UlkuGulu.Hareket-Forum.Net ÜLKÜGÜLÜ | UlkuGulu.com | facebook.com/UlkuGuluyuz |
|
| KAN FIRTINASI | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Misafir Misafir
| Konu: KAN FIRTINASI Ptsi 20 Nis. 2009 - 20:24 | |
| AZERBAYCAN AZERBAYCAN
Henüz ilkokul çağlarında bir öğrenci iken millî bayramların gelmesini iple çekerdim. Ancak içimdeki yanık özlemi büyüten neden, ne bayramlık güzel elbiselerimi giyecek olmam, ne törende okuyacağım kahramanlık şiirleri ve ne de tören alanına toplanan ailelerimizin hayranlık dolu bakışları İdi...
Çocuk yüreğimi deprem gibi titreten ve içimde deli tayların coşmasına sebep olan şey, bilakis tören bitiminde başlıyordu. Resmî kutlama töreninin bitmesiyle birlikte, öğretmenlerimiz sıradan çıkmamıza izin vermeden bizleri topluca okulumuza geri götürürlerdi. Tören alanından okulumuza doğru uzayıp giden yaklaşık 300 metrelik çamurlu yolda tam bir askerî disiplin ve büyük bir ciddiyetle hançeremiz yırtılırcasma haykırdığımız "Kıbrıs bizimdir" sloganları yüreğimin taşmasına yetiyor da, artıyordu bile.
Bir de o günlerde yine topluca ve coşkuyla söylediğimiz Azerbaycan şarkısı vardı: "Yazın evvelinde, Gence çölünde..." Bu sözler beni alır, çok ötelere götürür, yanık sevdalarda kavrulur giderdim. Hayalimde yeşil bir Gence şehri inşa eder oralarda saraylar, hanlar hamamlar, lunaparklar kurar, mutluluk halkaları oluşturan çocuklarla birlikte oyunlar oynardım.
O sene ilkokul beşinci sınıfa geçmiş olduğumdan ailem tarafından ödüllendirilerek, Erzurum'a elli kilometrelik bir mesafede olan Araş Nehrinin kenarına piknik yapmaya gitmiştik. Ben bir yaş büyümenin ve karne sevincinin bile üstünde muhteşem bir duygu yoğunluğu içinde kendimi Araş'in uçsuz bucaksız kıyılarına atmıştım. Günlerdir bu vakti bekliyordum. Nihayet demirperde ötesine, Hazar Denizi havzasında esir yaşayan kardeşlerime, ahilerime, ninelerime birer mesaj gönderebilecektim. Hazırlık yapmıştım elbette.
Su üzerinde batmadan gidebilecek hafif bakalit kutulara yazılar yazmış, on yaşındaki bir çocuğun duygu selini kâğıtlara dökmüş ve güzelce su geçirmeyecek bir şekilde üzerini kaplamıştım. İşte su ile de olsa esir kardeşlerime uzanan bir bağ bulmuş ve Araş sularının Sovyet sınırına doğru kıvrılıp giderek gözden kaybolan zerre damlasını kaçırmadan, Pasin ovasının bu ihtişamlı atmosferini yudum yudum içerek yaşıyordum. Ne büyük bir tabloydu ya Rabbim...
"Kür, Araş coştukça, Volga, Tuna taştıkça" bizim şarkımız olmuş, nağmeleri Hazar kıyılarında yankılanıyordu. Yıllar sonra Azerbaycan'da yalçın bir kayanın başında, elimde Kaleşnikov, yanımda Bozkurtlar, Kür Nehri'nin nazlı nazlı süzülüşünü seyrederken, çocukluk günlerimde Araş Nehri'ni posta yolu yapıp kardeşlerime gönderdiğim duygu yüklü mektuplardan belki de daha önce bu kutsal topraklara varışımın keyfini çıkarıyordum...
1992 yılında Can Azerbaycan'da musluklardan su yerine kan akıyordu âdeta, Haçlı orduları bu kez bu odlar yurdunu, acılar diyarını hedef tahtasına koymuşlar, bir katliam fırtınası ülkenin dört yanını sarmıştı. O soğuk kış gecesi İstanbul'da, sıcak evimin rahat koltuklarında uzanmış televizyonda haberleri izlerken bir anda kanımın donduğunu hissettim. Azebaycan'da Hocalı bölgesinde Rus-Ermeni güçleri bir köyün, kadın ve çocuklardan oluşan halkını tamamen yok etmişlerdi. Görüntüler çok vahimdi, bebeklerin vücutlarında koca koca roketlerle açılan yaralar vardı. Birkaç arkadaşımla görüşerek Kafkaslar'a hareket etme kararı aldık. Hazırlık devresi de bitmişti.
Başbuğ'u haberdar edip gerekli talimatları aldıktan sonra, yol parası için 'Şahin' marka arabamı satıp, biraz malzeme tedarik ederek yüreğimizi cebimize, kellemizi de koltuklarımızın altına alarak, her yanında "Kan Fırtınası" esen alev topraklarına doğru yola çıktık... Bu arada binlerce ülkücünün ölüm tarlasına dönen Azerbaycan'a gitmek için bir araya geldiği ve kardeşlerine yardım amacıyla Ocaklarda toplandığı haberi Türkiye'de gündemi oluştururken, ülkemizi yöneten statükocu siyaset »damlan bu beklemedikleri gelişme karşısında şaşkına dönmüşlerdi.
Başbakan Süleyman Demirel'in bu gönül seferberliğinin yolunu kesmek için ne dalavereler çevirdiğini bilmeyen yoktu. Çeşitli oyalama ve boyalama faaliyetleriyle hem katliam haberleriyle infial hâlinde olan içerdeki seçmene hem de uluslararası kamuoyuna şirin görünmek uğruna girmediği kılık kalmamıştı. Demirel yeni bir manevra daha yaparak, gönüllüleri bir şekilde uçak tahsis ederek Bakü'ye İndireceği vaadiyle oyalıyordu.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen teşkilâtımızın güçlü kolları Kafkaslar'a kadar uzandı ve iki seneye yakın bir zaman o kutsal topraklarda faaliyet gösterdik. "Zulüm asla payidar Olmaz" ilkesinin komandoları bu kez de Azerbaycan'da adaletin kılıcı olmuşlardı. Bu kitap, öldürme isteği ve isteriği ile değil, yaşatma hem de kendi ruh damarlarından kan vererek canlandırma gayesi ile Kafkaslar'a koşan bir fedaî neslinin ibretli öyküsüdür. Burada en mühim mesele de, Azerbaycan'a giderken, savaşın kaderini değiştirmek veya Ermenileri buharlaştırmak gibi bir iddia ile değil, sadece kardeşlerimizin acısına ortak olmak, onlarla beraber ağlayıp onlarla birlikte gülmek amacıyla oralara gitmiş olmamızdı...
Türkiye'den Azerbaycan'a gelerek kılıç gibi savaşan Ülkücü kardeşlerimizi ve onlara yürekleriyle destek olanları yüce bir sevgi ve engin bir muhabbetle anıyoruz.
Turan ordusunun bu gönül savaşçılarına ve onların izinden giden genç akıncılara da selâm olsun...
Yusuf Ziya ARPACIK Kan Fırtınası (S. 11-14) |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: KAN FIRTINASI Ptsi 20 Nis. 2009 - 20:28 | |
| HOCALI KIRGINI
26 Şubat 1992... Günlerden Çarşamba, gece yarısı... Azerbaycan; Dağlık Karabağ'ın Hocalı kenti... Sözün bittiği yer...
Bağrından nice ünlü ilim adamları ve nice büyük sanatkârları çıkaran, İlisu ve Hocalı çaylarının buluştuğu mukaddes topraklar üzerinde kurulmuş olan bu tarihî kent, çok şiddetli bir kış yaşıyordu. Her zaman olduğu gibi, o akşam da insanlar erkenden evlerine çekilmiş, doğalgaz hatları çalışmadığı için ile kendi çabalarıyla ısınmaya çalışıyorlardı.
Çıplak ayaklı çocukların dondurucu soğuğa aldırmadan kartopu oynadığı sokaklar, son günlerde hava kararmadan terkedilir olmuştu. Caddeler ıssızdı. Ortalıkta sinsice dolaşan ağir bir kan kokusu vardı. Toprak ve kerpiçten yapılmış olan binalar sanki bu görünmez tehlikeden korunmak için birbirine yaslanarak kuvvet Alıyordu.
Meçhul bir saldırıyı beklerken damlarındaki kar yığınlarının altında ezilerek küçülen evler bile bu tedirginliğin derin izlerini taşırken, tehlikeyi koklayan hayvanların, hatta lokak köpeklerinin bile sesi çıkmaz olmuştu. Ortalıkta çıt yoktu... Yöneticiler ise gaflet içerisinde, ağır bir siyasî sarhoşluğun kucağında, yarı baygındı...
Dolunay olduğundan her taraf aydınlıktı. Kar beyazlığına vuran ayın şavkı, âdeta geceyi gündüze çevirmişti. Evlerin pencerelerinden görünen solgun ışıklar birer birer kaarirken, Hocalı halkı da derin bir uykunun kollarına bırakıyordu kendisini.
Evlerin birinden bir çocuk ağlaması işitildi. Peşinden sönük bir ninni döküldü sokaklara:
-Benim yavrum uyuyacak -Uyuyup da büyüyecek -Mekteplere gidecek -Yeke adam olacak... -Eee... Eeee bebeğim eeee...
Hazangül, kardeşinin ağlaması ve annesinin de küçük yavruyu tekrar uyutmak için ninni söylemesi üzerine uyandı, zaten zorlukla uyumuştu... Sekiz yaşındaki Hazangül bu akşam bir başka tedirgindi. Kalın yorganı üzerinden atarak ayağa kalktı. Üşümek pahasına ila olsa küçük bedeni, bu ağır yükten kurtulmak isterken, önleyemediği bir duygu yoğunluğu içerisinde, aynı odayı paylaştığı babasının yere serilmiş yatağına doğru yöneldi.
Sadece iki metre uzağında olan sevgili babacığını nedense çok (izlemişti.
Babası uyanıktı...
Yanma sokulduğunda ise baba Tevekkül Emirov, kızını şefkatle kollarına aldı. Tevekkül, hem yavrusuna hem de küçük kızın kucağında sımsıkı tuttuğu oyuncak bebeğe dikkatle baktı. Kızının simsiyah sırma saçları neredeyse bütün yastığı kaplamıştı. Yüzü ay gibi parlak, yanakları al aldı... Yaşından daha büyük gösteriyordu. Karanlığın ışığında yetişkin bir genç kız gibi görünüyordu. Uyku mahmuru kara gözleri yarı kapalıydı...
Uzun kirpikleri ok gibiydi. Tevekkül, parmaklarını tarak gibi yaparak Hazangül'ün saçlarını düzeltti. Kızını okşadı, okşadı... Ata can, bebeğimin ayakları üşümesin. O da bizimle yatsın. beli yavrum, onun da üstünü ört. Haydi menim nazlı kızım, uyuyalım... Hazangül, babasının yanağına sıcak bir buse kondururken, una iyice sokuldu. Annesi küçük kardeşini uyutmak için ninni söylüyor; Hazangül de bu fırsattan istifade ederek babasını kokluyor, kokluyordu...
Attı, magazinden mene ne alacaksan?..
Ay inenim geşenk gizim!.. Her ne isteyirsen onu alaram...
Biraz sonra Hazangül'ün küçük kardeşi uyumuş ve annesi de ayağa kalkarak perdeyi biraz aralamıştı ki; o anda gözleri kör edecek kadar dehşetli bir ışık doldu içeri. Peşinden müthiş bir ses... Sonra her şey karardı... Kıyameti andıran bu dehşet anında yerin derinliklerinden yukarı doğru bir sarsıntı başladı. Sanki toprak kaynıyordu... Aftır ve keskin bir barut ve peşinden de derin bir yanık kokusu yayıldı... Baba-kızın bu uzun kış gecesi yaptıkları bal muhabbet, şiddetli bir patlamayla sona ererken, ışık ve ses terkibine odada bulunan bütün eşya da müdahil olmuştu.
Müthiş bir ses, bir ses daha...
Peş peşe patlayan ağır top mermileri ortalığı cehenneme çevirmişti. Hazangül'ün kulakları duymuyor, gözleri hiçbir şey görmüyordu. Babası onu göğsüne yapıştırmış, tavandan dökülen taş-toprak parçalarmdan korumaya çalışıyordu. Bir müddet sonra, kırılan camlardan içeriye dolan soğuk rüzgârın etkisiyle Hasangül ürperdi ve biraz toparlandı. Keşke kendine gelmez olsaydı da bundan sonra göreceklerini, görmeseydi. Titriyordu... Diğer çocuklarını iki eliyle kucaklamaya çalışan annesi ise bir yandan feryat ediyor ve acı içerisinde inliyordu. Anlaşılan yaralanmıştı...
Kısa bir süre sonra kendilerini kent mezarlığının duvarının dibinde buldular. Şehre bir akbaba sürüsü gibi giren Ermeniler, ilk saldırı sonrası sağ kalabilen kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan sivilleri, kabristanın yanındaki meydana toplamışlardı. Hazangül dünyaya gözlerini açtığında babası ona bu ismi verirken acaba ilerde olacakları görmüş müydü? Elbette bilinmez... Fakat gerçek bir hazan yaşanan Hocalı Meydanı'nda sekiz yaşındaki Hazangül, Adem Peygamberle başlayan insanlık tarihinin en olmazlarını görüyordu.
