Bu kongrenin sadece amblem meselesi olmadığını biliyordum. Bu kongre partinin gerçek kimliğini bulma kongresi olacaktı. Yani, hareket Türk'ün gerçek karakteri olan, Türk-İslâm Ülküsü'ne giden yolun, birinci basamağı olacaktı.

Bunu tarih içinde, Türk Milliyetçileri oluşturmağa çalışmışlar, sosyolog ve fikir adamı Ziya Gökalp, çeşitli makaleleri, Türkleşmek-İslâmlaşmak-Muasırlaşmak, Türk Ahlâkı, Türk Medeniyeti Tarihi adlı kitaplarıyla bir yere kadar yapmağa çalışmıştı. Fakat ömrü yetmemişti. Sonradan gelen yazar ve düşünürler de bu konuyu çok işlemişlerdi. Ne idi bu konu: Türk'ün İslâm'sız olamayacağı gerçeği idi.. Bu konular, partili, partisiz Türk aydınları arasında tartışıldığı bir dönemde bir gün Türkeş bana: “Karabacak, dikkat edin, Türklüğümüzü ve İslâmlığımızı BUDAYARAK bizi ortadan kaldırmak istiyorlar. Bu oyuna gelmeyin:” dedi.

Ben bu oyunun farkındaydım. Yapılan tartışmaların anlamsızlığını görüyordum. Adana kongresine giderken, Millî Hareket dergisine ılımlı ve birleştirici bir yazı yazdım. Terazi, Üç Hilâl ve Bozkurt amblemlerini dergiye koyarak, partililerin bunlardan birini seçeceğini, hepsinin de Türk Milliyetçilerini temsil ettiğini belirttim..Tabii bizim dışımızda, bu konuda pek çok tartışmalar yaşanıyordu. Basın, partinin kurtçular ve hilâlciler olarak bölüneceğini yazıyor, tahrikler bizi de etkiliyordu.

İtiraf edeyim, biz ne pahasına olursa olsun, Üç Hilâl'de direnmeğe karar vermiştik.

İstanbul'dan bu iki gurup, ayrı otobüslerle Adana'ya gittik.

Faruk Akkülah, bizim ümit dahi edemiyeceğimiz bir hazırlık yapmıştı. Adana Spor Sarayı kiralanmış, bahçesine çok büyük bir otağ kurulmuştu. Bütün Adana Türk bayraklı ve o günkü parti bayrakları ile süslenmişti. İlk defa, çok büyük bir mehter takımı orada görevlendirilmişti. Yüzlerce partili gence özel mavi gömlekler giydirilmiş, müthiş bir yürüyüş düzenlenmişti. Adana ve parti gerçekten tarihi günlerini yaşıyordu. Biz, kongre salonuna geldiğimiz zaman, salonun her tarafına bozkurtlu bayrakların asıldığını gördük.

Biz de Üç Hilâl'li bayrakları açmağa hazırlanırken, rahmetli Dündar Taşer'in beni çağırdığını söylediler. Yanına gittim. Bana: “Ahmet bey, bu konu parti Genel İdare Kurulunda konuşuldu. Bozkurt isteyenlerin temsilcisi Muzaffer Özdağ çıkıp Üç Hilâl'i anlatacak, ben de çıkıp Bozkurt'u anlatacağım. Ortalığı yumuşatalım” dedi. Bu bana mantıklı geldi. Gelen delegelerin düşüncelerini büyük çapta biliyordum. Bir endişe de duymuyordum. Bayraklarımızı yerine koyduk.

İkinci, seçimlerin olacağı gün, M.Özdağ konuşmağa başladı. Bu bizim beklediğimiz konuşma değildi. O tam tersine, Bozkurt'u anlatıyordu. Hemen arkasından seçimlere geçildi. Partinin adının MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ olması ittifakla kabul edildi. Kongre başkanı “Parti ambleminin bozkurt olmasını isteyenler?” dedi. Yüz kişi civarında el kalktı. Başka bir teklif almadan: “Kabul edilmiştir” diyerek işi oldu bittiye getirmek istedi.

İşte o ânda bütün salon ayağa fırladı. Salonun her tarafından Üç Hilâl'li bayraklar açılmağa, bütün salon üç hilâl üç hilâl tezahüratıyla inlemeye başladı. Başkan, itimat reyi istedi. Sadece o yüz kişi civarındakiler el kaldırdı. İstemeyenler deyince bütün salon el kaldırdı. Başkan, kürsüden inip, yerini ikinci başkana bıraktı. İkinci başkan, amblemin Üç Hilâl olmasını reye koydu, hemen hemen bütün salon el kaldırdı. Gençlik ve kadın kolları için ise, Hilâl içinde Bozkurt amblem olarak kabul edildi.