Ermeniler, kent meydanını bir mezbahaya çevirmiş, kan içmeye bir türlü doymazken, şehrin her yanına ölüm yağıyor, sağ kalanlar ise ölümü hasretle aratacak ağır bir zulüm altında inliyordu. Babası, Hazangül'e öyle sarılmıştı ki; kent meydanına gelene kadar onları ayıramadılar. Annesi ve diğer kardeşlerini onlardan koparmışlardı. Daha sonra kafasına demirle vurarak kollarını gevşettikleri Tevekkül Emirov'un el ve ayaklarını kablo ile bağlayıp üstüne de benzin dökerek, ateşe verdiler. O ise alevler içinde yanarken kızına doğru hamle yapmak istedi:
-Yavruuum...
Sonra alev yumağı içinde kaybolurken son defa yanık ve kesik bir feryat daha yükseldi:
-Ay Allah, yandım...
Babası meşale gibi yanarken Hazangül ona doğru atıldı. Serçe kadar küçük bedeni bu acıya daha fazla dayanamadı ve babasına koşarken düştü, bayıldı. Hazangül saatler sonra kente girenler tarafından yattığı yerde bulunarak hastaneye kaldırıldı. Sımsıkı tuttuğu bebeği ise hâlâ kucağındaydı. Pirşağı'da Entike ninesinin himayesinde dört yetim çocuk bir beraber büyüyen Hazangül'ün kulaklarında babasının aftzından dökülen o ses hep yankılandı, durdu:
Ay Allah, yandım...
Aynı meydan ve aynı an... Elleri bir ağaca arkadan bağlanan hamile bir kadının başına dikilmiş olan iki Ermeni yazı tura atmaya başladılar. Atalarından miras kalan bir kumar oynayacaklardı. Bu dehşet kumarı onlar için bir çeşit ibadetti. Ermeniler, tarih boyunca birçok yerde olduğu gibi Hocalı'da da bu oyunu sahneye koymak için acele ediyorlardı. Karnı burnunda olan kadının doğumu oldukça yakın görünüyordu. O ise, feryat bile etmiyor, sadece boş gözlerle yerlere bakarken, bir hazan yaprağı gibi titriyordu.
Güzel yüzünü süsleyen inci dişlerinin kenarından süzülen kan boynuna doğru ilerledi. Daha önce oldukça hırpalanmış olduğu anlaşılıyordu. Elbiseleri yırtık, ayakları çıplaktı... Ermenilerin uzun boylu olanı elindeki AK-47 model Rus yapımı otomatik tüfeğinin namlusuna monte edilen seyyar kasaturayı çıkartırken, diğeri elindeki demir parayı havaya attı:
-Akçik, manç?.. (Kız mı, oğlan mı?)
•Akçik... (Kız)
Bu cevap üzerine 'oğlan' diyerek bahse giren Ermeni, elindeki kasatura ile hamile kadının karnını bir hamlede yarıp çocuğu çıkarttı. Bu işi daha önce defalarca yaptığı her hâlinden belli oluyordu. Tecrübeliydi...
Genç annenin dizleri oynadı ve başı yana düştü. Sesi çıkmamıştı...
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: KAN FIRTINASI Ptsi 20 Nis. 2009 - 20:37 | |
| Her iki Ermeni, bebeğin cinsiyetini inceliyordu ki; nihayet uzun boylu olanı kanlı gözlerini üzüntüyle kırparak konuştu:
-Tun şahetsar, ınger... (Sen kazandın, yoldaş)
-Yes şahetsapayts ays bubrikı inç bes bidigişdana... (Ben kazandım ama bu bebek nasıl beslenecek?)
-Mayrigı bedge gişdatsine. (Annesi besleyecek elbette)
Bunun üzerine daha kısa boylu olan Ermeni, bir hamlede kasaturaya geçirdiği bebeği annesinin göğsüne yapıştırdı:
-Mayrig yerahayin zizdur. (Çocuğa meme ver)
Bütün bu olmazların olduğu dakikalarda Hocalı meydanının diğer tarafında tek kale bir futbol maçı hazırlığı vardı. Oyuncular oldukça iddialı ve bir o kadar da istekliydiler. İki kesik kadın başını kale direği yapmışlar ve bu arada bir top urayışına girmişlerdi. Başı tıraşlı bir çocuk bulup getirdiklerinde ise Ermeni çeteci sevinçle bağırdı:
-Asixn ma/, çimi yev bızdıge, aveg gındırnadabidi. Gıdıresek... (Bu hem saçsız hem de küçük, iyi yuvarlanır. Kopartın...)
Aynı anda çocuğun gövdesi bir tarafa, başı da orta yere düşmüştü...Ermeniler zafer naraları atarak, kanlı postalları ile kesik çocuk başına vuruyor, vuruyorlardı...Ve dünya, dönmeye devam ediyordu... Bu acıya yer ve gök nasıl dayandı!.. Canlı-cansız varlıklar niye hareketlenmedi acaba!.. Yıldızlar birbirine çarpıp dünyanın başına niye yağmadı!.. Hızarla kollar, ayaklar kesilirken, güneş niye parçalanmadı!.. İnsanlar teneke gibi katlanırken, gökkubbe niye dürülmedi!..
Bebek, boyu kadar bıçakla annesinin memesine şişlenmişken, dağlar niye yürümedi!.. Yavrular kazanlara atılırken, denizler niye kaynamadık. Hazangül karlar üstünde bebeği ile uzanmışken, ay niye sönmedi!.. Bir kasırga çıkıp da yeryüzündeki bütün binaları niye temelinden söküp de göklere savurmadı!.. Hani özlem ve hasretle beklenen o kutlu gün niye gelmedi!.. Kıyamet!..
Hayır, canlı, cansız eşya ve bütün mahlukat, yerküre tarihinin bu ağır imtihanında sınıfta kalmıştı... Ermenilerin elinden kurtulanlar, saatler sonra çevre köylere ulaştığında ise kötü haber duyulmuş oluyordu. Ajanslar, "Katliam Tarihi"rim en kara haberini bütün dünyaya hızla geçerken, arşı titreten ağır bir vahşet yaşanan Hocalı halkından geri kalanlar ise çaresizlik içinde kıvranıyordu.
Türkiye'de büyük bir dehşet uyandıran katliama ilişkin ilk görüntüler ise TRT aracılığı ile duyurulmuştu. Bütün olanları batılı gazeteciler, özellikle de New York Times belgeledi ve Ermeni vahşeti böylece gün yüzüne çıkmış oldu. Ancak batılı devletler her zaman olduğu gibi bu vahşeti de görmezden gelecekti. 26 Şubat'ın ilk dakikalarında harekete geçen ağır zırhlıların palett sesleri ve boğuk motor gürültüleri ile 'yandım, yandım' yandım birbirine karışmış ve ortalık âdeta cehenneme dönmüştü.
O meşum gece yarısı, güçlü silahlarla donatılmış Ermenistan silahlı kuvvetleri ile Hankendi'nde konuşlanmış bulunan Albay Zarvigarov komutasındaki 366'ncı Rus Motorize Alayı, Hocalı'ya saldırarak tarihin en vahşî katliamlarından birini yaptılar. Oldukça önemli bir coğrafik yapıya ve stratejik bir konuma tahlp olan Hocalı'yı, "Ermeni Kuldur Desteleri" 10 Eylül 1991 Urlhinden 25 Şubat 1992 tarihine kadar geçen 5 aylık süre İçinde zaten çok ağır bir kuşatma altında tutmuşlardı.
26 Şubat gecesi Rus motorize alayının tanklarından açılan lop ve roket saldırıları ile Hocalı Havaalanı kullanılamaz hâle getirilerek kentin dış dünya ile ilişkisi de tamamen kesildi. Şehri savunan askerlerin son kurşunlarına kadar vuruşarak kahramanca şehit olmasından sonra savunmasız kalan kente giren Rus destekli Ermeni askerleri, çocuk, yaşlı, kadın, bebek demeden birçok insanımızı vahşîce katlettiler. Sağ kalanların bazıları ara sokaklardan kaçarak kent dışına çıkmış ancak burada da başka bir tehlike ile boğuşarak komşu köylere ulaşmışlardı.
Sona Eliyeva isminde bir Hocalı sakini, kız kardeşi ve onun çocukları ile beraber 12 gün boyunca aç-SUSUZ, yalnız kar yiyerek, gündüzleri ormanlık arazide gizlenip, geceleri yürüyerek Ağdam'ın Karahacı Kabristanı civarına gelip çıkmışlardı. Onları bulan Millî Ordu'nun askerleri derhal tıbbi müdahale yaparak donmaktan kurtarmıştı. Ermenilerin işgal ettikleri Hocalı'da dehşet verici olaylar yaşandı. Canlı canlı insanların kafataslarını yüzdüler, sağ olarak ele geçirdiklerini ise sistematik bir işkenceye ve tıbbî deneylere tâbi tutarak, insanlık dışı muamelelere maruz bıraktılar Hızar ve testereler ile diri diri insanların kol ve bacaklarını kestiler.
Genç kızların önce saçlarını, sonra da kafa derilerini yüzdüler. Babanın gözü önünde evladını, evladın gözü önünde babayı kurşunlara dizdiler. Kesik kafaları sepetlere doldurdular. Bir soykırım tarihi daha Rus desteğindeki Ermeniler tarafından kan ve kin kusan namlularla yeniden yazılıyordu. Bu saldırı, Ermeniler'in Azerbaycan'da Türkler'e karşı yaptıkları ilk katliam değildir. 1905 ve 1920 yılları arasında Azerbaycan'ın Baku, Şamahı, Küba, Gence ve Karabağ bölgelerinde yine Rus askerlerinin yoğun desteği ile büyük katliamlar yaparak binlerce insanımızın acılar içinde hayatını kaybetmesine sebep oldular.
Dünya savaşından sonra Doğu Anadolu'da; Erzurum, Kars, Bitlis illerinde oynadıkları kirli oyunu, yıllar sonra bu kez Türk toprağı Karabağ'da sahneye koymuşlardı. Bugün bile Anadolu'nun dört bir yanında, sömürgeci ülkelerin desteğindeki Ermeniler'in yaptığı soykırıma uğrayan Türkler'in toplu mezarları ortaya çıkmaktadır. Birinci Dünya savaşında Anadolu'da silahlanarak ve Rus birlikleri tarafına geçip bizi arkadan vurarak büyük katliamlar yapan Ermeniler, şimdi de Azerbaycan'da silahbaşı yapmışlardı...
"Neden böyle bir Türk düşmanlığı ve neden böylesine vahşî katliamlar?" sorusu kafalara takılırken, cevap yine o şer ülkesinden geliyordu. Ermenistan'daki okul duvarlarında asılan haritalarda Türkiye'nin 12 ili yer almaktayken, Ermenistan'ın bayrağında Türkiye hudutları içindeki Ağrı Dağı'nın resmi varken, Ermenistan Millî Marşı'nda "Topraklarımız işgal altında, bu toprakları azat etmek için ölün, öldürün" denmekteyken, başkaca bir neden aramaya zaten gerekk yoktur. Hesap ortada...
Tarihte sivil Türkler'i arkadan vurarak ün yapan ve bugün hala kin, nefret duygulan saçmaya devam eden ve de "Soykırım" iddialarıyla dünya kamuoyunu bulandırmaya pulmanların marifeti, Hocah'nın kanlı tarihinin ölüm yapraklarında saklıdır. Dağlık Karabağ Bölgesi'nde bulunan Hocalı'ya, eski Sovyet İttıfaki Silahlı Kuvvetleri'ne ait 366. Alay'ın desteği ile Ermeni Sılahlı Kuvvetleri tarafından düzenlenen saldırılar sonucu 613 Azerbaycan Türk'ünün hayatını kaybettiği resmî olarak açıklandı.
Ancak kayıp sayısının bu rakamların çok çok üstünde olduğu bilinmektedir. Kayıtlı olarak; bu yoğun saldırılar sirasında 613 kişi hayatını kaybetti. Bunların 106'sı kadın, 83'ü de çocuklardan oluşuyordu. Ayrıca 56 kişi de, hamile kadının karnının yarılması ve küçük çocuğun başının kopartılması gibi ve benzeri hususî işkencelerle katledildi... Bu alçak saldırıda 487 kişi ağır yaralanırken, 1275 kişi ise rehin alınmış, geri kalan nüfus da bin bir zorlukla canını kurtarmış ancak bu olayın tahribatından ruhları ve hafızaları asla bir daha kurtulamamıştır.
Şahitlerin anlattıklarını dinleyenler önce kulaklarına İnanamadı. Fakat katliam sonrası Hocalı'ya girdiklerinde ise, görgü tanıklarının abartmadığını kısa sürede anladılar. Hocalı'da katliam bölgesini gezen Fransız gazeteci Jean-Yves Junet'nin gördükleri karşısında söyledikleri, katliamın hoyutunu da anlatıyordu: Pek çok savaş hikâyesi dinledim. Faşistlerin zulmünü işittim, ama Bebekleri, masum insanları öldüren Ermeniler onlardan da herkesten de çok çok daha beter, diyordu Fransız gazeteci. Sözde soykırım iddialarıyla ortaya dökülenlerin işlediği bu katliam, tarihe kara bir leke olarak geçti.