O günü unutmak benim için mümkün değil. Hele, Bozkurt'u savunan, gerçekten kendilerini çok sevdiğim (Zaman zaman onlarla bu konuyu gülerek hatırlıyoruz.) pek çok arkadaşımın, delege kartlarını yırtarak salonu terketmeleri benim içimde halâ acı bir hatıra olarak durur. Parti kongresi güzel başlamıştı, fakat tatsız tuzsuz sona ermişti. Ancak esas neticeye varılmış, parti fikriyatı, Türk Milletinin bin küsur yıllık ideolojisini temsil yetkisini almıştı. Özdağ ve ****** ile bazı partililer, bir süre pasif kaldılar. Fakat, her taş yerli yerine oturuyor, milliyetçilerin gidecekleri başka bir çatı altı kalmıyordu. Bir süre sonra, bu arkadaşlar, eskisi kadar sıcak olmasa da, hareketin içinde gene görev almağa başladılar...

Adana kongresinin neticesi bize Faruk Akkülah gibi bir teşkilât başkanı, (Genel idare kuruluna girerek teşkilât başkanı oldu.) Osman Yüksel Serdengeçti gibi bir mücahit kazandırdı. Osman ağabey, o tarihten sonra vefatına kadar ülkücü hareketin içinde oldu, büyük fedakârlıklar yaptı. Faruk Akkülah ise, maddî ve manevî, bütün gücü ile partiyi yeniden teşkilâtlandırdı. Hiç durmadan, vefatına kadar, koştu, çalıştı...

BİR PORTRE: Osman Yüksel Serdengeçti

Osman ağabeyi, ilk önce arada sırada çıkan SERENGEÇTİ dergisinden tanıdım. Milliyetçi dergilerin pek az bulunduğu bir dönemde biz, Necip Fazıl'ın BÜYÜK DOĞU'sunu, Nihal Atsız'ın ÖTÜKEN'ini, İlhan Darendelioğlu'nun TOPRAK dergilerini okurduk. Bizleri en çok heyecanlandıran Osman ağabeyin Serdengeçti'si idi. Dergi kapağında; ilân almaz, abone yazmaz, diye bir cümle vardı. Dergiyi nerede bulursak, oradan alırdık. Derginin ne zaman çıkacağı da belli değildi. Osman ağabey para bulunca bir sayı çıkarıyor, sonra yeni bir para eline geçene kadar dergiye ara veriyordu. Bazen cezaevine giriyor, dergi gene çıkmıyordu. Yazı ve şiirlerin çoğu kendisine ait oluyordu.

İleriki yıllarda kendisini yakından tanımam mümkün oldu. O İstanbul'a gelince benim yanıma uğrar, ben Ankara'ya gidince mutlaka kendisini ziyaret ederdim.
1965 de Adalet Partisi'nden Konya milletvekili oldu. Fakat ne o partiye ısınabildi, ne de Adalet Partisi onu kabullendi. Adalet Partisinde iken de hep bizimle olur, partisinden şikâyet eder dururdu.

Bir süre sonra rahmetli Prof. Osman Turan, Süleyman Arif Emre ve bir çok milletvekili ile partiden ayrıldı. Osman Turan ve S. A. Emre yeni bir parti kurmak istiyorlar, Osman ağabey ise bizim partiye katılmalarını sağlamağa çalışıyordu. Bir gün üçü bizim dükkânda buluştular. Osman Turan hoca; “Biraz daha duralım.” diyordu. S. A. Emre ise pek ne dediği anlaşılmadığı için, konuşup duruyordu. Osman ağabey birden ayağa kalktı, Osman Turan'a: “Senin dur durundan.”, S. A. Emre'ye de:” Senin dır dırından bıktım. Ben bu partiye giriyorum” dedi.

Onu, hemen ertesi gün partiye götürdük, bir basın toplantısı ile kaydını yaptık. Belli etmezdi, fakat derin bir Doğu ve Batı kültürü vardı. Ankara'ya gidince görürdüm: dükkânın üst katındaki kütüphanesinde seçme kitaplar vardı ve yalnız olduğu sıralarda devamlı okurdu. Çok etkili yazıları ve çok güzel şiirleri vardı. Hemen her konuyu şakaya bozar, her konunun esprili tarafını bularak havayı yumuşatırdı.

Millî ve dinî konularda tavizsizdi. Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız vecizesi onundur ve dergisinin her sayısında bunu, dergi kapağına koymuştur. Defalarca hapishaneye girmiş, işkenceler görmüş, ideolojik sebeplerle üniversite son sınıfından, C.H.P.'li Bakan tarafından atılmış bir ağabeyimizdi. Zengin değildi, fakat vasat olan geliri ile birçok genci okullarda okutuyor, onların üzerlerine titriyordu. Zaman zaman bizim evde kalırdı. O gelince biz yatmayı düşünmeyiz, sabaha kadar onun sohbetlerini dinlerdik. Osman ağabey, milliyetçi camianın en renkli kişilerinden biri idi. Yeri doldurulamadı...




Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Empty
MesajKonu: Geri: ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ   ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Icon_minitimePtsi 20 Nis. 2009 - 15:42

Türklük bedenimiz İslamiyet ruhumuz

1967 büyük kongresinden biraz önceye gitmek istiyorum:

Ankara, devamlı Türkeş'le beraber olduğu için, nispeten uyumlu görünüyordu. İstanbul öyle değildi. Parti, her kesimden gençliğin arasında hızlı bir büyümeye doğru gidiyordu. Eski partililerden olan İstanbul il idare heyeti, yenileri tatmin etmiyordu. Zaten üç-dört ilçede göstermelik teşkilât vardı. Önce, o zaman İstanbul'un en büyük ilçelerinden olan, Fatih'te partiyi teşkilâtlandırdık. İstanbul'da ilk defa, göstermelik değil, şimdi avukatlık yapan lise son sınıf öğrencisi Ömer Polatoğlu başkanlığında, toplumun her kesiminden temsilcisi olan 11 kişilik bir parti gençlik kolu kurduk. Fatih ilçesini merkez yaparak, hemen bütün İstanbul'un teşkilâtlarını kısa sürede kurduk, kongrelerini yaparak delegelerini seçtik. 30 Temmuz 1967 tarihinde, Spor ve Sergi Sarayında yapılan kongrede, İstanbul İl Başkan adayı olarak 28-29 yaşlarındaki gazeteci-yazar Merhum Hasan Tuncay'ı gösterdik.

İlk defa o kongrede, bizim marşlarımızı besteleyen, ilk defa plâğa okutan ses sanatkârı , bestekâr ve büyük idealist dostum Bahri Yüzlüer'in marşlarını söyledik. Kongrede müthiş bir heyecan vardı. Sanki kongre yapılmıyor, ülkücüler iktidara geliyordu. Klâsik particilerin alışmadıkları bir toplantı idi bu. Onların şaşkın bakışları arasında, biz kongreyi aldık. Üç Hilâlciler hem il idare heyetini, hem de büyük kongre delegeliklerini kazanmışlardı. Kongrenin havasından Türkeş'te çok etkilenmişti. Sonradan, muarızlarının ağzında sakız olan: ‘'Davâyı kucakladım, hiç arkaya bakmadan gidiyorum. Beni takip edin...'' diye bizlere büyük hedefler gösteren meşhur konuşmasını yaptı. Ben o konuşmanın tamamını Millî Hareket dergisinde yayınladım. Fakat, partinin İstanbul dışındaki teşkilâtlarından çoğu henüz eski kadronun elinde idi. Bu sebeple 1967 kongresi daha köklü adımlar atılamadan bitti. Artık yola çıkılmış, hareket klâsik particilikten, ideolojik harekete doğru yol almağa başlamıştı. Türkeş'te bizi bu yola doğru teşvik ediyordu.

Komünistler, enternasyonal birikimden yararlanarak arka arkaya kitaplar yayınlıyorlar, bilhassa üniversite gençliği içinde , fikrî üstünlük sağlamağa çalışıyorlardı. 24 sayfalık Dokuz Işık yetersizdi. Adı duyulmuş sağcı denen yazarların kitapları ise, daha önceki fikirlerin tekrarından başka bir şey değildi. Çoğu reaksiyon kitaplarıydı, komünizmi kötülüyorlardı o kadar... Biz ise yeni bir harekettik. Yani, Yahya Kemal Beyatlı'nın değimiyle, ‘'Kökü mazide olan, âti olmak ‘', Yunus Emre gibi, ‘'Yeni şeyler söylemek'' istiyorduk. İlk derli toplu kitabı, Kurt Karaca takma adıyla Doç. Fikret Eren yazdı. ‘'Milliyetçi Türkiye'' isimli bu kitap, o günün şartları içinde büyük hizmet etti. Bunu, büyüklü küçüklü kitap ve risaleler takip etmeğe başladı. Ben bu arada, Türkeş'in isteği üzerine, onun konferans ve konuşmalarını derleyerek, Türkiye'nin Meseleleri isimli kitabını yayınladım. Bu da, bizi tanımak isteyenler için, büyük bir boşluk doldurdu.