Peki 26 Şubat gecesi harekete geçen bu çakal sürüsüne kim emir vermişti? Bu vahşet emrini veren yavuz-hırsız, bütün dünyayı "Ermeni Soykırımı" yalanıyla boyalamaya çalışan ve şu anda Krmenistan Devlet Başkanı sıfatını taşıyan Robert Koçaryan denilen kirli katilden başkası değildir. Yaptığı terör faaliyetlerinin oranı nispetinde terfi eden Taşnaksutyun örgütü liderlerinden Robert Koçaryan, 20 Mart 1996'da Krmenistan Başbakanı oldu. Karabağ'da barış istediği için aşırı milliyetçilerin tepkisine daha fazla direnemeyen Levon Ter-Petrosyan istifa edince de 30 Mart 1998 yılında ondan boşalan Devlet Başkanlığı koltuğuna, 'Hocalı Katliamı' başsorumlusu olan azılı terörist Robert Koçaryan oturdu.
Dağlık Karabağ'ın en gözde şehri Hankendi'nde dünyaya gelen Koçaryan hâlen Azerbaycan vatandaşıdır.
Yusuf Ziya ARPACIK Kan Fırtınası (S. 21-32)
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: KAN FIRTINASI Ptsi 20 Nis. 2009 - 20:39 | |
| ATEŞ YOLLARINDA
Tek biletli yolculuğum Yeşilköy'de başlamış ve uçağımız Istanbul semalarını gerilerde bırakırken elimdeki "Rusça Öğreniyorum" kitabına dalıp gitmiştim. Gideceğim ülkede görev yaparken ihtiyaç duyacağım bu lisanı, en azından günlük konuşma seviyesinde öğrenmek istiyordum. Bulutların üzerinde süzülürken, ders çalışmak bana ayrı bir zevk vermişti. Nihayet biraz yorulduğumu hissedince kolumdaki saate bir göz attım. Yolculuğun sonuna yaklaşmıştık.
-Acaba Gürcistan üzerinde miyiz?
Kahve servisi yapan güleryüzlü THY hostesi, yol arkadaşımınin sorusuna şefkatle cevap verdi:
-Efendim, şu an Azerbaycan hava sahasına girmiş bulunuyoruz.
Orta sayfalarına kadar geldiğim kitabı kapatarak, koltuk arkisındaki cebe yavaşça yerleştirdim. Uçakta boş yer yoktu. 30 Eylül 1991'de bağımsızlığını ilan eden ve emekleyen bir bebek devlet konumunda olan Azerbaycan'a seyahat eden bu İnsanları oldukça merak ediyordum.
Yolculara bir göz attım. Herkes ayrı bir gaye ile aynı hedefe doğru hızla yol alıyordu. Kimi cebine yüz dolar koymuş ve süslü elbiseler giyerek kuşanmış, işadamı edasıyla oraları çarpmaya gidiyor, kimi şarap ve rakı tüketimi için soydaşlarına yardım amacıyla, kimi de cinsel bereket tarlası olarak gördükleri sahada pratik yapabilmek gayesi ile yola çıkmışlardı. Düşmanlarının kanlı saldırıları yetmiyormuş gibi, bir de öz ağabeylerinden 'örtülü darbe' yemeye hazırlanan Azerbaycan Türkleri, bu sosyal mikroplar karşısında nasıl direneceklerdi acaba?..
Şüphesiz bütün bu kirli amaçlar dışında odlar yurduna giden iyi niyetli işadamları da vardı, ne yazık ki; iki seneye yakın bir zaman oralarda kalan ben, bunlardan bir tanesini bile görme imkânı bulamamıştım. Sanki kalbimi okuyordu...
Yanımdaki koltukta oturan Ülkü Ocakları Genel Başkanı İrfan Özcan aldığı ağır sorumluluk duygusunun izlerini taşıyan bir yüz ifadesi ile ağır ağır konuşmaya başladı. Endişeli fakat kendisinden oldukça emindi:
-Tarihî bir görev için buradayız. Kardeşlerimizin acısını paylaşırken diğer yandan sapla samanı ayırmak da bize kaldı. Bu yolcuların içerisinde bulunan ve kirli düşüncelerle Azerbaycan'a giden fırıldakları ayıklayacak bir sistemi de bizim kurmamız gerekir. Anlaşılan işimiz çok zor olacak...
Uçağımız alçalıyordu...
Başkanın Azerbaycan'la ilgili çok isabetli sosyolojik tespitleri ile ilmî bir muhteva kazanan duygu yüklü konuşması hostesin anonsuyla kesildi:
-Sayın yolcularımız, birkaç dakika sonra Baku Bine Havalimanı'na inmiş olacağız. Lütfen kemerlerinizin bağlı, masalarınızın kapalı ve koltuklarınızın dik durumda olduğunu tekrar kontrol ediniz.
Dışarıya baktım... Hazar kıyılarından başlayan Baku, nazlı bir kısrak gibi kıvrılarak uzayıp gidiyordu.
Yüreğim titredi...
Uçağımız alçaldıkça geniş caddeler ve büyük binalar daha bir berrak olarak seçilmeye başlarken, bu şehrin bütün güzelliği de bütün ihtişamıyla ortaya çıkıyordu. İşte şimdi, dipsiz rüyalarımın, çocukluk hayallerimin ulaşılma/ kentine kavuşmuştum.
Baku... Hasretin bir başka adı...
Uçağın penceresinden dünyanın bu en gizemli kentini seyrederken Hazar Denizi üzerinde bulunan petrol kuyularının çokluğu karşısında hayrete düşüyordum. İniş takımları büyük bir gürültü ile açılan uçak, az sonra sarsılarak piste inmişti. Biz sabırsız bir şekilde hareketlenirken, kabin görevlisi yeniden anons etmeye başladı:
-Sayın yolcularımız, kemer ikaz ışıkları sönmeden, kemerlerinizi cıkarmayınız ve yerinizden kalkmayınız. Yolculuğunuzun iyi gectiğini umar, sizinle tekrar görüşmeyi ümit ederiz.
Bu tanıdık sözler bizi fazla etkilememiş ve bir hamlede ön kapıya varmıştık bile. Bekleyecek hâlimiz yoktu...
Kapının yavaşça açılması ile beraber, "Bir vatandan, bir vatana hoşgeldiniz" dercesine içeriye dolan ılık bir rüzgâr, hasret ve sevda kokuları ile bizi sarmalıyordu. Bu sıcak teması iliklerime kadar hissederek ilerledim.
Uçağın merdivenlerinde bekleyen arkadaşlarımızla selâmlasiyoruz. Azerbaycan Halk Cephesi İcra Komitesi'nden Natık AliSker, Rovşen Ağaoğlu, Atilla Kaya ve birkaç kişi daha karşılamaya gelmişler.
VIP bekleme salonuna yürüyerek giderken, Rus askerî kıyafetleri içerisindeki görevlileri şaşkınlıkla izliyordum. Âzerbaycan'ın yüreğine çöreklenip, sivri pençelerini geçirmiş olan ve sökülüp atılması da epeyce zaman alacağa benzeyen, kızıl rengin rakipsiz ve ezici bir hâkimiyeti hemen her yerde göze çarpıyordu.
Azerbaycan'da meydana gelen ve yüzyılın en büyük katliamı olan 'Hocah Kırgını' sonrasında, kardeşlerimize yardım amacıyla bu ülkeye gelmiştik. Bizi bu topraklara getiren ve insanlık tarihi üzerinde katran karası gibi duran bu vahim olayın üzerinden ancak birkaç ay geçmişti.
Yusuf Ziya ARPACIK Kan Fırtınası (S. 17-20)
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: KAN FIRTINASI Ptsi 20 Nis. 2009 - 20:41 | |
| AHC GENEL MERKEZİ
Bakü Bine Havalimanı VIP salonunda birer kahve içtikten sonra Inturist Oteli'ne gelerek bize ayrılan 14. mertebeye (kat) yerlestik, Beş yıldızlı olan bu seçkin otelin bir katı tamamen bize ayrilmıştı. Ellerimi yıkamak için banyoya yöneldiğim sirada bir hayal kırıklığı yaşayacaktım. Sular kesikti...
Azerbaycan'ın en ünlü oteli olan İnturist'te suların ancak günde yarım saat aktığını öğrendiğimde ise hayret içinde kalmıştım. Azerbaycan Halk Cephesi'nin genç önderleriyle biraz muhabbet ettikten sonra karargâha doğru yola çıktık Gideceğimiz yer yakındı. Otelin asansöründen indiğimizde kapıda birtakım yabancı üniformalı askerler görünce de hangi ülkeden geldiklerini sordum. Kim olduklarını oldukça merak etmiştim. Mükemmel ve açık bir ifadeyle Pakistan Silahlı Kuvvetleri'nden olduklarını söylediler. Kardeş Pakistan, var olduğu günden beri tarihin her döneminde, Türkler'in yanında yer almıştır. İşte bu soylu desteğin en çarpıcı olanlarından biri şimdi Azerbaycan'da tecelli ediyordu.
Pakistanlı ekibin komutanı olduğu anlaşılan ve adının Abdurrahman olduğunu öğrendiğim Albay ile kısa bir sohbet yapmış ve arkadaşlarıma da bu konuşmayı tercüme etmiştim. Bunun üzerine Azerbaycanlılardan birisi, Karabağ'da Çeçen ler'in de olduğunu söyledi. Hatta Şamil isminde büyük bir 'Çeçen Savaşçı'dan da büyük bir takdirle söz ediyordu. Çeçen Cumhurbaşkanı Dudayev, pervasız ve korkusuz bir tavırla hatta Ruslar'a rağmen, savaşçılarını Azerbaycan'a yardıma yollamıştı.
Daha sonra da Karabağ'da, Afganistan'dan yardıma gelen Özbek kardeşlerimizin de savaşa çok olumlu katkıları olacaktı Karşı tarafta Ermeni adına savaşan asıl kuvvetler, Sovyet artığı Rus askerleriydi. Rus döğüş taktiklerini yıllarca onlara kan kusturarak bütün dünyaya gösteren Afganistanlı savaşçılar, bu hünerlerini sergilemek için Karabağ'a geldiler ve vuruştular. Yine Ruslar'a ve onların gayri meşru çocukları olan Ermeniler'e kan kusturdular.
Otelin resepsiyonunda rastladığımız Pakistanlı askerlerin orada bırakıp uzaklaşıyoruz. Azerbaycan Halk Cephesi Karargâhı, otelimize 200 metre kadar uzaklıkta. Nihayet bir İükak döndükten sonra 'Sahil Bağı'na. çıkmıştık. Türkiye Büyükelçiliği'nin karşısında muhteşem bir bina AHC'nin Genel Merkezi olarak kullanılıyordu. Müthiş heyecanlıydım. Baku sokaklarında yürürken yüreğim kıpır kıpır Olmuş, bu dünyadan kopmuştum. Bakü'de Kızıl Ordu'nun ikıttığı Türk kanının değmediği zerre bir toprak parçası olmadığını düşünerek, yerlere büyük bir itinayla basıyorum, Tarihe takılmıştım...
27 Nisan 1920 Salı günü Azerbaycan'ın kara ve kanlı tarihine acı bir sayfa daha ekleniyordu... Kızıl Ordu tanklarının paletleri gürültüyle geçtikleri Baku sokaklarını kirletirken, 28 Mayıs 1917'de Mehmet Emin Resulzade ve arkadaşları tarafından kurulan Azerbaycan Cumhuriyeti de yıkılarak, bu çile yurdu da Sovyetler'in hâkimiyet sahasına giriyordu.
Ruslar'ın en vahşî askerî birliklerinden oluşan 11. Kızıl Ordu'nun işgali sonucu Azerbaycan Cumhuriyeti'nin yıkılması ve askerlerin büyük katliamlar yapması neticesinde ülkede kaçkınlar denilen çok önemli bir muhacirler kitlesi IBeydana gelmişti. Gözü dönmüş komünistlerin saldırısından kurtulamayan binlerce Türk aydını vahşîce katledildi veya Sibirya'ya hatta daha da ötesine, Moskova'nın 9.000 kilometre doğusunda bulunan Çukotka'ya sürüldü.
İşte bu darbeden nasibini alan büyük dava adamı Resulzade daha önce de Çarlık yönetimine karşı gizli bir dernek kurmuş Ve takibata uğrayınca da yine Türkiye'ye kaçmıştı. Mehmet imin Resulzade 1906'da ihtilâlci gençliğin lideri durumundaydı ve İran inkılabında da bizzat savaşmıştı. İran meşrûtiyet hareketinin gelişmesi üzerine 1908'de Güney Azerbaycan'a geçerek Tebriz'de hareketin önderi Settar Han'la birlikte çalışmıştı.
Daha sonra, Tahran'da İranı Nev gazetesini kurdu. 19İC yılında İran Demokrat Partisi'nin kurucuları arasında yer aldı. 1913'te Çarlık yönetimi af çıkarınca Bakü'ye dönen Resulzade 1917'de Bağımsız Azerbaycan fikrini savunan Müsavat Partisi'nin başkanı oldu. Resulzade daha geniş anlamda, Türkistan'daki diğer Türk cumhuriyetlerinin de Rusya'dan ayrılarak, kurtarılması ve derhal 'Türk Devletleri Federasyonu kurulması fikrini savunuyordu. Fakat diğer Türk cumhuriyetlerini düşünürken, elindeki de uçup gitmiş ve başkanlığını yaptığı ve sadece iki sene ayakta kalabilen genç Azerbaycan Cumhuriyeti, Kızıl Ordu tarafından yıkılmıştı. Resulzade için yine çile günleri başladı.