Çıkan kitaplar, dergiler sürtüşmeleri de beraberinde getiriyordu. Bu elbet sosyal bir kanundu. Aynı yere talip olanlar er veya geç kapışacaklardı. Ben bu muhtemel kapışmanın daha çok erken olduğunu düşünüyordum. Fakat sosyolojinin kanunlarını bilen biri olarak, bunun kaçınılmaz olduğunu da görüyordum. Üç Hilâlci denen bizlerin amacı partiyi, bin küsur yıllık Türk ideolojisi olan İslâmla buluşturmaktı. Anadolu Türkünün zaten bundan başka bir yolu da yoktu.Böyle inanıyorduk. Amblemi seçiş sebebimiz, savunmamız bu yüzdendi.Parti içinde böyle düşünen büyüklerimiz çoğunlukta idi ve biz onlara destek vermek için olanca gücümüzle çalışıyorduk. Bu arada komünist ve bölücülerle çatışmalar hızlanıyordu. Onlar, taştan, sopadan vazgeçmişler, işi silâha dökmüşler, ülkücüleri vurmağa başlamışlardı.

Bu kavga dövüş içinde, sloganlar da belirmeğe başlamıştı. Daha önceleri Milliyetçi Türkiye, Başbuğ Türkeş belli başlı sloganlarken, bunlara : ''Kanımız aksa da zafer İslâmın, Türklük Gurur ve şuuru, İslâm ahlâk ve fazileti'' gibi ve buna benzer sloganlar da çoğalmağa başlamıştı. Bu arada Sadi Somuncuoğlu, İbrahim Metin ve merhum Halil Özyıldız, Galip Erdem ve Dündar Taşer'in fikrî kontrolünde kaliteli bir dergi olan ‘'Devlet''i yayınlamağa başladılar. Bu dergi, benim Millî Hareket'ten sonra çıkan ve gerçekten fikrî ağırlığıyla ülkücüleri tatmin eden bir siyasî yayındı. Parti, bütün teşkilâtlarıyla 1969 ‘da Adana'da yapılacak olan kongreye, aradaki sürtüşmeleri de bünyesinde barındırarak, hem fikrî, hem de gövde gösterisi yapmak üzere hazırlanıyordu...

Önemli bir yazı: MHP'nin maddî ve manevî temelleri

Kalkınmamızın manevî temellerine dokunmak isterim. Kalkınmanın manevî temelleri Milliyetçilik, îman ve ahlâktır. Türklük gurur ve şuuru ile İslâm ahlâk ve faziletine, oy toplama endişesi ve siyaset riyakârlığının üstünde kalarak samimiyetle bağlıyız. Türklük gurur ve şuuru ile İslâm ahlâk ve fazileti,

Milletimizi meydana getiren manevî unsurların tam bir ahenk içinde birleşmesidir. Maddî kalkınmamız ancak böyle yüce bir temel üzerinde yükselirse bir mânâ ifade eder. Milliyetsiz bir yükselmenin, ahlâksız bir kalkınmanın hem imkânı yoktur, imkânı olacağı söylense bile kıymeti yoktur. Sırası gelmişken çok ehemmiyetli saydığım bir hususu işaret edeceğim. Pek az olmakla birlikte, bazı kimselerin milliyetçilikle İslâmiyeti çatıştırmak istediklerini görmekteyiz. Böyle bir tutum yanlıştır, abestir, cahilliktir, şuurlu bir şekilde yapılıyorsa ihanettir, nifaktır. Mücadele farklı, hattâ birbirine düşman mefküreler arasında olur. Halbuki Türklükle İslâmiyet, bin yıldan beri aynı mukaddes potada kaynaşmış, elle tırnak misâli ayrılması imkânsız bir hâle gelmiştir.

Türk milleti Müslüman olmakla içtimaî nizamın ve dinî hayatın en yüce değerlerini kazanmış ve Müslümanlık Türk milleti ile, emsalsiz yiğitlik ve imân aşkına sahip bir mücahit bulmuştur. Milyonlarca Türk evlâdı, ‘'Bir gül bahçesine girercesine gazâ meydanlarına koşmuş, şehadet şerbetini içmiştir.'' Türk müsün, Müslüman mısın? gibi sorular cehaletten ileri geliyorsa aptalcadır. Aksi halinde haincedir. Partinin en yetkili ve sorumlu mevkiine lâyık gördüğünüz bir insan olarak, bir kere daha, açıkça ilân ediyorum; Milliyetçiliği reddeden bir dincilik anlayışı ve İslâmiyete düşman bir milliyetçilik anlayışı bize yabancıdır, bizim dışımızdadır. Bu sakat görüşleri savunanlar bize mensup olduklarını ileri sürseler bile, bizimle bir ilgileri yoktur, bizden değildirler.

Aziz Türk milletine ve saflarımıza katılan yiğit yürekli, mücahit ruhlu kardeşlerimize istirham ediyorum, nifak zamanı değildir, birlik günüdür.Millet olarak yaşamak istiyorsak, Müslümanlığımızı da, Türklüğümüzü de korumak istiyorsak birbirimizi sevmek, aslında hiçbir mânâsı olmayan uydurma ayrılıklar peşinde çekişmemek, münafıkların sözüne kanmamak zorundayız. Türk milletini, manen ve maddeten yükseltmek, düşmanlarla çevrili bir dünyada hür ve bağımsız olarak varlığını sürdürmesini sağlamak için güçlü bir cihada davet ettiğimiz bir sırada şer kuvvetlerin oyuncağı olmamalıyız.

Görünüşe aldanmamalıyız. Unutmamalıyız ki, İslâm dünyasında fitne ve fesadı başlatan Abdullah İbn-i Sebe'nin torunları zamanımızda da yaşamakta ve bizi birbirimize düşürmeğe çalışmaktadırlar...

Alparslan TÜRKEŞ

Türk Dünyası'nda...

Bu arada Türk milliyetçilerinin değişmez ilgi alanlarından olan Dış Türkler konusunda da bazı hatıralarımı anlatmak istiyorum. Bunlar, bilinen ve artık herkesçe malûm olan devlet kurmuş olanlarınki değil, kenarda köşede kalmışlar olacaktır. Çanakkale şehidi dedemin kardeşi olan rahmetli Çanakkale gazisi Abdülkadir Çavuş, bizi çocukluğumuzda etrafına toplar, girdiği muharebeleri, asker olarak ve yürüyerek gittiği yerleri anlatırdı. 4. kolordu'da görev yaparken , Kâzım Karabekir'in doğu harekâtında, Gürcistan'ın Tiflis şehrine kadar gittiğini söyler, oranın güzelliğini anlatırken ayrı bir haz duyardı. Azeri bir Türk ailesinin daveti üzerine, çok görmek istediğim bu kente gittim. Gerçekten çok güzel bir yerdi.

Kentin merkezinde eski ahşap Türk evleri halâ dimdik ayakta duruyor, sanki eski sahiplerinin yeniden gelmelerini bekliyorlardı. Beni davet eden, kendisi mühendis olan ev sahibi, birkaç günlük sohbetimizden sonra: ‘' Seni babamla tanıştıralım, onunla bu konuları çok daha iyi konuşursunuz.'' diye ilerideki bir eve götürdü. Babası belki 70 veya daha yaşlı, oldukça yorgun biri idi. Benim Türk olduğumu öğrenince saatlerce bırakmadı. Bizim konuşmalarımızı dinleyenleri göstererek: ''

Ben bunlara yıllardan beri, bu ülkenin dışında da Türklerin olduğunu, bir gün komünizm yıkılınca hep beraber olacağımızı, büyük devletler kuracağımızı söylüyordum. Bana inanmıyorlardı. Türklerin ne kadar çok olduğunu şimdi gördüler. İlerde o büyük devletin kurulduğunu da inşallah görecekler.'' Gürcistan'da Caferi ve Sünni mezheplerine bağlı 500 binden fazla Türk yaşıyor. İki cemaatin de ayrı ayrı camileri varmış. Caferilerin camisi halen ibadete açık, diğer camiyi ise, şehrin güzelliğini bozuyor diye, yıkmışlar. Bizim laiklerin gözü aydın...

Epey bir süre önce, rahmetli Dudayev henüz hayatta iken Çeçenistan'a gitmiştim. Evinde kaldığım Çeçenler, sohbet etmem için eve yaşlı bir adamı davet ettiler. 60 yaşlarında olan bu zat (Enver Efendi) bir Ahıska Türk'ü imiş. Nefis bir Türkçe ile konuşuyordu. Beni ertesi gün evine davet etti. Çocukları ve gelinleri ile çok kalabalık bir aile idiler. Televizyonu açmışlar, Türk kanallarını seyrediyorlardı. Bize, (yanımda iki oğlum da vardı) hazırladıkları Türkistan pilâvını ikram ederken anlattı:

Daha o çocukken, Stalin tarafından, Gürcistan'ın Ahıska bölgesinden , binlerce Türk ile beraber Sibirya'ya gönderilmiş.Yolda ve orada pek çok Türk ölmüş. (Gittiğim Sibirya'da Türklerin barındığı Kütük evleri gördüm. Korkunç bir işkence.) Aradan yıllar geçmiş. Komünizm çökünce, memlekete gideceğim, diye aile olarak yola çıkmışlar. Çeçenistan'a kadar gelmişler, fakat Gürcistan bunları kabul etmemiş. Burada iki yıldır izin bekliyorlarmış. Oturdukları bu evi satın almışlar, bahçesinde sebze fidesi yetiştirip satıyorlarmış. Rusların Çeçenistan'ı ilk bastıklarında evleri savaş alanının ortasında kalmış. Enver efendi şöyle dedi:'' Evdeki üç mushaf'ı üç ayrı pencereye koydum. Bizim eve tek kurşun dahi dokunmadı.''