Başta Resulzade olmak üzere 1920 senesinin Nisan ayında Rus ordusu tarafından başlatılan ağır bir saldırı neticesinde, vatanından ayrılmak zorunda kalarak hicret eden binlerce Azerbaycan Türkü'nü ise büyük felaketler bekliyordu. Muhacirlerin yüreği vatan hasreti ile yanıp kavruldu. Bunların büyük bir bölümü kendileri için anavatan olarak gördükleri Türkiye'ye gelip yerleştiler. Burada, doğup büyüdükleri toprakları düşman işgalinden kurtarmak için çalışmaya başladılar. Azerbaycan Cumhuriyeti'nin kurucusu Mehmet Emin Resulzade'nin bir müddet Almanya'da kalarak 1922'de Finlandiya üzerinden Türkiye'ye gelmesiyle berabeı buradaki Azerbaycan sürgünleri de derlenip toparlanıyordu.
Her zaman olduğu gibi Azerbaycan'ın vatansever evlatlarına yine şefkat kucağını açan Türkiye, o devirde yaşamakta olduğu ağır sıkıntılarına rağmen, sahip olduğu imkânları kendilerinden esirgememişti. Türkiye, Azerbaycan bağımsızlık mücadelesinin dışardan da olsa devam ettirilebilmesi için önemli bir ortam hazırlamıştır. Mehmet Emin Resulzade ve arkadaşları, Türkiye'nin sağladığı geniş fırsatlardan faydalanarak İstanbul'da Azerbaycan Cumhuriyeti'nin kurtuluş mücadelesinin ilk çekirdeği olan Azerbaycan Millî Merkezi'ni kurdular.
Azerbaycan Millî Merkezi'nin görev sahası da şöyle belir-U'iıiyordu: Azerbaycan'ın bağımsızlığını tekrar kazanması uftrunda, Türkiye'nin yanı sıra Avrupa ülkelerinde de aktif olarak faaliyet göstermek ve içerdeki millî unsurlar ile koordineli olarak çalışarak nihaî hedefe ulaşmak. Millî istiklâl davasını yurt dışında temsil, sevk ve idare ptmek için 27 Nisan 1924 günü kurulan bu teşkilât, Müsavat Partisi lideri Mehmet Emin Resulzade'nin başkanlığında oldukça önemli faaliyetler icra etmiştir. Azerbaycan hasretiyle kavrulan Resulzade, 6 Mart 1955 senesinde Ankara'da vefat etti. Fakat davası yaşayacaktı... Daha sonraları istiklâline kavuşacak olan Azerbaycan ise yükselen bir bayraktı ve bir daha inmeyecekti.
Baku sokaklarında tarihi yaşayarak yürürken vatan hasretiyle can veren bu kahramanı bir kere daha rahmetle andım. Başkent'te caddeler oldukça geniş ve binalar çok yüksekti. Mimarî yapısıyla bu şehir insana büyük bir ferahlık veriyordu. Sâdece binaların uyumsuz görünen dış cephe boyaları bana biraz ters gelmişti. Pembe, sarı ve daha bir sürü aykırı renk, yürüdüğüm sokağı bir curcunaya çevirmişti. Kiril alfabesini okuyabiliyordum. Rus artığı tabela ve sokak levhaları dayanılacak gibi değildi. "İkinci Darwin Küçesi" gibi yazılar midemi bulandırmış ve beni oldukça şaşırtmıştı.
"Bunları niye değiştirmezler" diye soruyordum ki; biraz sonra daha nelerin yerli yerinde kaldığına şahit olacak ve hayretler İçinde kalacaktım. Silahlı nöbetçilerin koruduğu taş bir yapı önümüzde yükseliyor. Oldukça ferah ve insanı mest eden muhteşem bir mimarî. AHC Genel Merkezi...
Hemen önünde 'Sahil Bağı' denile çok büyük ve temiz bir park ve diğer yanda ise yine bir taş yapi ve tepesinde Ay-yıldızlı al bayrak nazlı nazlı dalgalanırke içimde bir ılıklık hissediyordum. Uğrunda can vermeyi bi ibadet saydığımız gül sancağımız âdeta; "Bozkurtlar hoşgeldiniz diyordu. Bedel ödeyerek ad verdiğimiz, kanımızla reng verdiğimiz, şanlı mazimizin nişanesi, sevgi ve umut dolu istik hâlimizin teminatı olan al bayrağa çakılıp kalmıştım.
-O gördüğünüz bina, Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği'dir...
Rovşen Ağaoğlu'nun sesi ile dalıp gittiğim âlemde sıyrıldım. AHC Merkez Karargâhı olan binadan içeri girerke yanımızdaki Halk Cephesi önderlerine, kadroların fazla bir il göstermediğine tanık oluyorum. Neredeyse ellerimizle yol açarak ilerliyoruz. Müthiş bir kalabalık var. Bizdeki düzen ve intizam canlanıyor gözlerimin önünde. Başkan ya da herhangi bir gençlik temsilcisi ufukta göründüğünde herkes kendisine çekidüzen verir, onun için yollar açılırdı. Disiplin ve ciddiyetin hâkim olduğu hiyerarşik yapımız, askerî unsurları aratmazdı doğrusu.
Bu tahlilleri sadece içimden yapıyordum. Azerbaycan kardeşlerim için eleştiri yapmaya değil, onlarla birlikte va olmaya ve onlarla birlikte yol almaya gelmiştik. Toprağ tohum atmadan ürün isteyecek kadar bedavacı değildik. Büyük bir odaya girdik. Burası yüksek tavanı olan ve üç-bes odanın duvarları yıkılarak yeniden düzenlenmiş geniş bir salon gibiydi.
Yerlerde, kimisi kırık ve üzerinde yürüdükçe kulak tırmalayan gıcırtılı bir ses çıkaran eski parkeler, birbirin benzemeyen bir-iki sandalye ve az sonra çökecek gibi duran eğri bir masa... Duvarda rengi solmuş iki resim asılı. Kenarlarında tutka izleri görünen Resulzade ve Elçibey'e ait olan bu fotoğrafla çerçeveye konulmadan öylece duvara yapıştırılmış ve günes ışınlarının yıpratıcı darbeleriyle de ağır bir renk kaybına uğramıştı. Masa başında oturan ve soğuk aldığı anlaşılan m ak kanlı bir genç, sürekli öksürerek konuşuyor ve bir yandan Türkiye'den birilerini soruyordu.
Adının Ulvi Hekimoğlu olduğunu öğrendiğim bu kişinin ki'iıdinden emin bir tavrı göze çarparken arkadaşları üzerinde di' karizmatik bir etkisi olduğu hemen hissediliyordu. AHC Tt'şkilât Sedri olarak oldukça faal bir görev icra eden llekimoğlu, Elçibey'e olan yakınlığı ve örgütçü yapısı ile de yöııetimde çok etkiliydi. Arzu Semedoğlu, Kabil Memmedli, Cahandar Bayoğlu ve daha birçok üst yönetici odada bulunuyordu. Selâm ve hoşgeldin faslından sonra Azerbaycan Türkleri'nin bu genç önderleri arasında yoğun bir tartışma başlamıştı.
İrfan Özcan ve Atilla Kaya söze girmezken, konuşmaları da dikkatle dinliyorlardı. Bizim kuşaktan beş-on yaş daha genç Oldukları anlaşılan ve AHC İcra Komitesi üyesi sıfatıyla Ülkedeki en etkin idarî yapının temel unsurlarını oluşturan bu büyük dava adamlarını dikkatle dinlerken onların 20 Yanvar Olaylarında gösterdikleri kahramanlıkları da hatırlamadan edemiyorum.
Yusuf Ziya ARPACIK Kan Fırtınası (S. 33-39)
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: KAN FIRTINASI Ptsi 20 Nis. 2009 - 20:43 | |
| 20 YANVAR KATLİAMI
Sovyet ajan okullarında hazırlanan senaryo aynen tatbik edilince, KGB tarafından organize edilen tahribat grupları sokaklara dökülerek Ruslar’a saldırdı. Yine KGB yetiştirmesi beslemeler vasıtasıyla Karabağ'ın intikamı adı altında Ermeniler'e karşı göstermelik bazı hareketler düzenlendi. Bakü, gerçekten çok büyük bir karışıklığa girerken, KGB'nin aradığı kaygan zemin de artık hazır olmuştu. Ruslar’ın istediği kadar bulanan suda balık avlamak için uygun olan mevsim gelip çatmıştı.
Bu gelişmeler yaşanırken AHC kadroları, başta önderleri Elçibey olmak üzere, gece-gündüz demeden çaba göstererek halkı sakinleştirmeye çalışırken; Ermeniler'in zarar görmeden Bakü dışına çıkarılması için de büyük bir gayret sarfediyorlardı.
Biliyorlardı ki; masum Ermeni imajı tekrar gündeme gelecek ve Rus orduları bu karışık durumu bahane ederek, sözde kendi halkını korumak bahanesiyle Bakü'yü işgal edecekti. Bunu önlemek için çok gayret sarfedildi ancak tüpten çıkan macunu geri koymanın zorluğu içinde, yapılan tüm çalışmalar boşa gitmiş ve bütün çabalar heba olmuştu.
1990 senesinde 19 Ocak'ı 20 Ocak'a bağlayan gece, palet sesleri cehennemî bir homurtuyla şehir merkezine yaklaşmaktaydı. General Yazov komutasındaki Rus orduları Bakü'ye üç ayrı noktadan girdiler. Kurulan barikatlar, tankların karşısında hiçbir işe yaramadı. Bugünkü 20 Yanvar metro istasyonunun bulunduğu bölgede lokal bir direniş oldu.
Fakat bu şanlı direnişi örgütleyen kahramanların hepsi de kısa süren çatışmalar sonunda şehit edildi. Rus tankları tıpkı 1956'da Budapeşte'ye, 1964'te Prag'a girdikleri gibi, 1990 yılında Bakü'ye de kan dökerek girdiler.
Odlar yurdunun'Nazlı Başkent'i yine alev almış, cayır cayır yanıyordu.
Bilindiği gibi, Bakü'nün de içinde yer aldığı ve Hazar Denizi'ne doğru uzanan bir çıkıntıya 'Abşeron Yarımadası' denmekte ve ülke nüfusunun neredeyse yarısı bu bölgede yaşamaktadır. İşte o kara Yanvar günü Abşeron, ölümlerin kol gezdiği bir viraneye dönmüş ve evlerin musluklarından su değil, kan akmaya başlamıştı.
T-72, 80 ve BMP-3 tankları 'Udar' kodu ile Bakü sokaklarına büyük bir gürültü ile girerken, böylesine kalleş bir saldırı beklemeyen Azerbaycan Türkleri uykularından fırlayıp, Rus silahlı kuvvetlerine karşı, sopalarla baltalarla karşı koymaya başladılar.
Ruslar 35 bin kişilik ağır zırhlılarla donatılmış 'Alfa' birlikleri ve 'DTK-a' diye isimlendirilen, tahribat eğitimli askerlerle hücuma geçmişti. Bakü Azatlık Meydanı'nda tarihin en büyük facialarından biri yaşanıyordu. İki gün süren, kadın, çocuk ve yaşlıların çoğunlukta olduğu bir katliam ile uygulanan soykırımını, dünya ülkeleri bir macera filmi seyreder gibi izlerken, yıllarca Azerbaycan'ın başında olan Haydar Aliyev ise etkili bir Rus generali olmasına rağmen kılını bile kıpırdatmayarak, o da seyirciler kervanına katılıyordu.
Sanki bütün dünya dilini yutmuş ve bu vesileyle Rus vahşetine, 'Vahşî Batı' tarafından âdeta yeşil ışık yakılmıştı.
Cihan pehlivanlığına soyunan ABD, el altından Rusya'ya yol veriyor, karşılığında Ortadoğu operasyonu için tasdik ve tasvip sözü alıyordu. Yaralı bir kedi için helikopter kaldıran Avrupa ülkeleri, Bakü'de tanklar altında yüzlerce sivil Türk can verirken, değil karşı çıkmak, hatta Ruslar’ı daha da cesaretlendirecek olan bir siyaset sergiliyordu.
Fakat 20 Yanvar günü verilen canların her biri istiklâl bayrağının yükselmesi için birer altın kaide oldular. O günden sonra Azerbaycan'da hep bir ağızdan çıkan gür ve tek bir ses vardı:
-Vatan sağolsun!..
Bir saat içerisinde yüzlerce Türk hayatını kaybederken, binden fazlası da ağır ve ölümcül yaralar almıştı. Bakü sokakları al kanlara boyandı. Halk Cephesi mensubu olduğu gerekçesiyle yüzlerce insan tutuklanarak Rusya'nın uzak bölgelerindeki çeşitli cezaevlerine gönderildi.
Vezirov görevden alınarak yerine Ayaz Muttalibov tayin edildi. Ayaz Muttalibov, Rus ordusundan güç alarak sıkıyönetim ilan etti. Azerbaycan Halk Cephesi, işçilere 40 günlük greve gitme çağrısında bulundu. Azerbaycan'ın bütün fabrikalarında, petrol tesislerinde çalışanlar, bu katliamın failleri bulununcaya kadar grev yapma kararı aldılar.
Böylece Azerbaycan'da hayat durmuştu.
30 Ocak'ta Elçibey'in Azerbaycan Türkleri’ne, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği'ne, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Başkanlığı'na ve sözde dünya demokratik güçlerine hitaben yazılmış bir beyanatı, başta Azatlık Radyosu olmak üzere, dünyanın büyük radyoları tarafından yayınlandı. Rus vahşeti bütün dehşetiyle dünyanın gözleri önüne, bu beyanat sayesinde açıkça serilmiş oluyordu.
Daha sonra Rus askerleri, yerli işbirlikçilerin de yardımıyla, AHC binalarını kapatmaya ve Cephe üyelerini tutuklamaya başladılar. Teşkilâtın merkez binası da tamamen tahrip ve talan edilerek yağmalandı.
Elçibey önderliğinde Azerbaycan Ülkücüleri 26 Ocak 1990 Cuma günü, üç renkli Azerbaycan bayrağını Rus askerlerinin gözü önünde 'El Yazmaları Enstitüsü'nün çatısına diktiler. Hep bir ağızdan haykırıyorlardı:
-Bir kere yükselen bayrak, bir daha inmez!..
Abşeron "Kan Denizi" olmuştu ama Ruslar da bu denizin derinliklerinde boğulup giderken, Azerbaycan da bu "Kanlı Yanvar" hadisesinden kısa bir zaman sonra, hürriyetini ilan edecekti.
Bedeli çok ağır bir mahiyette fazlasıyla ödenen nazlı bir hürriyet... "Benim sınırlarım, Azerimin hürriyet, hürriyet diye haykırdığı Hazar kıyılarında başlar, ta Viyana'da biter" diyerek feryat edenlerin arzusu kısmen yerine gelmiş, kutlu "Turan Ülkesinin" bir sınır taşı daha yerli yerine oturmuştu.
Karanfiller ise hâlâ ağlıyordu… Gözlerinden yaş yerine kan dökerek…
AĞLA KARANFİL
KARANFİL ŞEHİT KANI AĞLA KARANFİL AĞLA AĞLAT İNLET MEYDANI AĞLA KARANFİL
CAVANLARA KIYDILAR TANKLAR ALTA KOYDULAR KANIM İÇİP DOYDULAR AĞLA KARANFİL AĞLA
HER ŞEHİDE BİR DÜZÜM ABŞERON KAN DENİZİM SEN MENİM AĞLAR GÖZÜM AĞLA KARANFİL
UZAK MENZİL, ACI YOL YOLDU YOL, ELACI YOL ŞEHİTLERE BACI OL AĞLA KARANFİL AĞLA
AĞLA YÜREK BOŞALSIN SESİN GÖĞE BAŞ ALSIN AĞLA DAĞLAR YUMŞALSIN AĞLA KARANFİL
BU GÜNAHSIZ KANLARA BU DİDİLMİŞ CANLARA BU CANSIZ CAVANLARA AĞLA KARANFİL AĞLA
Mehmet Aslan
Rusların 19 ocak'ı 20 Ocak'a bağlayan gece Azerbaycan'ı işgali üzerine, İran Azerbaycan'ından Şair Mehmet Aslan'ın yazdığı şiirdir.
Yusuf Ziya ARPACIK Kan Fırtınası (S. 51-57)
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: KAN FIRTINASI Ptsi 20 Nis. 2009 - 20:45 | |
| RÜZGAR KAMPI
Yol boyu birçok konuda sohbet ettiğimiz İrfan Başkan, bu adı Başbuğ'un verdiğini söylüyordu. Önce 'Bozkurt Kampı' olsun, orada yetişen askerlerin oluşturduğu kuvvet ise 'Bozkurt Birliği' olarak faaliyet göstersin şeklinde fikir beyan eden Başbuğ, daha sonra 'Rüzgâr Kampı'nda. karar kılmış. Hatta biz, iki isimde de flama, arma ve pazubentler yaptırmıştık. Rüzgâr, yüksek hız ve engelsiz bir kudreti temsil ediyordu. Kesintisiz akıp giderken önü alınamayan bir güç kaynağı ve kontrollü bir enerji hareketiydi.
Bu marifetlerden esinlenerek, hızlı hareket edebilen, bilgi ve beceri donanımlı olan savaşçılardan oluşan 'Rüzgâr Birliği' kurulacaktı. Bu kampta yetişecek olan kadrolar, üstün bir ruh seviyesi ve dirençli bir beden oluşturmak için ağır talimlere tâbi tutulacak, ileri tahrip eğitimi ve yakın döğüş dahil, şehir faaliyetleri hakkında ihtiyaç duyacakları her türlü bilgi ile donatılacaklardı. 'Gayri Nizamî Harb'in bütün incelikleri burada uygulamalı ders olarak verilecekti.
Kamp henüz tam anlamıyla faaliyete geçmemişti. Daha önce 'İzci Kampı' olarak yaz aylarında ilkokul öğrencilerine hizmet verirken şimdi bu tesis bütün üniteleriyle bizim emrimize tahsis edilmişti. Gaz bağlanmış, elektrik ve diğer arızalar bir-iki gün içerisinde tamir edilmiş ve hummalı bir çalışmadan sonra kampımız tam tekmil olarak faal bir duruma gelmişti.
Hatta kampın hatırına çevre köyler de uzun zamandır düzenli olarak alamadıkları gaz hizmetine kavuşmuş ve bir anlamda bizim sayemizde soğuktan da kurtulmuşlardı. Bu vesile ile bize karşı olan sevgi ve muhabbetleri daha yüksek bir seviye kazanmıştı. Bütün bu yoğun inşa çalışmaları Novruz Emi'nin önderliğinde hızla tamamlanmış ve nihayet nizamiyede üç renkli Azerbaycan bayrağı dalgalanmaya başlamıştı.
'Rüzgâr Kampı' ismine layık bir hızla derslere başlarken, temel askerlik eğitimi dahil olmak üzere ileri düzeyde bir çalışma yapılıyordu. Azerbaycan ve diğer Türk ellerinden getirilen kabiliyetli gençler kısa süreli hızlandırılmış eğitime tâbi tutularak kurs sonrası savaş bölgelerine gönderiliyordu. Zaman zaman komşu askerî birliklerimize takviye yaparak kurs talebelerini sıcak çatışmalara da sokuyorduk. Kampımızın ana kadroları ise iyice pişmiş ve her türlü pratiği uygulayabilecek bilgi ve beceriye sahip olmuşlardı.
Başta Hamit Hoca olmak üzere, Kamp'a katılan bütün arkadaşlarımız daha sonraları takım olarak veya tek başına icra ettikleri faaliyetler kapsamında çok büyük başarılara imza atarak Kafkaslar'da bir destan yazacaklardı. Amelî ve nazarî ders programlarının yanında kültürel faaliyetler de derslerin önemli bir kısmını oluşturuyordu.
Aziz ve Abuşoğlu isminde iki aşçımız var. Aziz, bizimle bazen çalışmalara hatta çatışmalara bile katılırken, biraz dah yaşlı olan Abuşoğlu ile de boş zamanlarımızda sohbet ediyorduk.
-Abuşoğlu, sen hangi millettensin?
-Azerbaycan milleti...
-Hangi din?
-Azerbaycan dini...
Evet ondan gelen bu ibretli cevap, Sovyet gerçeğinin acı bir tecellisi olarak karşımıza çıkan ve yakından gözlemlediğimi ilk felaketti. Üç nesil boyunca din, millet ve insanlık düşma bir sistemin pişirdiği bir kültür aşuresine katkı malzeme yapılan Azerbaycan Türkleri arasında bazen buna benzer olaylar görmekle beraber onların sonradan tanıma fırsatı bulabildikleri millî ve manevî değerlere ne kadar derin bir sadakat ve sebat ile bağlandıklarına da birçok kez şahit olacaktık. Fırsat buldukça komşu köylere bu hususta yardımcı olabilecek tarih ve ilmihâl bilgisi olan arkadaşlarımızı gönderirdik. Gerçek değerlerimizi tanıdıkça, onlara bizlerden daha çok sahip çıkar oldular.
Türk tarihinin altın kapağını onlar için açmış, dışarı fışkıran kahramanlık destanlarını servis yapıyorduk. Atalarını daha iyi tanıyan Azerbaycanlılar, Türk Cihan Hâkimiyeti ülküsünü yaşatmak için kolları sıvamıştı. Kürşat, Oğuz Kaan, Sultan Alparslan ve Fatih'leri pürdikkat dinlerken, Dede Korkut'la beraber, 'boy boyluyor, soy söylüyorlardı.' Ülkü Ocakları'nın, Türkiye'den bize destek amacıyla gösterdiği faaliyet kapsamında binlerce arkadaşımızın teşkilâtlarda toplandığı haberleri gelmeye başladı. Anlaşılan Başbuğ, Erivan kapılarına dayanmak istiyordu.
Bu kutsal faaliyetlerin başını çeken ve dev mitingler düzenleyerek kamuoyu oluşturan İstanbul teşkilâtı başta olmak üzere bütün Türkiye ayağa kalkmıştı. Bu çalışmalar sırasında bir yandan da bize yeni katılanlar oluyordu. İstanbul Ülkü Ocakları Başkanı Erdem Karakoç, Azerbaycan'a gelenlerden birisiyle giyecek malzemelerinin yanısıra bir çuval da çorap göndermişti. Çölde suya kavuşmuş gibiydim.
Çorabın ne anlama geldiğini postallar içinde ayağınız dönmeye başladığında daha iyi anlarsınız. Sovyet döneminde iyice ihmal edilen Azerbaycan'da üretilen çorapların taban yeri ayağın ortasına gelirken, intikalde insana ne kadar zorluk verdiğini de ancak yaşayan bilir. Bir gerillanın en önemli uzvu, geçit vermez dağları aşan ve onun tek ulaşım aracı olan ayaklarıdır. Onları korumak ve kollamak ise hayatî bir vazifedir.
Teşkilâtımız Kafkaslar'a odaklanmış ve büyük kentlerde büyük gösteriler düzenleyerek Türkiye'den bütün dünyaya mesajlar gönderiyordu. Başbuğ, bir kurmay titizliği ile bölgedeki faaliyetlerimizi yakından izliyor ve her türlü inceliği bizzat takip ederek bir 'Turan Ordusu' çekirdeğinin ilk adımlarının atıldığının da açık sinyallerini veriyordu. Bu arada büyük devlet adamı Alparslan Türkeş, askerî tedbirlerin yanında Ermeniler'i engellemek için başka bir çalışma daha yürütüyordu.
Yusuf Ziya ARPACIK Kan Fırtınası (S. 89-95)
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: KAN FIRTINASI Ptsi 20 Nis. 2009 - 20:47 | |
| ELİBEYLİ DAĞLARI VE BOZKURT TABURU
Evet Başbuğ'un bir kurmay titizliği ile tesbit ettiği gibi savas hızla devam ediyordu. O gün yanıma bir tim alarak Bozkurt Taburu'nu ziyarete gittim. Bize 50 kilometre uzaklıkta olan bu birlik, gönüllü 'Azerbaycan Ülkücüleri' tarafından oluşturulmuş, daha sonra gösterdikleri büyük kahramanlıklar netice., Savunma Bakanlığı tarafından bir Tabur'a dönüştürülmüştü Karargâhlarının olduğu tepeye de 'Köroğlu'ndan esinlenere 'Çamlıbel' denmişti.
Bunlar daha Ermeniler'in ilk kımıldanmalarında, onlar karşı savunma yaparken soba borusunun içine yerleştirdikle av tüfeklerine büyük silah süsü vererek karşı tarafa psikoloji bir üstünlük sağlamışlar ve çadırlarını da Ermeni toprağın kurmuşlardı. Komutan ise Etibar Emiraslanov isminde pervasız bi savaşçı. Cesur, atılgan ve çok keskin bir nişancı.
Tabur'a geldiğimizde Etibar yoktu.
Kolumuzda Azerbaycan arması olsa da kıyafetimiz ve ünii formalarımız değişikti. Bu sebepten bizi farkeden Ermeniler hareketlenmeye başladılar Türkiye'den geldiğimizi ve bölgede faaliyet gösterdiğimizi zaten biliyorlardı. Sağ ya da ölü, başımıza ödül koyduklarını da öğrenmiştik. Bazen Ermeniler'le telsizle konuşur hatta onlarla tartışırdık. Çoğu, aksanlı da olsa güzel Türkçe biliyordu. Biz de bu arada biraz Kuşça öğrenmiştik. Bir keresinde Ermeni bir esire koynumdaki Ay-yıldızlı al bayrağı çıkararak göstermiş ve onun faltaşı gibi açılan gözlerine büyük bir hayretle bakmıştım.
İşte şimdi bizi gören Ermeniler bütün unsurları ile saldırıya geçmiş ve her türlü silahı ateşliyorlardı. Tabur'un komutasını ise ben almıştım. Yanımda Halik isminde bir komutanla beraber Ermeni hatlarına doğru epeyce ilerledik. Kamp'tan birlikte geldiğimiz arkadaşlarım da arkadan koruma yapıyorlardı. Biraz sonra bizim bulunduğumuz tepeyi tesbit eden Ermeniler, havan ve tanklarla vurmaya başladılar. Her patlamada âdeta siper olacak kadar büyük çukurlar açılıyor ve biz devamlı yer değiştirerek bir çukurdan diğerine atlıyorduk. Bedenimize henüz bir şarapnel parçası değmemişti ama bu tepeden çıkışımız da yok gibiydi...
Bizim uç noktadan epey uzak bir yerdeydik ama uzağı yakın edecek bir telsiz mandalı mesafesinde olan ağır zırhlıları ve tankları daha kaldırmamıştık. Yanımda Makarov marka tabancam ve yine Rus yapımı 'El Pilimyotu' dediğimiz RPK-74 tipi güçlü bir silah, çok sayıda mermi ve birkaç tane de parça tesirli savunma tipi el bombası ve hepsinden daha önemli bir teçhizat olan komutan Halik olduğu için rahattım. Ermeniler ise mecalsiz kalacak bir şekilde mermi yağmuru altındaydılar.