Ona, sizi Türkiye'ye götüreyim, dedim. Olmaz, dedi, ben MEMLEKETİME gideceğim... Komünizm yıkıldıktan çok kısa bir süre sonra, bizim Millî Hareket dergisini Bulgaristan'daki milliyetçilere el altından dağıtan bir Türk milliyetçisinin oğlu olan İbrahim'le dört arkadaş bu ülkeye gittik. Sofya'da bir aya yakın kaldık. Yıkılmaya bırakılan Sofya'nın tek camisinin yeniden imarına başlanmasına ve ilâhiyat fakültesi açılmasına şahit olduk.(Laikler buna da karalar bağlasın.) Oradan, Romanya'ya geçmek için, en az 30-40 bin Türk'ün yaşadığı Rusçuk kentine sabahleyin geldik. Romanya'dan, bizi akşam vaktinde almağa geleceklerdi. Gezmek için kent merkezine gittik. Bizim Türkçe konuştuğumuzu gören bir taksi şoförü yanımıza geldi, kendisinin de Türk olduğunu söyledi. Biz ona, şehirde cami olup olmadığını sorduk. ‘'Ben sizi götüreyim, babam da şimdi oradadır.'' dedi.

Bizi, büyük ve çok güzel, bakımlı ahşap bir camiye götürdü. Gerçekten, caminin misafir odasında, namaz vakti olmamasına rağmen, şoförün babası ve dört yaşlı adam vardı. Bize, sanki eski birer dostlarıymışız gibi sarıldılar, kahve ikram ettiler. Biri şöyle dedi: ''Biz bu camiyi 40 yıldır bekliyoruz. Komünizm yıkılır yıkılmaz hemen bir kur'an kursu açtık.(laikler duymasın) 70 tane öğrencimiz var. Müslümanlığımız bizi ayakta tuttu, Bulgarlaştıramadılar...'' İslâmiyetin, Türkleri nasıl asimile olmaktan koruduğunu, Romanya'da, Rusya'da gördüm,şahit oldum.

Moskova'nın göbeğinde, oranın en büyük futbol sahasının hemen bitişiğinde Tatar Türklerinin yaptığı bir cami var. Gene Tatar Türk'ü olan imamı ile uzun uzun sohbet ettik. Çok eski tarihlerde yapılan bir bina imiş. Biz oradayken gördük; yanına yeni ilâveler yapılıyordu. Gene Rusya'da Novosibirsk diye bir kent var.Sibirya'nın güneyinde bir ilmî araştırmalar şehri. Moskova'ya uzaklığı uçakla 5.5 saat. Orası hiçbir zaman Müslümanların hakimiyetine girmemiş. Fakat oraya, belki 300, belki 500 yıl önce sanırım ticaret amacıyla giden bir avuç Türk bir cami yapmışlar. Cuma namazı için gittiğimiz bu caminin çevresi sanki bir panayır yeri gibi idi. Namaza erkekler kadar kadınlar da katılıyordu.Caminin avlusunda, kendi kestikleri hayvanların etlerini satıyorlar, haram etten sakınmak için dinimizi en hassas şekliyle yaşamağa çalışıyorlardı. Kentin bir başka yerinde ise, eski cami artık cemaati almadığı ve orada Türkler ve diğer milletlerden Müslümanlar çoğaldığı için, bünyesinde okul ve hastane de bulunacak bir külliye inşa etmeğe başlamışlardı. Orayı da ziyaret ettik. Biz gittiğimizde, Rus kadın işçiler caminin içini sıvıyorlardı.