Üç-dört saat sonra ateş yavaşlayarak nihayetinde kesilmişti. Tek tük amaçsız ve hedefsiz patlamaların haricinde bir ses duyulmuyordu. Bu sükûneti fırsat bilerek, büyük bir taşı mevzi almış, elindeki dürbünle düşman hatlarını inceleyen Halik'i dinlerken, yüce milletimizin asaleti bir kez daha ve bu sefer de Elibeyli Dağları'nda bu soylu komutanın ağzından tecelli ediyordu:
-Yaralıları çengelli ip atarak çekiyorlar. Vursak mı acaba?
Kendi sorusuna, beklemeden yine kendisi cevap veriyordu:
-Yok yok... Düşman da olsa, yaralıları vurmak bize yakışmaz... Biz aman dileyene el kaldırmayan büyük bir mirasın sahipleriyiz.
Hamile kadınların karınlarını yararak henüz doğmamış yavruları şişe geçiren insanlık dışı Ermeni canileri, bu asil kahramanla asla mukayese edecek değildim elbette. Fakat aradaki derin kültür ve medeniyet farkını da kimse görmezden gelemezdi. Benim de tasdik ve tasvip dolu sözlerim üzerine Halik rahatladı ve sırtüstü sipere uzandı. Yorgundu... Ben de bağdaş kurup oturdum. Sırtımı bir taşa yaslayıp ayaklarımı uzattım.
Zaten taarruz yeleklerindeki ceplerde her biri 5.45'lik 45 tane mermiyle dolu olan 15 adet şarjör, matara, telsiz, fener, bıçak ve her zaman yanımızda taşıdığımız diğer hayatî malzemeler yüzünden fazla rahat hareket edebilecek bir vaziyetimiz yoktu. Uzay adamları gibi ağır hareket ediyordum. Mermi çantasını ise yastık yapmış, başımı oynatarak ortasına yerleştirmek için uğraşıyor ve bir yandan da rahat bir ortam oluşturmaya çalışıyordum. Üzerimizdeki ağır yükün baskısı ile büyük bir sıkıntı olsa da muhabbet iyice koyulaşmıştı. Hafif patlamalar ise doğal bir fon oluşturuyordu:
-Bak Halik, Kur'an öğretisi ne diyor; "Nerede olursanız olun, sağlam ve tahkim edilmiş kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size ulaşacaktır." Yok eğer yazılmış olan vakit değilse de bütün dünya bir olsa senin kılına bile kimse bir zarar veremez.
Nisa suresinden okuduğum bu ayet, Halik'i oldukça derinden etkilemişti.
-Bana biraz daha böyle güzel sözler söyle. İnsan bunlarla âdeta ruhunu doyuruyor.
Bu cesur savaşçının manevî vitamin eksikliği Azerbaycan'ın her karış toprağında derinden hissediliyordu Bir taraftan da oldukça ısınmış olan tüfeğimin namlusuna dıştan bir bez sarıyordum. İki kasa mermiyi tüketen bu gerilla silahına takdirle baktım. Her vaziyette durmadan çalışıyor, insanı asla mahcup etmiyordu. Kar, çamur ve bütün olumsuz şartlar vız geliyordu. NATO silahları gibi kibar değildi. Eğri şarjör, bozuk mermi onu etkilemez, yağ yemeden de çalışır, yıkanmadan da...
Bir yandan Halik'le lezzetli muhabbete devam ediyorduk. Sohbetimiz bazen şiddetlenen patlamalar yüzünden bazen de siperlerden yükselen birtakım yüksek seslerle kesiliyordu. Ara sıra arka mevzilerden Yaşar isminde genç bir savaşçının bağırtıları işitiliyor ve Ermeni tarafından da ona yönelik cevaplar geliyordu. Bir gün sonra akşam içtimasmda oldukça merak ettiğim bu tartışmayı Yaşar'a sorduğumda, karşı cephelerde saf tutan iki çocukluk arkadaşının, birbirlerine kurşun yağdırırken, bu arada eski günleri de yâd ettiklerini öğrenecektim.
Uzun bir aradan sonra güvenli bir şekilde geri çekilerek ana karargâha gelmiştik. Cephe gerisinde sadece bir arkadaşımızın hafif şekilde yaralandığını gördük. Tabur'daki toparlanmadan dolayı Etibar'm arabasının yaklastiği farkediliyordu. Biraz sonra da telsiz anonsuyla onun, yani kod adıyla 'Bozkurt 'un geldiğini anladık. Çatışma Tovuz'dan duyulunca kent merkezinde olan Etibar bir müddet sonra yola çıkmış ve 'Çamlıbel'e ulaşarak bizimle buluşmuştu. Çatışma olayını tartışıyorduk.
-Yusuf Hoca, tankları niye kaldırmadınız?
Etibar kesintisiz bir savaşçı olarak kendisine yakışan bir konuşma yapıyordu. Karşı tarafın tanklarla saldırıya geçmesi onu biraz sinirlendirmişti:
-İki gün sonra Antranik'in kulağının kesilmesinin yıldönümü. Bu sebepten Ermeniler yine saldıracaktır. Yarın gece yarısı harekete geçerek onlardan evvel biz vuralım.
Etibar en iyi savunmanın saldırı olduğunu bilen tecrübeli bir asker olduğundan hücuma yönelik taktik uygulamadan yanaydı. Peki Etibar'm bahsettiği Antranik kimdi?.. Neler yapmıştı?..
Yusuf Ziya ARPACIK Kan Fırtınası (S. 102-107)
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: KAN FIRTINASI Ptsi 20 Nis. 2009 - 20:49 | |
| ŞIHOV BATALYONU
Baku, AHC Merkez Karargâhı... 4 Nisan 1993... İcra Komitesinin Teşkilât Sedri Ulvi Hekimoğlu ve 'Millî Guvardiya' denilen Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanı Tahir Memmedli ile toplantı salonunda bir araya geldik. Hekimoğlu hemen mevzuya girdi:
-Yusuf Hoca! Karabağ'da ve ülke içinde vaziyet ağırdır. Bu sebeple AHC mensuplarından oluşacak gönüllülerden teşkil edilmiş bir batalyon kuracağız, komutan da sen tayin edildin.
Tabur anlamına gelen 'Batalyon' hem de geniş yetkilerle donatılmış ve özel görevler icra edebilecek olan askerî bir yapı oluşturmak önce biraz çetin bir mesele gibi görünse de, çevremdeki uzmanların üstün yeteneklerini düşününce biraz rahatladım. Ekibimiz hazırdı. Yetişmiş kadrolardan oluşan arkadaşlarımıza güvenerek bu işin üstesinden geleceğimize olan inancım tamdı. Bu kez de, Türk Ülkücülerinin hizmet sahasında sanat icra etmeleri için ortaya çıkan bu tarihî fırsatı değerlendirmek adına kolları sıvayacaktık.
Tahir Albay uzun boylu kurşun gibi bir asker. Harp eğitimini Türkiye'de almış. Bununla da her zaman iftihar ederdi. Bir taraftan Ermeniler'e karşı yalınkılıç savaşırken diğer yandan asker içindeki komünist artıklarına karşı amansız bir mücadele veriyordu. Yenilikçiydi...
Ordu yeniden yapılandırılırken Rus sistemini kökten reddederek, Türk askerî eğitiminin verilmesi için yoğun bir çaba sarfediyordu. Tam bir Türkiye hayranı hatta hastasıydı.
Pırıl pırıl üniforması, tertemiz postalları ve bakımlı fiziği ile bir protokol subayını andırırken, gerçek anlamda bir arslandı. Bir kurmay titizliği ve ciddiyeti ile yaklaştığı olayları yorumlayıp güçlü müdahalesiyle çözerek, Azerbaycan Harp Tarihinde bir çığır açıyordu. İşte Azerbaycan'ın bu kudretli Albayı karşımda durmuş, benim komuta edeceğim bir taburun ne işler yapabileceğini anlatıyordu.
Bir öğretmen ekibinden söz etti. Bu ustalar bize yardımcı olacaklardı. Tahir Albay beni ağır bir sorumluluğun beklediğini net bir dille ifade ederek birtakım teşvik edici konuşmalar yaptı ve oradan hep beraber ayrılarak Baku'nun çıkışındaki Şıhov semtine gittik. Oldukça büyük bir arazi olduğu gibi bize tahsis edilmişti.
Elimde bir de yetki belgesi vardı. Anlaşılan işler bu kez çok ciddi tutuluyordu. Azerbaycan Halk Cephesi İcra Komitesi Başkanı Ferec Guliyev'in 1993 tarih ve 33 sayılı talimatı ile Bakü'de 'Şıhov Taburu'nun kurulması ve eğitimi için benim görevlendirildiğimi belirten bir karar yazısı yayınlanmış ve bir nüshası da bana verilmişti.
Bizim kampın hocalarının çoğunun Türkiye'ye izne gitmiş olmalarının olumsuzluğuna rağmen, yanımızda öğretmen askerlerin olması ise beni oldukça rahatlatmıştı. Dokuz kişiden oluşan seçkin bir tim vardı. Onların olağanüstü yeteneklerini yakından görünce de, iyice büyük bir coşkuya kapılarak ülkemle bir kez daha gurur duydum.
Baku'nun çıkışında olan ve taburumuzun yerleşeceği alan zaten askerî bir kışlaydı. Hatta Azerbaycan Ordusu'nun bir taburu da aynı saha içerisinde konuşlanmıştı. Nizamiyeden içeri girdiğimiz ilk anda bu kadar ağır bir sorumluluk altında olmak beni biraz rahatsız etmiş olmasına rağmen kısa sürede bu tedirgin vaziyeti üzerimden atarak derhal işe koyuldum. İçim rahattı. Ne de olsa ileri düzeyde bilgi ve beceri donanımına sahip olan hocaların da yardımıyla gerilla faaliyeti icra edecek olan bir yapı kuracaktık. Fazla bir zamana ihtiyacımız yoktu ama vakit de bizim için bu günlerde altın gibi kıymetliydi. Az zamanda, çok büyük işler yapacaktık.'
Yapı işleri için en büyük yardımı, bayındırlık ve inşaat şirketlerinin müdür yardımcısı Salih Aliyarov yaparken onun da Tovuz'dan olduğunu öğreniyordum. Bir yandan inşaat faaliyetlerini dört koldan yürütüyor, diğer taraftan da ara ara yurdun muhtelif bölgelerinden teşkilâtlar vasıtasıyla bize gönderilen gönüllü unsurlara eğitim veriyorduk.
Bu kadar iş makinasının bir arada çalıştığı bir saha, daha önce hiçbir yerde görmemiştim. Kamyonlar, dozerler ve kepçeler gece-gündüz çalışıyordu. Ortalık arı kovanı gibiydi. AHC İcra Komitesi mensupları, Baku Belediyesi'nin bütün imkânlarını seferber etmiş ve birkaç gün içinde hastanesi dahil
olmak üzere tam teşekküllü bir kışla inşa etmiştik. Bir taraftan gönüllü sevkiyatı da kesintisiz olarak devam ediyordu. Adı her ne kadar 'Tabur' olsa da neredeyse bir 'Alay' mevcuduna kavuşmuştuk. Kamptan yanıma aldığım Azerbaycanlı gençlerin müthiş desteğini görüyordum. Diğer bir güçlü lojistik destek de Bakü'de bulunan Abbas Bozyel, Mikail Göleli ve Mete Kaya'dan geliyordu.
Müsavat kanadından en büyük yardımı ise Emi vasıtasıyla tanıdığımız Rauf Arifoğlu'ndan alıyorduk. Kafkaslar'ın ünlü yazarı ve AHC İcra Komitesi üyesi Arifoğlu, bu kapsamda daha önce de Tovuz'daki kampımızı ziyaret etmişti.
Bu geniş tasvip ve omuzlama neticesinde oldukça iyi bilgilerle beslenmiş bir yapı çıkıyordu ortaya. Anlaşılan, bu gidişle 'Şıhov Taburu' Karabağ'da yeni bir destan yazarken, Türk tarihinde yeni bir altın sayfa daha açılacaktı. Acemi eğitimi hızlı başladı... Teşkilâtlanma, psikolojik ve ideolojik seminerler başta olmak üzere, yürüyüş, selâm verme ve esas duruş ilk dersleri oluştururken, mevzi alma, mevzi değiştirme, sıçrama ve sürünme gibi temel askerlik kurslarının verilmesinden sonra da ileri eğitimler başlamıştı.
Zamanla müthiş bir yarışa girmiştik. Muhabere dersleri ise, konuşma esasları ve haberleşme cihazlarının kullanılmasının öğretilmesiyle, eğitimin önemli bir bölümünü oluşturuyordu. Diğer taraftan, Karabağ savaşının en büyük ve etkili silahı olan tanklarla ilgili de, tank avcılığı dersleri veriliyordu.
Özellikle gece savaşını bilmeyen Ermeniler'e karşı üstünlük sağlayacak olan eğitimler ve gece harekâtı dersleri uygulamalı olarak yapılıyordu. Taktik intikal ve taktik akın, gece eğitiminin temel derslerini oluştururken, bir yandan da termal kameralar ve gece görüş cihazları bütün ayrıntıları ile anlatılarak tanıtılıyordu. Düşman ateşi altında ilerleme, keşif, kıta sevk ve idare usulü, pusu ve pusuya karşı hareket tarzı, tahrip ve mayın eğitimi, savunma ve taarruz dersleri ile beraber daha önce tanıtımı yapılmış olan bütün silahların atışı ile son bulan müthiş bir final.
Bu arada, başarılarına ilk defa şahit olarak yakından tanıma fırsatı bulduğum, bizim askerlerin üstün yeteneklerini de eğitim sahasında büyük bir takdirle izliyordum. Ejderhaya benzeyen zırhlı araçlar, kâğıt peçeteler gibi nasıl havaya uçu-rulur ve çıplak elle, tanklar nasıl etkisiz hâle getirilir, sorusuna cevap artık Karabağ'da verilecekti. Hem de göstere göstere...
Üç hafta gibi kısa bir zaman zarfında hızlandırılmış kurslar verilerek, ruh olarak zaten yüksek bir seviyeye sahip olan gönüllü savaşçılar, beden gücü, bilgi ve beceri olarak da belli bir düzeye kavuşturulmuştu. Bazı akşamlar İnturist Oteli'ne gider bize ayrılan kattaki 1441 numaralı odada kalarak, yıkanır ve biraz da olsa dinlenir ve sabahleyin de şafakla birlikte Şıhov'a dönerdik.
O gün Cumhurbaşkanı Özal, Azerbaycan'a gelecekti. Koruma için önce bizimle irtibat kurdular ancak daha sonra vazgeçtiklerini öğrendik. Aslında VIP koruma eğitimi almış seçkin bir ekibimizin olmasına rağmen sonradan bu koruma işinden bizi uzak tutmak istediklerini anlayacaktık. Daha önceleri Azerbaycan Türkleri için "Onlar Şii ve bizden çok İran'a yakınlar" diyerek çam üstüne çam deviren Turgut Özal, bu kez hatasını telafi etme adına bölgede keskin bir tutum sergiliyordu. Daha etkin bir dış siyaset izlemek yolunu seçen Özal, Nisan 1993 başlarında Azerbaycan'a yönelik saldırı girişimlerini
aralıksız olarak sürdüren Ermenistan'ı, işgal faaliyetlerini durdurması konusunda ikaz ederek, aksi takdirde ilişkilerde doğabilecek olumsuz gelişmelerden sorumlu olmayacağını ilan ediyordu. Azerbaycan'ın gözbebeği Kelbecer'in 3 Nisan 1993'te Ermeni Silahlı Kuvvetleri tarafından tamamen işgal edilmesinden sonra Türkiye, Ermenistan'a yönelik; saldırıyı durdurma çağrılarını tekrarlamış ve bu sırada ilişkileri de belli bir seviyenin altına çekerek, nihayetinde de bütün alakalarını kesmişti.
Ermenistan'ın bu çağrıları hiçe sayarak saldırgan ve işgalci yaklaşımını sürdürmesi üzerine de Türkiye, Ermenistan ile olan sınırını kapattı. Türkiye'nin başında olan ve o günlerde Türk cumhuriyetleri gezisine katılan Turgut Özal, 5 Nisan 1993'te basına yaptığı açıklamada, "Ermenistan'ın Azerbaycan'a son saldırılarından sonra, Türkiye üzerinden geçmekte olan tüm insanî yardım uçuşlarının da durdurulduğunu, hiçbir uçuşa izin verilmeyeceğini, buna rağmen geçmek isteyen uçakların gerektiğinde ateş açılarak indirileceğini" söylemişti.
Bu arada, Ermenistan Savunma Bakan Vekili Vazgen Manukyan'ın, 6 Nisan 1993'te Tass ajansına verdiği beyanatta; "Ermeni yönetiminin, sınırların değişmezliği ilkesini kabul etmediğini" söylemiş ve "Eski Sovyet cumhuriyetlerinin rastgele kalem darbeleriyle çizilmiş olan sınırlarının ise aynı ilkeler çerçevesinde tanınamayacağını" açıklamıştı.
Bu beyanat ise; Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri tarafından, Erivan yönetiminin, hâlen "Büyük Ermenistan" hayalinin peşinde koştuğunun bir göstergesi olarak kabul edilerek ona göre bir siyaset belirlenmesi yolu benimsenmişti. Şimdi bu kaygan zemine Türkiye en üst seviyede bir giriş yapıyordu. Cumhurbaşkanı Özal, bu mühim karar sonrasında Azerbaycan'daydı...
1993 senesi... Nisan ayının ortaları... İşte o akşam geç vakit otele giderek 14. kata çıktığımızda büyük bir sürprizle karşılaştık. Girişteki büyük bölümde kalabalık bir şekilde oturarak televizyon izleyen ve aralarında bulunan Cengiz Çandar'ı ilk anda tanıyabildiğim, Türkiye'nin ünlü gazetecileri gözüme çarparken ben onlardan uzak durmak için yanımdaki silahlı arkadaşlarımı da yönlendirerek hızla odaya doğru yürüdüm. Üzerimizde Azerbaycan bayraklı üniformalar vardı.
Ancak, gözüm kalabalığa takılmıştı. Beş-on kişilik gazeteci grubu içerisinde biri vardı ki; ondan gözlerimi ayıramıyor, bir yandan yürürken diğer taraftan da bu tanıdık simanın kim olduğunu öğrenmeye çalışıyordum. Doğrusu kanım kaynamıştı...
Kısa bir süre sonra da hislerimin beni yanıltmadığı ortaya çıktı. Parola soran askerin aldığı doğru cevap sonrasında, karşısındakine yüreğinin kapısını sonuna kadar açması gibi, biz de onunla kaynaşarak sarmaş dolaş olmuştuk. Merakla bizi izleyen yanımdaki Azerbaycanlı kardeşlerime tanıttım:
-Servet Kabaklı... Bir Bozkurt...
Bu tabir Azerbaycan'da bir kütüphane muhteviyatı kadar dolu olan zengin bir kavram, daha doğrusu sözün özüydü. Bozkurt... Gece yarısına kadar sohbet ettik... Muhabbetin lezzetine doyum olmuyordu. Sanki Türkiye'deydim...
Sabah gün doğmadan kalkarak kışlaya giderken bir yandan tadı damağımda kalan akşamki karşılaşmanın ne güzel bir olay olduğunu düşünüyor ve kalpleri buluşturan mutlak güce hamdediyordum. Arabamızın nizamiye kapısında görünmesiyle birlikte coşkulu bir telaş başlamış ve taburdaki hazırlıklar üst seviyeye çıkmıştı. Bu hummalı çalışmaya bakarak iftiharla söylendim:
-İşte arkadaşlar, iyi bakın... Bizim erken vakitte burada olmamızın faydalarını da kendi gözlerinizle gördünüz.
Herkes büyük bir titizlik içinde kendi işini yapıyor ve kışlamız yeni bir güne daha başlamak için hazır bir duruma geliyordu. Ilık bir rüzgârın kanatlarında gelen hafif yağmur taneleri yüzüme vurunca uykum dağıldı. İyice kendime geldim. Ortalığı çiçek kokuları sarmış ve bahar bütün güzelliği ile bizim garnizonu her taraftan kuşatmıştı. Yüksek ağaçlardan kuş cıvıltıları geliyordu.
Yüreğimin bir tarafı Karabağ'da yaşanan ölümlerin kan kokusunu, diğer tarafı ise yağmurun getirdiği bahar kokusunu teneffüs ederken, savaşın dehşetini de bu mukayese ile sarsılarak bir kez daha yaşıyordum.
Yusuf Ziya ARPACIK Kan Fırtınası (S. 143-152)
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: KAN FIRTINASI Ptsi 20 Nis. 2009 - 20:52 | |
| Tam donanımlı, üstün bir moral, bilgi ve beceri kazanmış olan birliğimiz artık savaş tarlalarına girmek, bebek katillerine de unutamayacakları bir ders vermek için can atıyordu. Genelkurmay'a bilgi verdim,
"Hazırız."
Atilla Kaya ve Hamit Hoca da on günlüğüne gittikleri Türkiye'den dönerek bize katıldılar. Hamit Hoca hünerlerini konuşturmaya başlamıştı. Birkaç gün sonra İrfan Başkan da geldi... Kısa bir eğitim devresi içinde çakı gibi birer asker olan batalyon mensupları, şimdi büyük bir istekle bağırmaya başlamışlardı. Üç heceli, tok bir ses:
-Erivan!..
İşte bu efsunkâr ve tılsımlı 'hedef kelimesi yüzünden ağır bir müdahale görecek ve yerimizden sökülüp atılarak, darmadağın edilecektik. Bilinmeyen bir el tarafından görevden alınıyorduk. Neler oluyordu, yapandan başka bir bilen yok. Ülkeyi canından çok sevenler ancak çaresiz birer seyirci. İktidardalar fakat muktedir değiller. Bu kirli oyunu bozmaya ne fermanları, ne de dermanları var. Bizi bu vazifeye onlar getirmişti fakat gidişimizi sadece hüzünle izliyorlardı. Bizden çok dövünerek...
Bu ülkede kaldığım süre boyunca acı bir gerçeğe birçok defa şahit olmuştum. Azerbaycan lehine gelişebilecek olan her hayırlı hizmet, meçhul bir kuvvet tarafından derhal sabote ediliyordu. Bu, sanki bozulmaz bir kuraldı. Bunun bir yenisi de şimdi Şıhov'da tecelli etmişti. Türkiye'den gelen ve kamp talebesi olan diğer arkadaşların tamamıyla birlikte, ilk kurulduğu günden beri bazen postallarımızı bile günlerce ayağımızdan çıkarmadan didinip uğraşarak ortaya çıkardığımız Şıhov Taburu ve onun gönüllü kahraman savaşçılarından, bir açıklama bile yapılmadan koparılıyorduk. Her şey çok hızlı gelişiyordu. Hazırlanmaya başladık...
O ara bir arkadaş, bölük komutanlarının kapıda benimle görüşmek üzere beklediklerini haber verdi. Kapıdan çıktığımda komuta kadrosunu tam tekmil karşımda hazır görünce de 'vedalaşmaya geldiler herhalde' diyerek onları karşıladım. 3. Bölük Komutanı Eldar bir adım öne çıkarak bütün batalyon adına bir açıklama yapacağını bildirdi. Uzun boylu olan bu genç komutan, bir heykel gibi kımıldandı. Ancak önceden ezberlediği anlaşılan metni unutmuştu. Bana mahcup bir ifadeyle bakıyor, bir yandan kelimeleri toparlamaya çalışıyordu. Yutkundu... Sonra iri, siyah gözleri parladı. Yüzü gerildi. Kaşları çatıldı.
Nihayet söyleyeceklerini hatırlamıştı. Öfke dolu kapak açıldı. Boşaldı:
-Komandir!.. Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için... Siz nereye, biz oraya... Bütün askerler dışarda bekliyor... Sizin gitmenize izin vermeyecek, ya da sizinle geleceğiz, hatta gerekirse Cumhurbaşkanlığına doğru yürümek azim ve kararındayız.
Birbirimize müthiş alışmıştık. Bir disiplin kovasında gönüllerimizi sevgi aleviyle yıkamış, birlikte durulamıştık. Kalplerimiz bile vurmak için aynı anı kollardı. Böylesine güçlü bir kenetlenme yaşarken âdeta bir bedende can gibiydik. Bu sıkı, düğümlü bağ şimdi tehlikeli bir vaziyet almış ve kendi ellerimizle didinip uğraşarak var ettiğimiz tabur personeli merkezî otoriteye başkaldırarak, isyan etmişti. Yangını söndürme zamanıydı. Bu vahim gidişi durdurmak için az vaktim vardı. On-onbeş kişilik bir grup olan bu arkadaşlara kısa emir cümleleriyle cevap verdim:
-Rahat!.. Hazrol... Geriye dön... İstikamet dışarı, uygun adım marş marş!...
Ben de peşlerinden çıktım... Dışarda bekleyen askerler kendilerine çekidüzen verdiler. Komutanlarını uygun adım çıkarttığımı görünce de isyan dirençleri bir ölçüde kırılmıştı. Bu nazik durumu yerinde tespit edince derhal yüksek bir taşın üzerine çıkarak, onlara etkili bir sesle hitap etmeye başladım:
-Değerli silah arkadaşlarım!.. Bizler askeriz, emredilir yerine getiririz. Fikir yürütmek, yorum yapmak gibi bir hakka sahip değiliz. Sizden ayrılmak bana da çok ağır gelmesine rağmen bunu sineme çekecek ve yeni görev yerimde de büyük bir azimle çalışacağım. Ancak bu tabur benim evladım gibidir. Hasret, bir zehir gibi damla damla yüreğimize düşse de bize ancak güç verecek ve mutlaka bir gün serhat boylarında yolumuz çakışacaktır. Erivan'da buluşmak dileğiyle. O kutlu günü hasret ve sabırla bekleyeceğim. Şimdi beni çok iyi dinleyin. Size yerlerinize dönmenizi emrediyorum... Adi adım, marş, marş!..
Konuşmam askerlerin üzerinde olumlu bir tesir bırakırken bölük komutanları hariç, hepsi hüzünle oradan ayrılmış ve geri geri giderek yerlerine dönmüşlerdi. Onlardan kalan uğultu da peşlerinden gittikten sonra zifiri bir sessizlik ortalığa hâkim oldu. Çıt yok... Bölük komutanlarına bir veda selâmı verdim.Çoğu arkadaşımız araçlara binmiş, beni bekliyorlardı.
Hazır olan arabama doğru yöneldiğimde ise bu kez ben perişan olmuştum. Kafam allak bullak. Şakaklarımda yerinden fırlayacakmış gibi ağır bir zonklama. Kanım çekilmişti. Gözlerimde sanki bir şimşek çaktı. Önce parlak bir aydınlık, ardından da koyu, derin bir karanlık. Yeryüzü karardı. Bastığım yeri görmeden yürüdüm.
Patates çuvalı gibi sallanıyordum. Yürümeme isyan eden ayaklarımı zorla sürükleyerek geriye bakmadan arabaya binip yola koyuldum. Koltuğa kendimi bir külçe yığını gibi bırakmıştım. Gözlerimi kapattım. Acı, sert bir kopuşun sancısını iliklerime kadar hissediyordum. İstikamet Tovuz... Radyodan bir ezgi yayıldı. Gidiyorum: Gönlümde acısı yanıkların... Ordularla yenilmez bir gayiz var kanımda.
Bu cenk mısraları, yüzüme soğuk bir rüzgâr gibi çarparak yankılandı. Bir ölünün mahşer günü yerinden fırlaması gibi doğruldum. Ürperdim, dirildim... Bu zafer türküsü hayat damarlarımı kamçılayarak önce arabanın, sonra kafamın içini kaplamıştı. Sonra da bütün gökyüzünü. Damarlarımdaki kan şaha kalktı.
Yılgınlık yok, yıkılmak yok..
Yusuf Ziya ARPACIK Kan Fırtınası (S. 156-160)
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: KAN FIRTINASI Ptsi 20 Nis. 2009 - 20:54 | |
| CEYRANÇÖL ALAYI
Biz 'Şıhov Taburu' ile uğraşırken Novruz Emi'nin üstün gayreti ile Tovuz il sınırları içerisinde olan ve kent merkezine 40 kilometre bir uzaklıktaki Ceyrançöl mıntıkasında 'Alay' kurma çalışmaları da önemli bir mesafe almıştı. Biz de bu ekibe katılmak için Tovuz'a gelerek Ceyrançöl'e geçtik. Şıhov'da bulunduğumuz zamanlarda buraya Türkiye'den birçok arkadaşımızın geldiğini görünce de doğrusu pek çok sevinmiştim.
Hepsi de meziyet sahibi, cesur arkadaşlar. Bebek katillerini durdurmak için sabırsızlar. Bir an önce güçlü bedenlerini Azerbaycan'ın kanlı serhat boylarında bir sınır taşı yapmak için acele ediyorlardı. Bu yüksek coşku, şuurumu kamaştırdı. Rabbim'e hamd ettim... Başbuğ tarafından gönderilen ve şu anda hayatta olmayan büyük komutan Seyfi Yüzbaşı buradaki çalışmaların başında bulunuyordu. Ahmet Üsteğmen ve Hamit Hoca yine 'Alay'daki eğitimin önderleri ve gece-gündüz çalışarak, didinip duran tecrübeli hocalarıydı. Bildikleri her şeyin bütün inceliklerini arkadaşlara aktarmak için büyük bir gayretle çabalıyorlardı.
Novruz Emi de bu yoğun çalışmalara Tovuz'lu işadamları ve nüfuzlu kişileri katılımcı yaparak topyekûn bir katkı oluşturuyordu. Hazırlıklar son safhaya gelmişti.
Seyfi Yüzbaşı bir gece tok bir sesle bağırdı:
-Erivan'a, hey Erivan'a...
"Eyvah" dedim içimden. Bu tılsımlı kelimenin nelere mal olduğunu daha önceleri birçok defa görmüştüm. "İnşallah hayırları tahrip eden o meçhul kuvvetin meraklı bir kulağı burada yoktur" diye söylendim. Yanımda bulunan bir arkadaş, konuşmamdan bir şey anlamadığını söylüyordu. Anlamasının da zaten bir faydası olmayacaktı. Sustum... Alay tam teşekküllü olarak, Karabağ savaşına girmeye hazırdı.
Bu arada bir yıldız tanıyordum. Ceyrançöl'deki kışlada ilk defa gördüm onu. Hakan Kayhan Işık...
Bizden sonra gelen ekibin arasındaydı. Bütün kahramanlarımızda görünen tipik bir özellik olan az laf, çok iş onun da düsturu olmuştu. Orta boylu, saçları kaşlarını kapatacak kadar uzun, kumral. Atletik, güçlü bir beden yapısı var. Zarif bıyıklan aşağı sarkık. Konuştukça parlak bakımlı dişleri ortaya çıkıyor. Anlamlı gözleri "Yakında şehit olacağım" der gibi sabit ve hülyalı bakıyor.
Hafif uzun, kemikli burnu, gül yüzünde sert bir rüzgâr estiriyordu. Mesuliyet taşıyan ciddi bir duruşu vardı. O bir başkaydı. Bizler ise Hakan'daki başkalığı görebilecek ferasetten yoksunduk. Yaşayan bir şehitle hasbihal ettiğimizin farkında değildik. Yiğit, pervasız bir kültürden beslenen sağlam bir beden ve inadına kibar, ince ve narin bir ruh hâli hemen göze çarpıyordu. Bir akşam dinlenme anında yanıma gelerek selâm verdi ve konuşmaya başladı:
-Hocam, bu Ermeniler ve Apocular arasında müthiş bir benzerlik var. Her iki çetenin faaliyetleri de ortak bir karakter arzediyor. Bunların arasında acaba bir soy veya boy beraberliği var mıdır?
-Evet kardeşim. Soy sop bilmem ama PKK, Ermeni çetelerinin çağdaş bir versiyonudur. Daha doğru bir tabirle, terör örgütü Asala'nın faaliyetlerine ara vermesiyle beraber PKK terör örgütü işbaşı yapmış ve Ermeniler'in bıraktığı yerden başlayarak, hâkim devletlerin tetikçiliğini bugün itibarıyla da devam ettirmektedir.
Hakan, başını sallayarak bana hak veriyor ve yeni sorular birbirini izliyordu. Böylece istirahat zamanları sohbet ederdik. Onunla böylesine önemli konuları konuşmaktan oldukça zevk alırdım. Yaşatmak gayesinden başka bir sevdası yoktu. Korkusuzdu, cesurdu... Ancak, çok iyi teşhis ettiği Apocuların kalleş saldırısı onu ansızın yakalayacaktı.
Birkaç ay sonra Türkiye'ye dönen Hakan'ın cesareti, 1993 senesinin buz gibi soğuk geçen Kasım ayının bir Pazartesi akşamında, Erenköy Ülkü Ocakları'na atılan parça tesirli bir bombanın üzerine kapanıp, vücudunu örtü yapması ve arkadaşlarının hayatını kurtarıp, kendi canını feda etmesiyle son bulacaktı. Takvimler 22 Kasım 1993 tarihini gösterirken bir yıldız daha kayarak, zaman bir kere daha durmuş ve nice hain, kahpe pusulardan sağ çıkmayı başaran Hakan Kayhan Işık bu kalleş Ermeni-PKK saldırısı sonucunda can vererek, şehadet şerbetini içmişti.
İşin daha dehşetli bir boyutu, Ocak bombalanmadan yalnızca bir saat önce ortaokul talebelerine yönelik yapılan ders programının olmasıydı. Doğrudan 12-13 yaş okul çocukları hedef alınmış ancak Ocak'taki ders bir saat erken bitince de, talebeler bırakıldığı için, çok daha vahim bir olay önlenmiş oluyordu. Bir gün sonra Hakan, Kadıköy Söğütlüçeşme'de kılınan cenaze namazından sonra, Karacaahmet Mezarlığı'nda defnedildi.
Al bayrağa sarılı tabut, yurdun dört bir yanından gelen yüzbinlerce Ülkücü'nün omuzlarında büyük bir ihtişamla yürürken, Hakan'ın cansız bedeni bir kutsal hizmeti daha yerine getiriyor ve dosta güven, düşmana korku veren muhteşem bir manzara oluşturarak, âdeta hainlere sert bir ihtar çekiyordu. "Bir ben ölmeyle, ordu bozulmaz."
Annesinin, Hakan'ın aziz bedeni mezarlığa defnedilirken söylediği sözler ise tarihe geçecek olan bir başka duygulu ifadelerdi: "Oğlum Azerbaycan 'a nişanlısını bırakarak savaşmaya gitti ve sağ döndü. Rabbim ona şehitlik mertebesini Türkiye'de nasip etti. Şimdi geride bir evladım daha var. Gerekirse ülkem için onu da şehit vermeye hazırım."
Ceyrançöl'deki çalışmalarımız olağanüstü bir hızla devam ederken, Gence şehrinde bir karışıklık başlamıştı. Suret Hüseyinov isminde bir Albay, etrafına başıbozukları toplayarak devlete başkaldırmış ve merkezî otoriteyi tanımayarak isyan etmişti. Gence'den yükselmeye başlayan bu fitne ateşi ortalığı kasıp kavuruyordu. Gece yarısı Gence'ye doğru bir intikal başlattık.
Şafakla beraber girdiğimiz şehrin sokaklarında kimseler yoktu. Bu kente gelmeden önce psikolojik harekât kapsamında faaliyet gösteren birimlerimizi içeriye sızdırmış ve Türkiye'den çok etkili bir askerî gücün buralara geldiği haberlerini yaymıştık. Büyük bir çatışma korkusu yaşayan halk da, sokakları boşaltmış ve ortalık bize kalmıştı. Halk Cephesi'ndeyiz...
Eski bir konser salonu olan yapı, bozularak yapılan tamir neticesinde Halk Cephesi merkez binasına dönüştürülmüştü. AHC Gence Merkezi önündeki meydana karargâhımızı kurarak anacaddelere arkadaşları yerleştirdik. Hemen karşımızda bulunan 'Gence Kepez Oteli'ni de yatakhane olarak kullanacaktık. Gence AHC Başkanlığını yürüten ve aynı zamanda Samux bölge valisi de olan Rasim Mürseloğlu, bizim bütün ihtiyaç, araç ve gereçlerimizi anında karşılıyor ve isteklerimizi derhal yerine getiriyordu.
Sayımızın azlığını da, göz dolduracak yerleri tutarak telafi ediyorduk. Başımızdaki mavi berelerin süslediği üniformalarımız ve ateş gücü yüksek olan etkili silahlarımızla kent merkezinde bir üstünlük kurmuş ve asi askerleri yakından izlemeye başlamıştık. Bu arada isyancılar ortalıkta görünmez oldu. Onların kışlalarına çekilmesi bizi ileri harekâttan men ederken, verilen talimat doğrultusunda bulunduğumuz yerde pozisyon almış bekliyorduk. İlk gün olaysız geçmiş ve bize iyice alışan kent halkı ile ikinci gün iyice kaynaşmıştık. Böylece bir çatışma çıkmadan görevi tamamlayarak üçüncü günün sonunda, gönül rahatlığı içerisinde tekrar Tovuz yoluna koyulduk.
Müthiş sevgi gösterileri arasında şehri terkederken yerli halk bizimle birlikte hatıra resmi çektirebilmek için uğraşıp duruyordu. Kenti turlayarak son bir defa muhteşem bir gövde gösterisi yaptıktan sonra Gence'den ayrıldık. Ceyrançöl'e döndüğümüzde ise bir başka sürpriz bizi bekliyordu. Alay kurma faaliyetlerinden rahatsız olan birtakım şer kuvvetler, Bakü'den sert şekilde müdahale ederek bu çalışmamızı da durduruyorlardı. Çalışmaların başında olan isim, Novruz Hasan Bozalganlı Tovuz Emniyet Müdürlüğü görevinden alınmıştı.
Daha evvel defalarca gördüğümüz ve önceki olayları ortaya koyarken izah ettiğimiz gibi, Azerbaycan'da ne yazık ki; sihirli ve katranlı bir el, hep başarı kazandığımız sahalarda var olmuş ve olayların akışını değiştirerek her zaman etkisini çok yakından hissettirmişti. Azerbaycan'da yönetime sızmış olan birileri, anlaşılan oydu ki; zafer değil hezimet istiyordu. Daha önce Şıhov'da meydana gelen olumsuz gelişmeler şimdi Tovuz'da kendisini göstermiş ve Karabağ'a yürümek üzere hazır bir vaziyete gelmiş olan Ceyrançöl Alayı, hiçbir gerekçe gösterilmeden lağvedilmişti. Kampımıza döndük..
Yusuf Ziya ARPACIK Kan Fırtınası (S. 161-168) |
| | | adanusibo BalaKurt
Mesaj Sayısı : 45 Doğum Tarihi : 30/01/85 Yaş : 39 Nerden : adıyaman/ BESNİ Kayıt tarihi : 13/03/09
| Konu: Geri: KAN FIRTINASI Salı 21 Nis. 2009 - 2:29 | |
| BAKIN ÜLKÜDAŞLARIM BU SÖZLERE…..BU SÖZLERİM HAİN KÖPEKLERE……..[ YA SEVECEKSİN YA TERKEDECEKSİN ; ŞEREFSİZ KANLI ELLERİNLE DOKUNMAYACAKSIN BAYRAĞIMIN AHENGİNE , ÖMRÜN BOYUNCA CANLAR BORÇLUSUN VATANIMIN ŞEHİTLERİNE , BİR K A H P E OLARAK İŞLEDİ ÜLKÜCÜLER SİZİ YÜREĞİNE , KÖPEKLER GİBİ AF DİLESENDE SEVMEDEN YÜZ SÜREMEYECEKSİN BAYRAĞIMIN ASİL GÖLGESİNE........] cCc RADYOMHP.COM YÖNETİCİLERİ……..VATAN SEVGİSİ İMANDANDIR……C*
..cCc…..RADYOMHP…..cCc | |
| | | | KAN FIRTINASI | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|