Bunları neden yazıyorum? Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Türk milletinin ele avuca sığmayan çocukları, bütün dünyaya yayılıyorlar. Görüyoruz spor yarışmalarındaki gösterileri.Her yerde, az veya çok bayrağı eline kapan, kardeşlerini desteklemek için koşuyor. Milletimizin esas karakteri bu, milletimiz birlik içinde büyümek, çok büyümek istiyor. Düşman işte bundan korkuyor, içte ve dışta bunun için üzerimize saldırıyor, bizi yapay ayrılıklarla birbirimize düşürmek, zayıf kalmamızı sağlamak istiyor.Türk'ü İslâmsız, İslâm'ı Türk'süz bırakmak istiyor. Bakıyorum yurt içindeki oyunlara: adam Müslümanım diyor, Türk kelimesini ağzına almaktan korkuyor, sanki tiksiniyor; bir başkası Türk'üm diyor, Müslümanım demekten nefret ediyor... Dünya tarihinin en büyük olayı Türk'ün İslâmla kucaklaşmasıdır. Bu kucaklaşma, inanıyorum ki, kıyamete kadar daha büyük bir heyecanla devam edecektir.




Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Empty
MesajKonu: Geri: ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ   ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Icon_minitimePtsi 20 Nis. 2009 - 15:43

O Gençler Hain Değildi

Seyit Ahmet Arvasi nasıl partili oldu

Ülkücü Kadro olayından sonra biz, zaten ısınamadığımız parti çalışmalarını bıraktık, kurduğumuz TÜRK GENÇLİK VAKFI kanalıyla, hem cezaevlerine doldurulan ülkücü gençlere ve dışarıda onlardan daha zor durumda olan ailelerine yardım ediyor, hem de vakıf salonunda her kesimden gence seminerler veriyorduk.Vakfa gelir sağlamak için, bir kooperatif, iki de anonim şirket kurmuştuk. Artık hemen hemen bütün zamanımızı buna ayırıyorduk. Pek çok üniversite öğrencisine burs veriyor, yurtların yakacaklarını temin ediyorduk. Sistemli olarak cezaevlerini ziyaret ederek, oradaki genç arkadaşların moralini düzeltiyor, ihtiyaçlarını gideriyorduk.

Bir kış günü, Arvasî hoca ile Eskişehir cezaevine giderken:''Hoca, dedim, çok yoruluyoruz.''

Arvasî bey: “Yorulalım Ahmet bey, dedi. Bu çocuklar Türkiye'nin istikbali.İçeride iyi yetişiyorlar.''

Biz bu çalışmaya, 1980 ihtilâline kadar kesintisiz devam ettik. Vakıf lokalinde verdiğimiz seminerlerle pek çok gencin, gözlerindeki perdeyi kaldırdık.

Bugün, halâ orada yetişenlerin gelerek veya telefonla ulaşarak beni aramalarından, her yıl Arvasî hocayı anmak için toplantılar düzenlemelerinden, o günkü emeklerimizin çok verimli geçtiğini, boşuna çabalamadığımızı anlıyorum. 1977 kongresine gitmeden bir toplantı yaptık. O sırada Arvasî bey emekli olmak için başvurmuştu. Onun haberi olmadan, (belki başaramayız diye) M.H.P. genel idare kuruluna girmesi için çalışmağa karar verdik. Herkes, gelen delegelere durumu anlattı. Ana listede olmamasına rağmen, büyük bir oyla genel idare kuruluna girdi. Biz, kongredeki emek hırsızlarından rahatsız olmuş, İstanbul'a dönmüştük. Radyo listeleri açıklarken, durumdan haberi olmayan Arvasî beyin de adını vermiş.

Bana telefon etti, kendi adına benzer bir ismin okunduğunu, bunun bir yanlışlık olabileceğini söyledi.

“Yanlışlık yok hoca, dedim, o sensin. Bizim temsilcimiz olarak, emek hırsızlarıyla sen uğraşacaksın.''

1980 ihtilâlinde, o genel idare kurulu üyeliği yüzünden başına gelmeyen kalmadı. Fakat bir kere olsun, benim başımı derde soktunuz , demedi. Mekânı cennet olsun...

O gençler hain değildi

ÜÇ HİLÂL'İN HİKÂYESİ'ni bu kadar kısa bir yazı serisi içine sığdırmak elbetteki mümkün değildir. Belki bir gün bu seri, daha genişletilerek bir kitap haline de gelebilir. Türk Tarihinin bu önemli bölümünü ve yüzyıllar ötesine etki edecek bu hareketi yazmak, içinde yaşayan ve tarafsız olması mümkün olmayan bizler için çok zordur. Kucağında en yakın arkadaşı şehit olan bir insan, vuranlara karşı nasıl tarafsız düşünebilir? Belki yıllar sonra hadiseler epey unutulduktan sonra daha tarafsız düşünmeğe gayret eden kişiler tarafından daha iyi değerlendirilebilir.Ben zaten bunun gayreti içinde olmadım, bu benim için mümkün değil.

Bu yazı serisi, otuz yılda gelişen olayların ve bilhassa milliyetçilerin yeniden aynı hatalara düşmemeleri için kısa bir tahlilden, bir uyarmadan başka bir şey değildir. Türkün, kendini ayakta tutan iki önemli gücün; Bin küsur yıllık değişmez ve değişmeyecek dünya görüşü İslâmla, Türklük idealinin bir araya gelince nasıl şahlandığını, dostlara güven, düşmanlara ve sahtekârlara korku verdiğini tecrübeyle yaşadık. ÜÇ HİLÂL bu kutlu beraberliğin işareti olarak M.H.P.nin sembolü oldu. Ondan sonra kurulan pek çok parti, bir anlam yükleyemedikleri HİLÂL'lerle politika yapmağa çalıştılar. Fakat, özenmek ve kıskanmak başka şeydir, inanmak başka.

Bir süre önce televizyonda, haberlerde gördüm. Irak'taki Türkmenler, Türkmen bayrakları yanında Üç Hilâl ve Bozkurt'lu bayraklar da taşıyorlardı.Ne orada, ne de Türkün olduğu hiçbir yerde bu konuda bir ayırım yok...

Bir konuyu buraya eklemek istiyorum: Fikir kavgalarının fiiliyata dönüşmesi gençler arasında hemen her zaman olur. Ben, hiç onaylamadığım komünist hareketlerin gençlerini çok yakından tanıdım. Bunlarla zaman zaman yakından ilgilendim, kendileriyle sohbet ettim.Bir kısmı, kendine yeni yollar çizdi. Ben bu genç neslin, hain olduğuna hiç inanmadım. Vatanı için, halkı için ölen insan, neye ihanet edecek? Ama bunların kandırıldıklarına inanıyordum. Komünizm yıkıldıktan sonra, bu sistemin uygulandığı pek çok ülkeye gittim, oraların insanlarıyla konuştum. Pek çoğu komünizmin yıkılmasından çok memnundu. Fakat, bilhassa yaşlı, maaşları yetmeyen eski komünistler: “'Sistem iyi ama , idare edenler kötüydü.'' diyorlardı. Bu hemen gittiğim her yerde söylendi. Bunlara ben:''Yahu bu kadar ülkede uygulandı, hiç iyi idareci yok muydu? diyordum.

Benim en çok kızdığım ve affedemediğim, bunları ileriye süren Türkiyeli büyükbaş komünistledir. Devamlı olarak komünizmin uygulandığı bu ülkelere, davetli olarak gider, oraları görürlerdi. İşte, benim hain dediğim bu kişilerdir. Türkiye'de binlerce genç ölürken, bunlar onların kanları üzerinden yıllarca politika yaptılar... Gene bu büyükbaşlar, halâ yeni yeni fikirler üretiyor, gene bir takım yollar tavsiye ediyorlar. İşte, Türk toplumu, bu tipleri bir ân önce bünyenin dışına atmanın çaresine bakmalı...Bu yazı serisini, gene rahmetli Türkeş'in bir yazısıyla bitirmek istedim. Onun 1969 Adana kongresinde yaptığı bitiş konuşmasının bence çok önemli bölümlerini bu sayfadaki diğer yazıda bulacaksınız. Bu konuşma, makale olarak daha sonra Millî Hareket Dergisinde yayınlanmıştır.

Üç hilalin HİKAYESİ
Hazırlayan : Ahmet B.KARABACAK



Sayfa başına dön Aşağa gitmek
BOZKURT_25
Yetkili Bozkurt
Yetkili Bozkurt



Erkek
Mesaj Sayısı Mesaj Sayısı : 583
Doğum Tarihi Doğum Tarihi : 06/08/88
Yaş Yaş : 36
Nerden Nerden : BURSA
İş-Meslek İş-Meslek : OTOMOTİV
İsim İsim : BEKİR ONBAŞI
Kayıt tarihi Kayıt tarihi : 08/02/09

ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Empty
MesajKonu: Geri: ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ   ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Icon_minitimePtsi 20 Nis. 2009 - 17:13

SAĞOLLASİN KARDEŞİM ÇOK GÜZEL PAYLAŞIM
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Empty
MesajKonu: Geri: ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ   ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ Icon_minitimePtsi 20 Nis. 2009 - 18:32

İnşallah güzel paylaşım okunur Wink Geneli okumadan yazıyo çünkü Sad
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
ÜÇ HİLALİN HİKAYESİ
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Bayrağımızdaki Hilalin Anlamı
» ÜÇ “KAN” HİKAYESİ
» ..........AŞK HİKAYESİ.........
» ÜÇ KAN HİKAYESİ...
» BİR KÖPEĞİN HİKAYESİ !...

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
UlkuGulu.Hareket-Forum.Net :: Ülkücü Hareket :: Ülkücü Hareket / Türk İslam Ülküsü-
Buraya geçin: