UlkuGulu.Hareket-Forum.Net ÜLKÜGÜLÜ | UlkuGulu.com | facebook.com/UlkuGuluyuz |
|
| TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:12 | |
| Bununla beraber, bazı arapça ve acemce çoğullar vardır ki, dilimizde çoğul anlamını yani çekim niteliğini kaybetmişlerdir. Yukarıda tahrirat kelimesi bu türden olduğu gibi, ahlak, talebe, amele, edebiyat, yaran, evlad gibi birçok söyleyişler bu kadroya girer. Bu kelimelerin, dilimizde çoğulu çekimlerinin olmadıklarının bir ispatı da Türkçe'nin ler, edatı ile çoğul haline getirebilmeleridir: Ahlaklar, talebeler, ameleler, edebiyatlar, yaranlar, evladlar, tahriratlar gibi.
b) Bir dil, başka dillerin yalnız kiplerini değil edatlarını da alamazlar. Çünkü, bir kelimenin gerek başına konan, gerek sonuna eklenen edatlar da onu çekimli duruma sokarlar.Dil biliminde gerek kiplere gerek özel bir anlamı olan bir edat eki ile anlamı değişmiş olan edatlı sözcüklere morfem adı verilir. Demek ki, hiçbir dil başka dillerden "morfemler alamaz", diyecek olursak, bu sözlerle, hem kiplerin, hem de edatların bir dilden başak bir dile giremeyeceğini anlatmış oluruz.Zaten, arapçadan ve acemceden alacağımız bütün edatların Türkçe'de karşılıkları vardır: hemderd: derddaş, hemfikr: Fikirdaş, Tac-dar: taçlı, daniş-mend: danişli, sitem-kar: sitemci gibi, bunların, mutlaka, Türkçelerini kullanmak gerekir.
Bununla beraber hükümdar, hemşire, perkar gibi kelimelerde; türeme yolu ile bulacağımız dar, hem, kar edatları edatlıktan çıkmışlar, kelimenin içinde erimişlerdir. Buna göre, şu hükümdür, hemşire, perkar (pergel) kelimelerinde artık morfem niteliği kalmamıştır. Bunlar da, dil vicdanı bakımından, diğer isimler gibi, donmuş kelimeler niteliğini kazanmışlardır.Farsçadan, ayrı olarak, yalnız üç edat halk diline girmiştir.: Bunlardan biri, gerçekten edat olan nispet i'sidir. Diğerleri gerçekte isim oldukları halde, halkımızın dilinde edat haline düşen hane ve name sözleridir.
i edatı, birinci olarak, özel renkleri ifade eden sıfatların sonlarında görülür: Patlıcani, demiri, gümüşi, kurşuni, portakali, samani v.b. i edatı, ikinci olarak, Türk müziğinde her kabilenin özel ezgisine özel marşına verilen isimlerle görülür: Türkmani, Varsagi, Beyati, Karcıhari (Karaçar), Türki gibi, bu iki tür örnekte gördüğümüz i edatı, Türkçe bir edat hükmüne geçmiştir. Bunun açık delili Türkçe kelimelere eklenebilmesidir. Fakat i edatı, bu iki dairenin dışında kullanıldığı zaman, Türkçe değildir. O halde, o gibi değimleri kullanmayarak Türkçe karşılıklarını aramalıyız.
Mesela edebi hafta yerine edebiyat haftası diyebiliriz. Hayati mesele yerine hayat meselesi diyebiliriz. Ser-kitabi'ye başkitapçı diyebiliriz. Cebri'ye cebirci, her'etiyun'a hey'etçiler (kozmoğrafyacılar) diyebiliriz. Bu şekilde i edatının kullanılışını azaltmakla beraber, ne yazık ki, en esaslı ilk ve kuralımıza aykırı olarak, birçok terimlerde bu edatı kabul etmek zorundayız. Türkçülük, yeni Türkçe'ye güçlük çıkaran bütün engelleri : kırdığı halde, bu küçük edat karşısında hoşgörülü olmak zorunda kaldı. Mesela, tabii hadiseler'e tabiat hadiseleri diyebiliriz; fakat, bu hadise tabiidir, yahut değildir demek gerekince i edatının bütün bütün atılamayacağını itiraf etmek zorundayız. Marazi, içtimai, ruhi, hayati, bünyevi gibi kelimeler de, aynen tabii kelimesi gibidir.
Bununla beraber, mademki bu iki edat iki tür kelimede Türkçe bir edat hükmüne geçmiştir: onu diğer kelimelerde de özellikle terim oldukları zaman - kullanmak geçerli olabilir. Hane sözünün yazıhane, yemekhane, yatakhane, gibi kelimelerde ve name sözünü yıldızname, Oğuzname gibi kelimelerde görüyoruz. Gerekli olduğu için, bu sözler de Türkçe edatlar arasına sokulursa dilimiz zenginleşir.
c) Bir dil başka dillerden kipler ve edatlar alamadığı gibi tamamlama kuralları da alamaz. Oysa ki, eski Osmanlıcıda arapçanın, farsçanın her türlü tamlamaları vardı: İsim tamlaması sıfat tamlaması.Tamlamalar da kipler ve edatlar gibi morfem kadrosuna girerler. Her dilde gerek tamlayan ve gerek tamlanan birer morfemdirler; sıfat da, nitelenen kelime de birer morfemdirler. O halde, başka dillerden tamlama alınmaması hakkındaki ana kuralın bir bölümünü meydana getirirler.Türkçe'de isim ve sıfat tamlamalarının her çeşidi bulunduğu için, arapça ve farsça tamlamalara hiç ir gerek yoktur. Eski Osmanlı edebiyatçıları ve bilginleri bu tamlamaları bir ihtiyaç yüzünden almamışlardır. Onların gözünde arapça ve farça dil olarak Türkçe'den güzel oldukları gibi; arapça ve farsçanın kelimeleri, kipleri, edatları ve tamlamaları da Türkçeninkilerden daha güzeldir.
Oysa ki, hiçbir dile, objektif olarak, "diğer dillerden daha güzeldir" denileme: Her dilin,kendisine özgü bir güzelliği vardır. Her millet, sübjektif olarak,kendi dilini daha güzel görür. Evet, arapça güzel bir dildir, farça da güzel bir dildir. Fakat bu diller, en çok, kendi milletlerine güzel görünür. Bizim için de en güzel görünen dil Türkçe'dir. Kelimelerin, kiplerin edatların, tamlamaların güzelliği, kendi dillerine oranladır. Bunlar, ancak kendi dilleri içinde güzeldirler. Arapça bir kelime arapça bir cümle içinde güzel olduğu gibi, farça bir tamlama da fransızca bir cümle içinde güzel görünür. Bir kadının oldukça güzel olduğu olan gözlerini veya burnunu başka bir kadının yüzüne aktarınız. Bunları orada çirkin görürsünüz. Bunun gibi, dilin kelimeleri ve tamlamaları da, kendi cümleleri içinde ne kadar güzelse, başka dillerin cümleleri içinde de o kadar çirkindir.
Not : "Türkçülüğün Tarihi" bölümünde arı dilcilerin halk diline geçmiş olan arapça ve farsça kelimeleri de Türkçe'den çıkarmak istediklerini yazmıştım. Dün, Fuad Raif Bey ile bu konu hakkında tekrar görüştük. Arı dillicilerin lideri konumunda bulunan bu kişi halk diline geçmiş olan arapça ve acemce kelimelerin Türkçe sayılması konusunda bizimle hiçbir ayrılığı olmadığını ve aramızdaki ayrılığın edatlarla ilgili olduğunu söyledi. Yukarıda açıkladığımı gibi, yeni Türkçecilere göre Türkçe'nin işlek olan edatları ile istenildiği kadar yeni kelimeler türetilebilir. Fakat, işlek olmayan edatlarla yeni kelimeler yapılamaz. Fuad Raif Bey, kendisinin bu fikre şiddetle karşı olduğunu edatlarla işlek ve işlek olmayan sınıflandırılmasını tanımadığını, Türkçe'nin her türlü edatları ile yeni kelimeler yapılabildiği gibi, Kırgızca'dan, Özbekçe'den, Tatarca dan, alınacak veya büsbütün yeniden yaratılacak edatlarla da yeni kelimeler yapılabileceğini söyledi. Hatta, farsçadaki nisbet i'sine karşı ki, gı edatını icada taraftar olduğunu; mesela, hayati sıfatı yerine hayatki; edebi sıfatı olduğunu söyledi. O halde, yukarılarda Arı dilcilik hakkında yazdığım şeyleri bu sözlere göre düzeltmek gerekir. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:12 | |
| YENİ TÜRKÇE'NİN MİLLİLEŞTİRİLMESİ VE İŞLENMESİ
Bazıları,yeni Türkçe'yi, yalnız oluşsuz ilkelere sahip zannederler: Dilimizde, Osmanlı edebiyatının soktuğu fazla ve zararlı birçok sözler çekimler tamlamalar, edatlar vardır. Yeni Türkçe, yalnız fazla unsurların dilimizden çıkarılması ile meydana gelemez. Bu hedef, yeni Türkçe'nin yalnız olumsuz amacıdır. Yeni Türkçe'nin, olumlu amaçları da vardır. Çünkü eski Osmanlıca'nın hastalığı, yalnız, fazla sözleri çekimleri, kelimeleri, edatları içermesinden ibaret değildi. Hastalık bundan ibaret olsaydı, bu fazla unsurları atlamak dilimizi kolayca tedavi etmeyi başarabilirdir. Halbuki eski Osmanlıca'nın ikinci bir hastalığı da, birçok kelimelerin eksik bulunmasıydı. Türkçülüğün çıkışına kadar, dilimizde, yazılamaması, edebiyatta da dünya şaheserlerinden hiç birinin açık ve doğru çevirisinin açık ve doğru yapılamaması bu eksikliğin canlı kanıtlarıdır.
O halde dilimizin tam bir iyileştirmesi bu eksik kelimelerin aranıp bulunması ile ve dilimizin organizmasında yerli yerine konulması ile mümkündür. İşte, yeni Türkçe'nin olumlu gayesi bundan ibarettir.
Yazı dilimizde eksik olan kelimeler, iki kısımdır. 1 - Milli deyimlerdir. İstanbul'da ve Anadolu'da kullanılan birçok deyimler özel tamlamalar kural dışı özellikler ve cümleler vardır ki henüz azı dilimize girmemiştir. Halbuki dilimizin milli zenginliğini, güzellik hazinelerini bunlar oluşturur. Her şehrin öğretmenleri ile Türk Ocakları ve Etnografya Müzesi bu özel deyimleri toplamağa çalışırsa, bunlardan birçoğunu elde etmek mümkün olur. Halk kitaplarında, halk masalları, halk şiirlerinde ve atasözlerinde bu gibi deyimlere ve dil özelliklerine çok rastlanır. Özellikle Dede Korkut Kitabı'ndan, bu bakımdan, çok yararlanabiliriz. Çünkü bu kitap, Oğuzların "liyada"sı niteliğindedir ve dili de eski Oğuzcadır. Demek ki, bize özgü Türkçe'nin anasıdır. Bu kitap, hiç değiştirilmeksizin, yeni yazım ile, düzenli ve okunaklı şekilde yeniden basılırsa, yeni Türkçe'mizin zengin bir hazinesi olacaktır. Başka Türk lehçeleri ile yapılacak karşılaştırmalar da, bize Türk şivesinin birtakım ortak özelliklerini gösterebilir. Mesela Orhon Kitabesi'nde işimi, gücümü kime vereyim? İlim, törem hani?, beyli budunlu gibi deyimler görüyoruz.
Bu deyimlerin birincisi hala dilimizde (iş,güç) biçiminde kullanılmaktadır. İkincisi tarzında birçok deyimlere rastgeliriz: Oymağımız, töremiz, yurdumuz, ocağımız, evimiz, bakımız, soyumuz, sopumuz gibi. Üçüncüsüne benzeyen deyimlerimiz de şunlardır: İrili Ufaklı; büyüklü küçüklü.Bunlardan başka, Kırgız-Kazakların Manas Destanı ve diğer Türk dillerinin massalları ile şiirleri bize Türk lehçelerinin ortak ve özel şivelerini gösterebilir.
2 - yazı dilimizde eksik olan kelimelerin ikinci kısmı milletlerarası kelimelerdir. Bir millet hangi medeniyet topluluğuna hangi milletlerarası birliğe üyeyse onun bütün ilmi kavramlarını, felsefi görüşlerini, edebi hayallerini ve lirik duygularını ifade edecek özel kelimeler sahip olması da gerekir. Türkler, şimdi, Avrupa Medeniyeti'ne kesin ir biçimde girmeğe kararlı olduklarından bütün Avrupalı kavramları ve anlamları ifade edecek yeni kelimelere gerek duymaktadırlar.Tercüme sırasında yurdumuzda büsbütün yeni olan birçok kavramlara ve anlamlara rastlanılacağından bunlar için karşılıklar bulmak gerekecek. Bunun için ne yapmalı? Önce, bu anlamların kelimeleri yazı dilimizde yok olsa da, alet isimleri dilimizde çoktur. Coğrafi durumları anlatacak kelimelerse, oldukça çoktur. İçten duyuları sezdirecek duygusal kelimelerimiz de oldukça vardır. Demek ki, terimler ve yeni anlamları için, önce halk diline başvurmamız gerekir.
Bu kaynağa başvurduktan sonra bulamadığımız yeni anlamlar kalırsa o zaman, Türk edatları, çekimleri ve tamlama kuralları ile yeni kelimeler yaratmağa çalışmalıyız. Bu araç da yetişmezse, o zaman, zorunlu olarak, arapça ve farsçaya başvurarak bunlardan yeni kelimeler alırız. Fakat şu şartla ki, alacağımız kelimeler tamlama halinde bulunmamalı, tek kelime halinde olmalıdır. Mesela, evvelce ilm-i menafiü'l-azam denilen fizyolojiye, şimdi, tek kelime ile gariziyat deniliyor. Bunun gibi, ilmü'l-arz'a arziyat (Jioloji), ilm-i hayat'a hayatiyat (biyoloji), ilmü'l-ruh'a ruhiyat (psikoloji) deniliyor. Bugün arapça yat edatı ile bütün yeni bilimlere kolayca isimler takabiliriz. Asuriyat, Mısrıyyat, Cumudiyat v.b.
Bununla beraber, bazı yabancı kelimeleri aynen kabul etmemiz de gereklidir. Bunlar da iki bölümdür, birinci bölüm, bir millete veya bir devre yada mesleğe özgü özel durumları anlatan kelimelerdir ki, bunlardan hiçbir dile çevrilmemiş bütün diller tarafından olduğu gibi benimsenmiştir. Feodalizm, şovalyelik, rönesans, reform, jakobenlik, sosyalizm, bolşeviklik, aristokrak, demokrat, diplomat, tiyatro, roman, klasik, romantik, dekadan v.b.İkinci bölüm teknik ve sanayiye ait her türlü alet, makine, eşya adlarıdır. Bunlar çoğunlukla doğrudan doğruya hak tarafından alınır ve bunlar da diğer milletler tarafından aynen kabul edilmiş tercümelerine çalışılmamıştır: Vapur, şimendifer, telgraf, telefon, tramvay, gramofon ve benzerleri gibi.
Yeni Türkçe'nin modern bir dil olması için, yapılması gereken bir iş daha vardır. Fransızca'dan Türkçüye sözlükleri inceleyin8ce görürüz ki, Fransızca kelimelerin her anlamı için, Türkçe'den birkaç örnek gösteriliyor. Halbuki, her anlam için yalnız bir kelimemizin bulunması yeterlidir. Karışlıkların böyle çok olması, ilk bakışta, dilimizin zengin olduğunu gösterir. Oysa ki, iş öyle değildir. Sözlüğün başka sayfalarındaki başka kelimelere bakacak olursanız, aynı kelimeleri görürsünüz. Böylece bir Türkçe kelimenin birçok Fransızca kelimeye karşılık sayıldığını görürsünüz. Bundan anlaşılıyor ki fransızca kelimelerin dilimizde tam, belirgin açık karşılıkları yoktur.
Aynı zamanda, herhangi bir dilin mükemmel oluşu da, her kelimesinin yalnız bir anlama her anlamının da yalnız bir kelimeye sahip olmasıyla meydana gelir. O halde, yeni Türkçe'yi, her kelimesi yalnız bir anlama gelecek ve her anlamı da bir tek kelimeye sahip olacak hale sokmalıyız. Avrupa dilleri, birbirlerinden kolayca çeviri yapabilirler: çünkü ingiliz, alman, rus, italyan,v.d. dillerinin her kelimesi Fransızcanın bir tek kelimesine karşılık gelircesine bu diller arasında bir paralellik meydana gelmiştir. İşte bir de yeni Türkçüye bu biçimi vermeğe çalışmalıyız. Bu esas üzerine bir Türk lügati ve ir de Türkçe'den Fransızca'ya ve Fransızca'dan Türkçe'ye sözlükler meydana getirmeliyiz.
Yapılacak Türk sözlüğünde kelimelerin Türkçe, arapça, farsça olduklarını göstermek doğru olamaz. Çünkü ir milletin sözlüğüne giren kelimeler, artık o milletin milli diline mal olmuştur. Bu kelimelerin ne biçimde oluştukları yalnız nereden türediklerini gösteren ve parantez içine alınan kısaltmalarla anlatılır. Yeni Türkçe'nin yazılacak yeni gramerinden de arapçanın ve farsçanın gramer ve sentaks kuralları çıkarılarak, kitabın sonundaki türeme kısmına konulmalıdır.
Yeni Türkçe, önce dilimizi gereksiz arapça ve farsça deyimlerle tamlamalardan temizlemek ikinci olarak, ona, henüz varlıkların bilmediğimiz milli deyimleri ve anlatım biçimlerini: üçüncü olarak ise, henüz sahip olmadığımız için yaratmak zorunda olduğumuz milletlerarası kelimeleri eklemekle meydana gelecektir. Bu tür işlemden birincisine temizleme, ikincisine millileştirme, üçüncüsüne işleme adlarını verebiliriz. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:13 | |
| DİLDE TÜRKÇÜLÜĞÜN İLKELERİ
Şimdi, burada, dilde Türkçülüğün ilkelerini sıralayalım:
1) Milli dilimizi meydana getirmek için, Osmanlı dilini hiç yokmuş gibi bir tarafa atarak Halk edebiyatına temel görevini gören Türk dilini aynen kabul edip İstanbul halkının ve özellikle İstanbul hanımlarının konuştukları gibi yazmak.
2) Halk dilinde Türkçe eş anlamlısı bulunan arapça ve farsça kelimeleri atmak, eş anlamı olmayıp küçük bir nüansa sahip olanları dilimizin korumak.
3) Halk diline geçip söyleniş ve anlam bakımından galatat adını alan arapça ve farsça kelimelerin bozulmuş şekillerini Türkçe saymak ve yazımlarını da yeni söylenişlerine uydurmak.
4) Yerlerine yeni kelimeler konulduğu için, fosil haline gelen eski kelimeleri diriltmemeğe çalışmak.
5) Yeni terimler aranacağı zaman, önce hak dilindeki kelimeler arasında aramak; bulunmadığı takdirde, Türkçe'nin işlek edatlarıyla ve tamlama ve çekim yöntemleriyle yeni kelimeler yaratmak; buna da imkan bulunmadığından arapça ve farsça tamlamasız olmak şartıyla yeni kelimeler kabul etmek ve bazı devirlerin ve mesleklerin özel durumlarını gösteren kelimelerle, tekniklere ait alet isimlerini yabancı dillerden aynen almak.
6) Türkçe'de arap ve fars dillerinin kapitülasyonları kaldırılacak bu iki dilin ne çekimlerini ne edatlarını ne de tamlamalarının dilimize sokmamak.
7) Türk halkının bildiği ve kullandığı her kelime Türkçe'dir, hak için sevimli olan ve yapay olmayan her kelime millidir. Bir milletin dili, kendisini cansız köklerinden değil, canlı kullanımlarından kurulan, canlı bir organizmadır.
İstanbul Türkçe'sinin fonetiği, morfolojisi ve leksik'i yeni Türkçe'nin temeli olduğundan, başka Türk lehçelerinden ne kelime, ne çekim ne edat, ne de tamlama kuralları alınamaz. Yalnız karşılaştırma yoluşla Türkçe'nin cümle yapısına ve özel deyimlerindeki şivesini anlayabilmek için bu lehçelerin derin bir biçimde incelenmesine gerek vardır.
9) Türk medeniyetinin tarihine ait eserler yazıldıkça,y eski Türk kurumlarının isimleri olmak dolayısıyla, çok eski Türkçe kelimeler yeni Türkçe'ye girecektir. Fakat bunlar terim olarak kalacaklarından, bunların hayata dönmesi, fosillerin dirilmesi biçiminde düşünülmemelidir.
10) Kelimeler, gösterdikleri anlamların tarifleri değil, işaretleridir. Kelimelerin anlamları köklerinin bilmekle anlaşılmaz.
11) Yeni Türkçe'nin, bu esaslar içinde bir sözlüğüyle bir de grameri oluşturulması ve bu kitaplarda, yeni Türkçe'ye girmiş olan arapça ve farsça kelimelerin ve deyimlerin yapılarına ve oluşturulma biçimlerine ait bilgi, dilin fizyoloji değil, paleontoloji ve jeneoloji konusu olan türeme bölümüne konulmalıdır |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:14 | |
| TÜRKLERDE ESTETİK ZEVK
Eski Türklerde, estetik zevk çok yüksekti. Turfan'da bulunan mermer heykeller, hiç de yunan heykellerinden aşağı değildir. Tolunlular ile Ahşidlerin, Selçuk terklerinin, Harezm Türklerinin, Timurluların, Osmanlıların, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türklerinin Mısır'da, Irak'ta, Suriye'de, Anadolu'da, İran'da, Türkistan'da, Hint'te, Afganistan'da yaptırdıkları camiler, saraylar, türbeler, köprüler, çeşmeler dünyanın en güzel eserlerindendir.
Gaston Richard Türkmen kızlarının bir harika olarak yaptıkları nefis halılardan söz ederken. Mihaliof'un şu sözlerini aktarıyor: "Hiçbir araca hiç bir modele, teknik nitelikte hiçbir öğretim ve eğitimine sahip olmayan Türkmen kızlarının taklidi mümkün olmayan nakışlarla süslü çok nefis halılar meydana getirebilmesi, ancak, bir san'at içgüdüsüne sahip oluşlarıyla açıklanabilir.
Türk masallarıyla halk şiirlerinin güzelliği de, Türklerin estetik alanında büyük bir yeteneğe sahip oldukların gösterir. Fakta, yazık ki, Osmanlı sanatçılarının hatası yüzünden, şimdiye kadar, bu sanat yeteneği Avrupalı bir eğitiminden yoksun kalmıştır. Bu tehzibi gördükten sora, hiç şüphe yoktur ki, gelecekte de en yüksek sanatlardan biri olacaktır. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:15 | |
| MİLLİ ÖLÇÜ
Eski Türklerin şiir ölçüsü hece ölçüsüydü. Kaşgarlı Mahmud'un sözlüğündeki Türkçe şiirler, hep hece ölçüsündedir. Sonraları Çağatay ve Osmanlı şairleri, taklit yoluyla, İranlılardan aruz ölçüsünü aldılar. Türkistan da Nevai, Anadolu'da Ahmet Paşa aruz ölçüsünü yükselttiler. Saraylar, bu ölçüye değer veriyorlardı. Fakat halk, aruz ölçüsünü bir türlü anlayamadı. Bu nedenle halk şairleri, eski hece ölçüsüyle şiirler söylemekte devam ettiler. Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Kaygusuz gibi tekke şairleri ve Aşık Ömer, Dertli, Karacaoğlan gibi saz şairleri hece ölçüsüne bağlı kaldılar.
Türkçülük ortaya çıktığı zaman, aruz ölçüsüyle hece ölçüsü yan yana duruyordu. Güya birincisi seçkinlerin ikincisi halkın söyleyiş araçlarıydı. Türkçülük, dildeki ikiliğe son verirken, ölçüdeki bu ikiliğe de ilgisiz kalamazdı. Özellikle tamlamalı dilden ayrılmadığı için, bu iki Osmanlı kurumu hakkında aynı yargıyı vermek gerekir. Bunun üzerine, Türkçüler, tamlamalı dilde beraber, aruz ölçüsünü de milli edebiyatımızdan kovmağa karar verdiler.
Sade dil, aruz ölçüsüne pek uymuyordu. Oysa ki, hece ölçüsüyle sade dil arasında yakın bir akrabalık vardır. Sarayın ihmaline rağmen halk, sadece Türkçe ile hece ölçüsünü iki değerli tılsım gibi, sinesinde saklamıştı. Bu nedenle Türkçüler, bunları bulmakta güçlük çekmediler.
Bununla beraber hece ölçüsü bazı şairlerimizi yanlış yollara götürdü. Bunlardan bir kısmı,Fransızların hece vezinlerini taklide kalkıştılar. Mesela, Fransızların Alexandrın dedikleri (6+6) ölçüsünde şiir yazdılar. Bu şiirler, halkın hoşuna gitmedi. Çünkü, halkımız hece ölçüsünün ancak bazı biçimlerinden zevk alıyordu. Milli ölçülerimiz halk tarafından kullanılan bu sırlı ve belirli ölçülerdir. Halk ölçüleri arasında, (6+6) şekli yoktur; bunun yerine, Türk halkı, bu son ölçüden çok hoşlanıyor.
Bu tecrübe, aynı zamanda, başka milletlerden ölçü alınamayacağa kuralını da meydana attı. Böylece bizdeki hece vezni taraftarlığı başka dillere ait hece ölçülerini taklit demek olmadığı ve Türk halkına özgü hece ölçülerini canlandırmadan ibaret bulunduğu ortaya koydu. Hece ölçüsünü yanlış yola götüren şairlerden bir kısmı da, ölçüler icadına kalkıştılar. Bunların yoktan var ettiği ölçülerden bir çoğunu da halk kabul etmedi. Böylece anlaşıldı ki, milli ölçülerle halkın eskiden beri kullanmakta olduğu ölçüler sonradan kabul edildiği ölçülerdir. Halkın hoşlandığı ölçüler hece biçiminde olsa bile, milli ölçülerden sayılamaz.
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:16 | |
| EDEBİYATIMIZIN MİLLİLEŞTİRİLMESİ VE İŞLENİLMESİ
Türkçülere göre, edebiyatımız yükselebilmek için, iki sanat müzesinde eğitim görmek zorundadır.
Bu müzelerden birincisi Halk Edebiyatı, ikincisi Batı Edebiyatı'dır. Türkçü şairler ve yazarlar bir taraftan halkın güzel eserlerini, öte yandan Batı'nın şaheserlerinin model olarak almalıdırlar. Türk edebiyatı, bu iki çıraklık devresini geçirmeden, ne milli olabilir, ne de gelişebilir. Demek ki edebiyatımız bir taraftan halka doğru öbür8 yandan Batı'ya doğru gitmek zorundadır.
Halk edebiyatı ne gibi şeylerdir? Önce masallar, fıkralar, efsaneler, menkıbeler, üstureler; ikinci olarak, atasözleri, bilmeceler; üçüncü olarak, Dede Korkut Kitabı, Aşık Kerem, Şah İsmail, Köroğlu gibi hikayelerle Ceng-name'ler; beşinciolarak, Yunus Emre, Kaygusuz, Karacaoğlan, Dertli gibi tekke ve saz şairleri; altıncı olarak, Karagöz ve Nasreddin Hoca gibi canlı edebiyatlar.
Edebiyatımız, bu modellerden ne kadar çok feyiz alırsa, o kadar çok millileştirilmiş olur. Edebiyatımız ikinci tür modelleri de Homere ile Virgile'den başlayarak, bütün klasiklerdir. Yeni başlayan bir milli edebiyat için en güzel örnekler, klasik edebiyatın şaheserleridir. Türk edebiyatı, klasiklerin bütün estetik gıdalarını içine sindirmeden, romantiklere ve daha sonraki mesleklere yanaşmamalıdır. Çünkü genç milletler, idealleri kahramanlıkları yücelten bir edebiyata muhtaçtırlar. Klasik edebiyatlar, genellikle bu amacı sağlayacak niteliktedir. son zamanda Fransa'da klasik edebiyatın bu eğitici rolünü kanıtlayan canlı bir delildir. Edebiyatımız Batı şaheserleri müzesinde geçireceği çıraklığa da Milli Edebiyatımız batılılaşması diyebiliriz.
Bu ifadelerden anlaşıldı ki, milli edebiyatımız milleştirme ve batılılaştırma adları verilen iki eğitim devresinden geçtikten sonra milli, hem Avrupalı bir edebiyat haline girecektir. Milli edebiyatımızın kuruluşunda Türk Ocakları'nın da büyük bir rolü vardır. Türk Ocakları, sahnelerinde, halk tiyatrosu olan Karagöz ile Orta Oyunu'nu ara-sıra göstererek canlandırmalıdırlar. Masalcılara masal söyleterek, meddahlara taklitlere yaptırarak, saz şairlerine destanlar, koşmalar, maniler okutarak milli edebiyatı canlı bir biçimde halka gösterebilirler. Dede Korkut, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Dertli, Karacaoğlan, Aşık Ömer, Gevheri gibi halk şairlerine ve Nasreddin Hoca, İncili Çavuş, Bekir Mustafa gibi halk tiplerine özel geceler ayırarak, bunların hatıralarını devam ettirmeğe çalışmalıdırlar. Halk edebiyatına ait kitaplarla, sözlü gelenekleri toplayıp halk kütüphaneleri kurmakta Türk Ocakları'nın görevlerinden biridir.
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:17 | |
| MİLLİ MÜZİK
Avrupa müziği girmeden önce yurdumuzda, iki müzik vardı:bunlardan biri Farabi tarafından Bizans'tan alınan Doğu müziği diğeri eski Türk müziğinin devamı olan Halk melodilerinden ibaretti.
Doğu müziği de, Batı müziği gibi, eski yunan müziğinden doğmuştu. Yunanlılar, halk melodilerinde bulunan tam ve yarı sesleri yeterli görmeyerek, bunlara dörtte bir; sekizde bir, on altıda bir sesleri eklemişler ve bu sonunculara "çeyrek sesler" adını vermişlerdi. Çeyrek sesler, doğal değildi. Bundan dolayıdır ki, hiçbir milletin halk melodilerinde, çeyrek seslere rastlanılmaz. Buna göre, yunan müziği doğal olmayan seslere dayanan yapay müzik idi. Bundan başka, hayatta tekdüzelik olmadığı halde, yunan müziğinde aynı melodinin tekrarlanmasından ibaret üzücü bir tekdüzelik vardı.
Ortaçağ Avrupa'sında ortaya çıkan opera yunan müziğindeki bu iki kusuru giderdi. Çeyrek sesler operaya uymuyordu. Bundan başka, opera bestecileri ve oyuncuları, halktan oldukları için, çeyrek sesleri bir türlü anlamıyorlardı. Bu nedenlerin etkisiyle Batı operası, Batı müziğinden çeyrek sesleri çıkardı. Aynı zamanda opera duyguların, heyecanların, tutkuların arka arakaya gelmesinden ibaret bulunduğundan "armoni"yi ekleyerek Batı müziğini monotonluktan bu ki yenilik olgunlaşmış Batı müziğinin doğmasına neden oldu.
Doğu müziğine gelince; bu, tamamen eki halinde kaldı. Bir taraftan çeyrek sesleri koruyordu diğer yönden armoniden hala yoksun bulunuyordu. Farabi tarafından arapçaya aktarıldıktan sonra bu hasta müzik sarayların rağbetiyle, farsçaya ve osmanlıcaya da aktarılmışlardı. Diğer taraftan Ortodoks ve ermeni keldani, süryani kiliseleriyle yahudi sinagoğu da bu müziği Bizans'tan almışlardı. Osmanlı ülkesinde bütün Osmanlı elemanlarını birleştiren tek kurum olduğu için, buna Osmanlı milletler topluluğu müziği adını vermek de gerçekten çok uygundu. Bu gün, işte, şu üç müziğin karşısındayız. Doğu müziği, Batı müziği, Halk müziği. Acaba, bunlardan hangisi bizim için millidir?
Doğu müziğinin hem hasta, hem de milli olmadığını gördük, halk müziği milli kültürümüzün, batı müziği de yeni medeniyetimizin müzikleri olduğu için her ikisi de bize yabancı değildir. O halde, milli müziğimiz, memleketimizdeki Halk müziğiyle Batı müziğinin kaynaşmasından doğacaktır. Halk müziğimiz bize birçok melodiler vermiştir. Bunları toplar ve batı müziği formlarına göre "armonize" edersek hem milli, hem de Avrupalı bir müziğe sahip oluruz. Bu görevi gerçekleştirecek olanlar arasında, Türk Ocakları'nın müzik toplulukları da vardır. İşte Türkçülüğün müzik alanındaki programı esas itibarıyla bundan ibaret olup bundan ötesi milli müzikçilerimize aittir. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:17 | |
| DİĞER SANATLARIMIZ
Diğer sanatlarımız tamamıyla halk tarafından yaratıldıkları için, tamamen millidirler. Dans, mimari, nakkaşlık, ressamlık, hattatlık, marangozluk, demircilik, çiftçilik, boyacılık, çuhacılık, halıcılık, kilimcilik, v.s., v.s. gibi. Osmanlı yüksek tabakası; bedenle ilgili olan veya el aracılığıyla yapılan bu işleri sıradan saydığı için, halka bırakmıştır. Bundan dolayı Türkçülük bu sanatların hepsini benimsemiştir.
Fakat, ne yazık ki, bu sanatlar tanzimat devrinden itibaren, milli ekonomiye önem verilmeyerek, Adam Smith'in "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" ilkesine uyulması yüzünden, hep yok oldular. Türkçülüğün görevi şimdi bunları yeniden diriltmeğe çalışmaktır. Bir taraftan, Avrupa medeniyetiyle beraber, Avrupa tekniklerini de almalıyız. Fakat, diğer yönden, milli güzellik hazinelerimiz olan bu güzel sanatlarımızı da elimizden büsbütün kaçırmağa çalışmalıyız. Bunu yapabilmek için, önce, bu sanatların ürünlerini milli müzelerde toplayıp sergilemek sonrada bunlara ait reçeteleri yapım biçimlerini bulup öğrenerek kitaplarla, dergilerle yayınlamak gerekir.
Mesela genellikle kök boyalar kullanılarak yapılan milli boyacılığımız büsbütün sönmek üzeredir. Şimdi Anadolu'da yapılmakta bulunan kilimler ya adi sabit olmayan Avrupa boyalarıyla, yahut Almanların sabit,fakat madeni olan boyalarıyla boyanmaktadır. Sabit olmayan boyalar az zamanda bozuldukları ve Alman boyaları da parlaklığınla milli zevkimize uygun gelmedikleri için, her ikisi de milli sanatımız için zararlıdırlar. Dokumacılıkta milli olmayan ellerin resmettikleri yeni nakışlar da milli zevk anlayışımıza uymuyor. O halde ülkemizdeki sanatçıları bu gibi sapmalara son vererek, milli sanatımıza dönmeye çağırmalıyız. Bu konuda da Türk Ocakları oldukça önemli görev üstlenebilir. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:18 | |
| MİLLİ ZEVK VE İŞLENMİŞ ZEVK
Her millette güzellik anlayışı farklıdır. Bir milletin güzel saydığı şeyleri başka bir millet çirkin sayabilir. Bu yüzden zevkin milli olması gerekir. Gerçekten de her milletin milli bir zevk anlayışı vardır.
Eğer, bir millet milli zevkinden uzak düşmüşse sanat alanında yaptığı şeyler hep basit taklitlerden ibaret olur. Osmanlı şairleriyle, yazarları buna örnektir. Çünkü onlar milli zevki tümüyle kaybetmişlerdir. Yazdıkları şeyler, ya acem taklitlerinden veya Fransız taklitlerinden ibaretti. O halde estetik alanında yükselmek isteyen bir millet, her şeyden önce milli zevkini bulmağa çalışmalıdır.
Milli zevki bulmak için halka doğru gitmek, hak sanatlarından uzun uzadıya estetik bir eğitim almak gerektiğini anladık. Fakat, gerçek sanatçı olabilmek için, bu estetik eğitimi almış olmak yeterli değildir. Gerçek sanatçı olabilmek için, güzel sanatların milletlerarası ustaları olan sanat dahilerinden zevk dersi, zevk eğitimi almak da gerekir. Milletlerarası dehalardan alınan bu feyizli eğitime de işleme adı verilir.
Görülüyor ki, gerçek bir sanata sahip olabilmek için, sanatımızın önce millileştirilmesi sonra da işlenmesi gerekiyor. Bu ilkeyi canlı bir örnek ile açıklayalım: İtalya'nın Rönesans devrindeki sanatçıları özellikle ressamlarla heykeltıraşlar, eski yunan - Latin sanatcıları - nın dahice eserlerine hayran olmuşlardır. Zira bu eserler; Venüs'lerin, Minerva'ların, Apollon'ların bu heykelleri teknikte olgunluğun son derecesine ulaşmıştır.
Rönesans sanatçıları bu tekniği büyük emeklerle öğrendiler; eğitim yöntemleriyle kendilerine mal ettiler. Fakat, eski yunan-Latin eserlerin aynen taklide kalkışmadılar. Çünkü halk, artık, o mitolojik kişiliklere hiçbir değer vermiyordu. Rönesans, devrini halkına göre, kadınlar arasında dünya güzeli ancak Hazret-i Meryem olabilir. Erkekler arasında da dünya güzeli Hazret-i İsa idi. Gerçek sanatın görevi ise, başka milletlerin veya başka devirlerin estetik ideallerinin resmini yapmak değildir. Gerçek sanat, arasında bulunduğu milletin ve içinde yaşadığı devrin estetik ideallerini tasvire çalışmaktır.
İşte, Mikel Anj, Rafael gibi Rönesans sanatçıları, bu noktaları düşünerek doğru yolu buldular: Hazret-i Meryem'e,Venüs'ün teknik güzelliğini verdiler. Hazret-i İsa'ya da Apollon'un vücut güzelliğini verdiler. Diğer azizleri de, bu mitolojik güzellikler içinde gösterdiler. Bu iki unsurun, milletlerarası işleme tekniği ile milli kültürün birleşmesinden yüksek bir sanat doğdu. İşte, güzel sanatlar tarihinde Rönesans Sanatı adı verilen budur.
Katolik kilisesi, bu heykellerle resimleri kabul ederek, tapınaklarına bir müze biçimi verdi. Oysa ki, Bizans'ın ve ütün Doğu'nun Ortodoks kiliseleri, kutsal tasvirlerini yunan-Latin modellerine benzetmeğe çalışmadılar; Sami kavimlerden aldıkları kaba örneklere benzer bir biçimde resmetmeğe devam ettiler. Bu nedenle Ortodoks milletlerin sanatları gelişemedi.
Rönesans'tan sonra,Avrupa'da her millet estetik hayatının gelişmesi sırasında, hep böyle hareket etti. Shakespeare, Rousseau, Goethe gibi romantik dahiler, hem halk eğitimini almışlar, hem de eski yunan-Latin tekniklerini benimsemişlerdi. Bu sayede, her birikendi milleti için, hem milli, hem de gelişmiş bir edebiyat meydana getirdi. İşte, Türkçülüğün estetik programı da bu yöntemlerin uygulanmasından ibarettir. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:19 | |
| TÜRKLERDE AHLAK
Büyük milletlerden her biri, medeniyetin özel bir alanında birinciliği kazanmıştır. Eski yunanlılar estetikte,Romalılar hukukta, Yahudilerle Araplar dinde, Fransızlar edebiyatta,Anglosaksonlar ekonomide,almanlar müzik ile felsefede, Türklerde ahlakta birinciliği kazanmışlardır.
Türk tarihi, baştan başa, ahlaki erdemlerin sergisidir. Türklerin yenilmiş milletlere ve onların milli ve dini varlıklarına dini ve sosyal özerkliklere vermesi, her türlü takdirin üstündedir. Fakat,bu iyiliğe karşı,yenilmiş milletler cömert Türklerden almış oldukları bu izinleri Türklerin aleyhine çevirerek,kapitülasyon adı verilen zincirlerle Türkleri bağlamağa ve boğmağa çalıştılar. Bu iki türlü hareket, iki tarafında ahlaki davranışını gösterdiği için, son derece karakteristiktir.
Bu bölümde, Türklerin çeşitli ahlak dairelerine giren,ahlaki ideallerini göstereceğiz. Bu ahlak daireleri şunlardır: (1) Vatani ahlak, (2) Meslek ahlakı, (3) Aile ahlakı,(Cinsel Ahlak), (4) Medeni ahlak(kişisel ahlak), (5) Milletlerarası ahlak. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:19 | |
| VATANİ AHLAK
Eski Türklerde,vatani ahlak çok kuvvetliydi. Hiçbir Türk, kendi il'i yani milleti için, hayatını ve en sevgili şeylerini feda etmekten çekinmezdi. Çünkü il,Gök Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesiydi. Gök Tanrı,Türklerce oldukça kutsal olan Aşk Gecesi'nde bir Altın Işık olarak yeryüzüne inmiş, bir bakireyi yahut bir ağacı gebe kılarak bu kutlu İl'in üremesine sebep olmuştu. İl'in oturduğu memlekete yurt yahut ülke denilirdi. Türk nereye gitse asıl Yurdu'nu unutmazdı. Çünkü, atalarının mezarı oradaydı. Çocukluk çağı,baba ocağı,ana kucağı hep orada bulunuyordu.
Türk'ün yurt severliğine örnek olarak, Hun devletinin kurucusu olan Mete'yi gösterebiliriz. Tatarlar hükümdarı, savaş, ilanına bir neden olmak üzere, önce, onun çok sevdiği bir atı istedi. Bu at, saatte, bin fersah uzunluğunda yol alıyordu. Mete, vatandaşlarını savaşın olumsuzluklarından korumak için, bu atı Tatar hakanına gönderdi. Tatar hakanı, savaşa bahane arıyordu. Bu sefer de, Mete'nin en sevdiği eşini istedi. Bütün beyler, kurultayda savaş ilanını istedikleri halde, Mete : "Ben, vatanımı kendi aşkım uğruna çiğnetemem!" diyerek, sevgilisini düşmana vermek gibi büyük bir fedakarlığı kabul etti.
Bunu üzerine Tatar hakanı, Hun ülkesinden hiçbir ürünü olmayan, ekinsiz, ormansız, madensiz, halksız bir arazi parçasını istedi. Kurultay bu faydasız toprağın verilmesinde hiçbir sakınca olmadığını söylemişken Mete, "vatan, bizim mülkümüz değildir. Mezarda yatan atalarımızın ve kıyamete kadar doğacak torunlarımız bu kutsal toprak üzerinde hakları vardır. Vatandan isterse bir karış kadar olsun - yer vermeğe hiç kimsenin yetkisi yoktur. Bundan dolayı, savaşacağız. İşte, ben atımı düşmana doğru sürüyorum. Arkamdan gelmeyen idam olunacaktır!" diyerek Tatarların üzerine yürüdü. Eski Türklerin gözünde vatanın ne kadar değerli olduğunu, bu tarihi olaydan anlayabiliriz.
Eski Türklere göre, vatan, töre'den yani milli kültür'den ibaretti. Kaşgarlı Mahmud'un lugatın-da sözü geçen ülkeden geçirilir, töreden geçilmez atasözü, milli kültüre verilen değerin derecesini gösterir.
Eski Türklerde, egemenlik il'e aitti. Küçük illerde, bütün il, bir Millet Meclisi konumundaydı. Halkın kaderini bu meclis yönetirdi. Büyük illerde, boy beylerinden oluşan Şölen adlı meclis İl'e ait işlere karar verirdi. Hakanlıklarda, İl hakanlıklarda ise, Millet Meclisi niteliğine sahip Kurultay vardı. Bu meclislerde meselelerin konuşulmasına Kinkeş denilirdi. İl mi yaman, bey mi yaman? Atasözü, egemenliğin hakanda olmayıp ilde olduğunu gösterir. Çünkü hakanı seçen ve iktidardan düşüren, kurultaydı. Savaş ve barış ilanı gibi önemli işler, kurultayın kararıyla olurdu.
Tozda, dumanda ferman okunmaz atasözü, kriz anlarında, duruma halkın egemen olduğunu gösterir. Eski Türklerde, eşitlik de çok güçlü bir biçimde yerleşmiştir. Harzem'deki teke Türkmenleri'nde ne esir, ne de hizmetçi vardır. Herkes evine ait işleri kendisi görür. Her il, birbirine eşit fertlerden oluşur. Eski Türklerde bir il diğer illeri kendi yönetimi altına aldığı zaman, onların politik örgütünü bozmazdı. Bağlı olan il'in eski yöneticisi Yabgu yani Melik adıyla, eski yerini korurdu. Hakan, bunun yanında, Şad yahut Şana; Şahna adıyla bir komiser bulundururdu. Bir hakan da, diğer hakanları yerlerinde bırakırdı. Yalnız kendisi İlhan adıyla, bunların başbuğu olurdu.
Zaten il kelimesinin asıl anlamı Barış demektir. İlci barışçı anlamındadır. İl'in simgesi olan Gök Tanrı, barış Tanrısıdır. İlhan barış dininin yayıcısıdır. Türk İlhanları, bütün Türk illerini barışa çağırıyorlardı. Bütün hakanlara oğlum diye hitap ediyorlardı. Türklerin bütün savaşları, sürekli ve geniş bir barış alanı kurmak içindi. Bütün İlhanlık devirlerinde, Mahçurya'dan Macaristan'a kadar bütün Turan kıtası oldukça mutlu bir barış ve güvenlik hayatı yaşamıştır.
Türk İlhanları, emperyalist de değildiler. Çünkü yalnız Türk illerini birleştirmekle yetiniyorlar, başka milletlerin ülkelerini fethe çalışmıyorlardı. Hun'ların ilk ilhanı Mete'nin, Çin devleti iki defa eline geçtiği halde, imparatorluğu kabulden kaçınması bu iddiamıza bir delilidir. Barış ahlakını Attilla'da bile görürüz. Attila'ya, en üstün bulunduğu savaşlar sırasında her ne zaman barış teklif edilmişse derhal teklifi kabul etmiştir.
Dünyanın en demokrat kavmi eski Türkler olduğu gibi, en feminist toplumu da yine eski Türklerdir. Zaten feminizm, demokrasinin yani eşitliğin kadınlara ait bir yansımasından ibarettir. Eski Türklerin bu erdemini "Aile Ahlakı" bölümünde göreceğiz. Orhon Kitabesi'nde, Türk Hakanı şöyle diyor : "Türk Tanrısı, Türk milleti yok olmasın diye, atalarımı gönderdi ve beni gönderdi. Ben hakan olunca, gündüz oturmadım, gece uyumadım. Türk milleti açtı, doyurdum; çıplaktı , giydirdim; fakirdi, zengin ettim."Türk milleti de, hakanını kaybettiği zamanlar. "Devletli bir millettim. Devletim ve ululuğum hani? Hakanlı bir millettim, hakanım hani? Hangi hakana işimi, gücümü vereyim?" diye sızlanırdı. Milletle hakan arasındaki ilişkinin ne kadar içten olduğu, bu cümlelerden anlaşılabilir. İşte, eski Türklerde vatani ahlak bu derecede yüksekti.
Türklerin bundan sonra da en çok değer verecekleri ahlak, vatani ahlak olmalıdır. Çünkü, toplumsal sınıflar arasında tam ve bağımsız bir hayata sahip olan ve toplumsal organizma niteliğinde görünen, ancak, millet veya vatan adları verilen topluluktur. Aileler bu toplumsal organizmanın hücreleri, meslek sınıfları ise organlarıdır. Milletten daha geniş olan ümmet ve milletlerarası birlik gibi topluluklara gelince; bunlar, toplum niteliğinde değil, toplumlardan oluşan birer topluluk niteliğindedirler. Bu topluluklardan her biri yalnız bir konuda ortak iken, bir millet her konuda fertleri arasında ortak bulunan bir topluluk demektir.
O halde millet ideali diğer topluluklara ait ideallerden mesela aile idealinden meslek idealinden ümmet idealinden medeniyet ve milletlerarası birlik idealinden daha yüksektir. Bundan dolayı, vatani ahlakın da diğer ahlaklara üstün olması gerekir. Özellikle bizim gibi politik düşmanları çok bulunan milletler için, en büyük dayanak vatani ahlak olabilir. Vatani ahlakımız kuvvetli bulunmazsa ve bağımsızlığımızı ve özgürlüğümüzü ne de vatanımızın bütünlüğünü koruyabiliriz. O halde Türkçülük, her şeyden, çok, millet ve vatan ideallerine değer vermelidir. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:20 | |
| MESLEK AHLAKI
Vatani ahlaktan sonra, meslek ahlakı gelir. Eski Türkler, mesleğe yol derlerdi ve yolda büyüğü, soyda büyükten ileri sayarla da. Bektaşilerin Belden gelen seyyid değil, İl'den gelen seyyiddir demeleri d, yol'un soy'dan önce geldiğini gösterir. Eski bir atasözü yoldaşların babanın obasına akın ederlerse, sen de beraber akın et diyor ki bu da yoldaşların soydaşlardan daha ilerde olduğunu gösterir. Eski Türklerde yöneten sınıf, torunlar, kamlar, buyruklar, bitikçiler, adıyla, dört yola ayrılmıştı.
Sonraları Osmanlı devrinde bunlardan mülkiye, ilmiye, seyfiye, kalimeye adları verilen dört (yol) meydana geldi. Ekonomik meslekler de bunlardan ayrı olarak, vardı. Anadolu Selçukluları'nın son zamanlarında Ahiler tarikatı, meslek örgütleri fütüvvet prensibine dayanarak küçük örgütlenmeler biçiminde ortaya çıktı. Fütüvvetin sözlük anlamı babayiğitlik'tir. Terim anlamı ise; dünyada ve ahirette halkı nefsine tercih etmek ve öne almak'tır. Osmanlı devrindeki Esnaf loncaları ve kethüdalıkları, bu eski Ahiler teşkilatının devamından ibarettir.
Eski devirde, bu esnaf örgütü bölgesel bir niteliğe sahipti. Her şehrin esnaf loncaları kendisine özeldi. Bölge ekonomisi devrinde, bu esnaf loncaları yararlıydılar. Fakat bölge ekonomisi yerine "millet ekonomisi" geçince, bu loncalar zararlı olmağa başladılar. Çünkü, bölge ekonomisi devrinde, bölge loncaları normaldi. Milli ekonomi devrinde ise, ancak milli loncalar yararlı olabilirlerdi. İşte, bu nedenden dolayıdır ki, bugün eski esnaf loncalarını devam ettirmeğe çalışmak doğru değildir. Onları yıkarak, yerlerine, merkezleri devlet merkezinde olmak üzere, milli loncalar kurmalıdır.
Örnek olarak deri esnafını alalım: Her şehirde bir deri loncası kurulmalı. Fakat başına bir şeyh veya kethüda değil, bir genel sekreter geçirmeli, her şehirde bütün loncaların delegelerinden oluşan bir kurulu kurarak buna İş Borsası adını vermeli. Bunun görevi o şehirdeki bütün loncaların ortak işlerini görmek ve şehrin ekonomik hayatını düzenlemektir.
Yine, dericilik loncasına gelelim. Her şehirde bir derici loncası oluşturulduktan sonra bunlar aralarında federasyon genel Merkezi meydana getirirler. Aynı zamanda, devlet merkezinde, bunun gibi, diğer loncaların federasyonlarının genel merkezleri seçtikleri delegeler toplanarak, bir Loncalar Konfederasyonu meydana getirirler ve bu konfederasyon kurarak, bu konfederasyona katılırlar. O zaman, bütün mesleki yaptırım gücü bir ordu halinde birleşmiş olur.
Bu örgütün oluşması meslek ahlakına bir yaptırım gücü sağlar. Çünkü bizde, henüz mesleki topluluklara özgü bulunan meslek ahlaklarının hiçbir yaptırımı yoktur. Her fert hayatını bir doktora, hukukunu bir avukata servetini bir notere, çocuğunu bir öğretmene dinini akıl danıştığı bir müftüye emanet ediyor. Bu emanete karşılık onları görevlerine bağlılığa zorlamak için, elinde hiç bir baskı gücü yoktur. Bununla beraber, herhangi bir fert; hayatını, hukukunu, servetini, evladını, sırrını emanet ettiği bu adamları hiçbir biçimde kontrol edemezse de, meslek toplulukları kedi meslektaşlarını kontrol edebilirler.
İşte böyle bir kontrol içindir ki, her meslek, kendi meslektaşları için bir yönetmelik düzenler ve bir disiplin kurulu kurar. Yönetmelik, meslek ahlakının kurallarını gösteri; disiplin kurulu meslektaşları hakkında uyarı kınama geçici veya sürekli olarak meslekten çıkarmak cezalarından birini verir. İşte meslek kurallarının bu tür kontrolü, vatandaşların uzmanlar tarafından uğrayabilecekleri zararların önüne geçer.
Meslek örgütünün bir yararı işi yapan yoldaşlar arasında yardımlaşma sandıkları meydana getirmek; loncaya mensup yaralıları, sakatları, hastaları, yetimleri ve dulları bu sandıktaki paralarla korumaktır. Çocukların terbiyesi ve gençlerin teknikçe yükseltilmesi de, bu yardım görevlerinin içindedir. Bundan başka, meslek federasyonları, kendi sanatlarının ilerlemesi için de para harcarlar ve çalışırlar. Mesela, sanayi memleketlerinden uzman getirilmesi, sanayi memleketlerine öğrenci gönderilmesi, ortak makineler ve diğer gerekli olan şeyleri getirmek ve üretim veya tüketim kooperatifleri kurmak gibi işler, iş kolunun ekonomik açıdan yükselmesini sağlayacak girişimlerdendir.
"Milli dayanışmayı güçlendirme" bölümünde meslek ahlakının meydana getireceği dayanışma hakkında yeterli bilgi verildiğinden burada bu kadarla yetinildi. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:21 | |
| AİLE AHLAKI
Eski Türklerde, ailenin dört derecesi vardı: Boy, soy, törkün, bark.
1) Boy: Eski Oğuzlarda aile adı, boy ismiydi. Fakat, Avrupa'daki aile adlarının aksine olarak, küçük addan önce gelirdi. "Salur Kazan, Büğdüz Emen, Kayan Selcik" isimlerinde birinci kelimeler boy adı olup, ikinci kelimeler küçük addır.
Bu isimleri Korkut Ata kitabında görüyoruz. Kaşgarlı Mahmut da Divan-ı Lugat'ında diyor ki: "Bir adamın kim olduğunu anlaşılmak istenildiği zaman, (Hangi boydansın?) diye sorulur". Bununla beraber, boy adının küçük addan sonra geldiği de olur. Yunus Emre'deki Emre kelimesi, Oğuz ilinin Emre (İmre) boyundan başka bir şey değildir.
Oğuzlarda her boyun kendisine özgü bir Damga'sı bir ongun'u bir söyük'ü vardır. (Türk Töresi'ne bak). Oğuzlarda her boy, sürüleriyle hazinelerini kendi damgalarıyla nişanlardı. Yakutlarda, boy'a sip adı verilir. Bu kelime, Anadolu Türkçe'sinde sop biçimini almıştı. Yakutlarda, sip'in fertleri arasında ekonomik bir ortaklık vardır. Bir adam, üyesi bulunduğu sip'in içinde, istediği evde saatlerce uyuyabilir. Demek ki, bir ferdin kendi boyu içinde her evi kullanma yetkisi vardır. Toprak mülkiyeti sip'e aittir. Küçük aileler, bu ortak toprağı "zuğ"lara ayırarak, ayrı ayrı ekebilirler.
Fakat mülkiyeti, daima, olması gerekirdi. Delikanlılar fakir ise, bu topluluklara paraca yardım edilerek onların evlenmesi kolaylaştırılırdı. Her kırk evde dört evlenme olmazsa, başları sorumlu tutulurdu. Bu zümreler, boylardı. Türklerde, iki türlü akrabalık terimi ardı: Biri boya, yani seciyeye özgüdür. Her fert boy içinde kendisinden büyük yolan bütün erkeklere ici, kendisinden büyük olan bütün kadınlara aba unvanlarını verirdi. Kendisinden daha küçük olan erkeklere ini, kendisinden daha büyük olan kızlara sinkil adlarını verirdi. Kendiyle yaşıt olan erkeklere de atı adını verirdi.
Bu kelimeler de sonraları, bir takım değişikliklere uğradı. Oğuzlar ici yerine ağa kelimesini, aba yerine de abla kelimesini koydular. Atı kelimesi de ata şeklini alarak, başka anlamlara gelmeğe başladı. Boyun hem ana boyun, 0hem de bana boyu şekilleri vardır.
2) Soy: Soy, Latinlerin cogna, Almanların zippe, Fransızların parentele adını verdikleri topluluktur. İleride göreceğimiz Türkün topluluğu dışında kalan amcazade, dayızade, halazade, teyzezade gibi yan akrabaların bütünüdür. Soyda hem ana yönünden hem de baba yönünden akraba olanlar vardır. Birincilere ana soyu, ikincilere baba soyu denilir. Eski Türklerde, ana soyu ile baba soyu değerce birbirine eşittir. Ana soyuyla baba soyunun eşitliğini, bazı kurumlarda açıkça görüyoruz:
Eski Türklerde, soyluluk yalnız baba yönünden gelmezdi. Ana yönünden de gelirdi. Bir adamın tam soylu olması için, hem baba yönünden hem de ana yönünden soylu olması gerekti. Bugün bile Harzem'deki Türkmenlerde bir kız, hem babası, hem de anası Türkmen olmayan bir erkeğe varmaz. Çünkü bir adamın yalnız babasının Türkmen olması, soylu olması için yeterli değildir. Tümüyle soylu olması için, anası da Türkmen olmalıdır.
Sülalelerin oluşmasından sonra da, bu iki türlü soyluluk devam etti. Bu devirde, baba tarafından prens olanlara Tekin, ana tarafından prens olanlara İnal unvanları verilirdi. Bir şehzadenin hakan olabilmesi için, onun hem Tekin, hem İnal olması: yani hem baba, hem de ana tarafından sülaleye üye olması gerekirdi. İran'ın Kaçar sülalesinde, hala bu kural vardır.
Eski Türklerde, sülale içinde soyda büyük olan şehzade hükümdar olurdu. Osmanlı hanedanında da kural böyleydi. Oysaki, gerek Avrupa'da gerek Mısır'da evde büyük olan şehzade hükümdar olur. Boy devri geçtikten sonra, soy isimleri aile ismi olmağa başladı: Çapanoğulları, Kozanoğulları gibi.
3) Törkün: Kaşgarlı Mahlmut'a göre, bir evde oturan asıl aileye, eski Türkler Törkün derlermiş. Törküne ait akrabalık terimleri, boy içindeki akrabalık terimlerinin tersine olarak, kişisel yakınlığı gösterirler: Akan : Baba Öke : Ana Er : Koca Konçuy : Karı Urul Oğul : Erkek evlat Kız : Kız evlat
Durkheim'in yaptığı aile sınıflandırmasına göre, bu topluluğa baba ailesi diyebiliriz. Baba ailesinde babanın eşi ve çocukları üzerinde yalnız demokratik bir velayeti vardır ki buna baba velayeti ve koca velayeti adları verilir. Ataerkil ailede ise, aile reisinin gerek evlatları gerek eşi üzerinde sulta'sı yani sultanlık hakkı vardır. Evlatlarıyla beraber, eşi ve ailenin bütün diğer fertleri aile reisinin adi malları ve mülkleri niteliğindeydi. Bunları isterse satar, isterse öldürürdü; isterse, bir başkasına hibe ederdi.
Törkün, Türklerce baba ocağı dediğimiz şeydir. Aile Tanrısı bu ocakta barındığı için ocağın ateşinin hiç sönmemesi gerekirdi. Bundan dolayıdır ki büyük ve ortanca kardeşler evlenerek Törkünü bıraktıktan sonra, Törkünde ocak bekçisi olarak küçük kardeş kalırdı. Belirli zamanlarda baba ocağında toplanılarak, ataya saygı törenleri yapılırdı. Türkler, yurt gibi, ocağı da unutmazlardı. Yurttan ve ocaktan uzaklaşmakla beraber, yurt ve ocak sevgisi onlarda güçlü bir bağ durumunda idi.
1) Bark : Eski Türklerde, bir delikanlı evlenecek yaşa gelince, bir kahramanlık sınavı geçirerek, il meclisinden yeni bir ad alırdı. Böylelikle İldaş niteliğini erkek: ermiş değerini kazanarak vatandaş hukukuna sahip olurdu. Buna göre babasının veliliği altında çıkarak hakanın velayeti altına girerdi. BU delikanlı ailesinin malından hissesini almak için, babasının, anasının ölmesini beklemezdi. Evleneceği sırada, aile malından mirasını peşin olarak alırdı. Alacağı kız yumuş adıyla, bir çeyiz getirirdi. Bu çeyiz, ebeveynin ve akrabasının verdiği hediyelerden ibaretti.
Gelinle damat mallarının birleştirerek, ortak bir ev sahibi olurlardı. Bunlar ne erkeğin baba ocağında, ne de kızın Törkününde oturmazlar yeni bir ev kurarlardı. Bundan dolayıdır ki Türklerde, her evlenmeden yeni bir ev doğardı. İzdivaca evlenmek ve ev, bark sahibi olmak denilmesi de bundan dolayıdır. Tekelerde gelinle damadın çadırı, yeni yapıldığı için, beyazdır. Bu nedenle ona ak ev denilir. Eski Türklerde, ev, araplarda olduğu gibi, yalnız kocaya ait değildi. Karıyla kocanın ortak malıydı. Bu sebeple evin erkeğine ev ağası denildiği gibi, evin hanımına da ev kadını unvanı verilirdi.
Törkünün perisi ocakta barındığı gibi, ak evin perisi de barkta yaşardı. Evin perileri, biri, kocaya, ötekisi karısına ait olarak üzere, iki tane idi. Birinciye öd ata, ikinciye öd ana derlerdi. Gelin, her sabah, bir parça tereyağını ocağa atar, öd ata, öd an diye dua ederdi. Otlağın sağında damat sonulda gelin otururdu. Sağda kısrak memeli, solda inek memeli olmak üzere iki totem vardı. Sağdakine ev sahibinin kardeşi, soldakine ev sahibesinin kardeşi, soldakine ev sahibesinin kardeşi denilirdi. Bunlar koca ile karısının totemleri idi.
Eski Türklerde, eşik de kutsaldı. Yabancı bir adam eşiğe basarsa çarpılırdı. Evlerin saldırıdan korunması kuralı eşiklerin bu kutsallığında dini bir yaptırım bulmuştu.
2) Türk feminizmi: Eski Türkler, hem demokrat, hem de feminist idiler. Zaten demokrat olan toplumlar genellikle feminist olurlar. Türklerin feminist olmasına başka bir neden de eski Türklerce şamanizmin kadındaki kutsal güce dayanmasıydı. Türk şamanları, sihir kuvvetiyle harikalar gösterebilmek için, kendilerini kadınlara benzetmek zorundaydılar. Kazın elbisesi giyerler, saçlarını uzatırlar, seslerini inceltirler, bıyık ve sakalların tıraş ederler, hatta gebe kalırlar, çocuk doğururlardı. Buna karşılık, toyonizm dini de erkeğin kutsal kuvvetinde, kut'unda görünürdü. Toyonizm ile şamanizmin değerce eşit olması, hukukça erkek ve kadının eşit tanınmasına neden olmuştu.
Hatta her işin gerek toyonizme, gerek şamanizme dayanması gerektiğinden her işe ait toplantıda, kadınlar erkeğin beraber bulunması şarttı. Mesela, halkın sorumluluğu hakan ile hatunun her ikisinde ortak olarak ortaya çıktığı için, bir talimat yazıldığı zaman, hakan emrediyor ki ibaresi ile başlarsa ona boyun eğilmezdi. Bir emrin kabul edilmesi için, mutlaka hakan ve hatun emrediyor ki sözü ile başlaması gerekti. Hakan, tek başına, bir elçiyi huzuruna kabul edemezdi. Elçiler, ancak, sağda hakan ve solda hatun oturdukları bir zamanda, ikisinin birden huzuruna çıkardı. Şölenlerde, kenkeşlerde, kurultaylarda ibadetlerde ve törenlerde savaş ve barış toplantılarında hatun da mutlaka hakanla beraber bulunurdu. Kadınlar, örtünmeğe ait hiç bir şarta bağlı değillerdi. Hakanın hükümette ortağı olan hatuna Türkan unvanı verilirdi. Hatun, hakan sülalesinde bütün prenseslerin ortak unvanı idi. Türkan'ın da mutlaka hatunlardan olması gerektiğinden ona da sadece hatun denilebilirdi.
Eski Türklerde, eş (karı) yalnız bir tane olmayabilirdi. Emperyalizm devirlerinde hakanların ve beylerin, bu gerçek eşten başka kuma adıyla başka illere mensup odalıkları da bulunabilirdi. Fakat, bu kumalar, gerçek eş niteliğinde değildirler. Türk töresi, bunları, resmen eş tanımazdı. Bunlar şer'i bir hile ile, ailenin içine girmişlerdi. Kumaların çocukları öz annelerine anne diyemezler, teyze diye çağırırlardı. Anne hitabını, yalnız babalarının gerçek eşine söyleyebilirlerdi. Aynı zamanda, kumaların çocukları mirasa da giremezlerdi. Kumaların oğulları- babaları hakan olsa bile- asla hakan olamazlardı. Kumaların, hatunlardan farklı şudur ki, kumalar, hakanın kendi ilinden değildiler. Hatun ise, hakanın kendi ilinden idi.
Kuma, çin prenseslerinden ise, Konçuy adını alırdı. Konçuy, diğer kumalardan önce gelirdi. Fakat konçuyların üstünde de hatun vardı. Moğol devrinde, hatunların sayısı da çoğalmağa başladı. Fakat bunlardan yalnız bir tanesi Türkan yani melike konumunda bulunurdu. Eski Türklerde kadınlar, genellikle amazon idiler. Binicilik, Silahşörlük, kahramanlık, Türk erkekleri kadar, Türk kadınlarında da vardı. Kadınlar, doğrudan doğruya, hükümdar, kale muhafızı, vali ve elçi olabilirlerdi.
Sıradan ailelerde de ev, ortak olarak, karıyla kocanın ikisine aitti. Çocuklar üzerindeki velilik hakkı baba kadar, ana ya da aitti. Erkek her zaman karısına sayı gösterir; onu arabaya bindirerek, kendisi arabanın arkasından yürürdü. Şövalyelik, eski Türklerde genel bir karakter idi. Feminizm de, Türklerin en önemli ilkelerinden biri idi. Kadınlar malları kullanma hakkına sahip oldukları gibi, dirliklere, zeametlere, haslara, malikanelere de sahip olabilirlerdi. Eski kavimler arasında, hiçbir kavim Türkler kadar kadın cinsiyetine hak vermemişler ve saygı göstermemişlerdir. Ana soyunda baba soyunun eşitliği "soy" bölümünde anlatıldığından, burada tekrarına gerek yoktur. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:22 | |
| CİNSEL AHLAK
Eski Türklerde, cinsel ahlak da çok yüksekti. Yakutlarda, eski yunanlıların Venüs'üne karşılık, bir doğum tanrıçası vardır ki Ayzıt adı verilir.Bu tanrıça, kadınlar doğuracağı zaman imdatlarına yetişir; onların kolayca doğurmasına yardım eder; üç gün lohusanın baş ucunda bekledikten sonra, beraberindeki dere, tarla, ağaç, çiçek perileriyle gökyüzünün üçüncü katındaki sarayına döner. Bununla beraber, Ayzıt'ın, hiç hoşgörü kabul etmeyen, bir şartı vardır: Namusunu korumamış olan kadınların yardımına, ne kadar yalvarırlarsa yalvarsınlar, ve ne kadar değerli kurbanlar ve hediyeler sunarlarsa sunsunlar bir türlü gelmez.
Bundan başka, Ayzıt'a özgü bir yaz bayramı vardır. Bu bayramın sabahında evlerin her tarafı son derece temiz ve süslü bir hale konulur, her fert en güzel elbisesini giyer, en çok sevdiği yemeklerine ise onları yer, herkesin yüzü mutlaka neşeli, şen ve tebessümlü olur. Bu sırada Ak Şaman, elinde sazı olduğu halde gelir (kış ayinlerini Kara Şaman, yaz ayinlerini Ak Şaman yürütür) dokuz genç kızla dokuz delikanlı seçerek bunları ikişer ikişer, el ele tutturarak asker gibi dizer. Ve kendisi sazını çalar, onları gökyüzüne çıkarıyormuş gibi, ileri doğru yürütür.
Sazını çalarken, Ayzıt hakkındaki ilahileri de söyler. Bu estetik alay, güya üçüncü kat göğe geldikleri zaman, Ayzıt'ın sarayını koruyan yasakçılar ellerinde gümüş kırbaçlar olduğu halde meydana çıkarlar, Alay içinde namusça kusuru olanlar varsa onları geri çevirerek diğerlerini Ayzıt'ın sarayına girmesine izin verirler. İşte namusun bu dini yaptırımları eski, Türklerde cinsel ahlakın yüksek olduğu ve erkekler kadının bu ahlakla aynı derecede sorumlu olduğunu gösteriyor.
Eski Türk kadınları, tamamen özgür ve serbest oldukları halde, boş işlerle uğraşmazlardı. "Ahlak-ı Alai" kitabında yazıldığına göre, Selçuklu prenseslerinden birisi, Kazvin şehrinin sahibesi idi. Her yıl, ilkbaharda, bu şehrin kenarına gelerek yeşil bir çimenlikte otağını kurardı. Bir yıl, kazvinliler şehre genel bir lağım yaptırmak üzere aralarında para toplamışlardı. Gerekli miktarlar ulaşması için, biraz daha altına ihtiyaçları vardı. Şehirliler, bu parayı da hanım sultandan istemeğe karar vererek, ileri gelenlerden bir kurul Hanım Sultan 'ın huzuruna gönderdiler. Bu kurul otağa yaklaşınca, otağın önündeki bir sandalye üzerinde oturan Hanım Sultan'ın bir örgü örmekte olduğunu görerek: "Bu cimri kadının bize para vermesine imkan yoktur" diye, geldiklerine pişman oldular. Fakat, Hanım Sultan tarafından görüldükleri için, geri dönmeleri de mümkün değildi.
İster istemez, Sultan'ın huzuruna geldiler ve halkın teklifini sundular. Sultan, bütün masraflar kendisi tarafından verileceğinden, toplanan yardımları sahiplerine geri vermelerini emretti ve, hazinedarını çağırtarak, lağımlar için gereken bütün paraları kurula teslim etti. Heyet içindeki bir ihtiyar, Sultan'a elindeki örgü işinden dolayı zihinlerine gelen haksız kuşkuyu söyleyince ve, Hanım Sultan şu cevabı verdi: Evet, benim el işiyle uğraştığımı gören bütün iranlılar şaşıyorlar. Oysa ki, benim ailem içinde bütün kadınlar, benim gibi, sürekli el işiyle uğraşırlar. Biz sultanlar böyle el işiyle uğraşmazsak, ne ile uğraşacağız. Havadan sudan şeylerle mi? Böyle bir şey bizim soyumuza yakışmaz. Biz saltanat işlerinden kurtulduktan sonra, boş kalmamak için, fakir kadınlar, gibi, hep el işleriyle ve ev işleriyle uğraşırız. Bu hareket, bizim soyumuz için, bir ayıp değil, belki büyük bir şereftir.
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:22 | |
| GELECEKTE AİLE AHLAKI NASIL OLMALI?
Türklerin, gerek aile ahlakında ve gerek cinsel ahlakta ne kadar yüksek oluklarını yukarıdaki bölümlerde gördük. Bugün Türkler, tamamen bu eski ahlakı kaybetmişlerdir. İran ve yunan medeniyetlerinin etkisiyle kadınlar esarete düşmüşler, hukukça aşağı bir dereceye inmişlerdir. Türklerde, milli kültür ideali doğunca, eski törelerin bu güzel kurallarını hatırlamak ve diriltmek gerekmez miydi? İşte bu nedenledir ki, memleketimizde Türkçülük akımı doğar doğmaz, feminizm ideali de beraber doğdu. Türkçülerin hem halkçı, hem de kadıncı olmaları, yalnız bu yüzyılın bu iki ideale değer vermesinden dolayı değildir; eski Türk hayatında demokrasi ile feminizmin iki başlıca esas olması da, bu konularda büyük bir etkendir.
Başka milletler, çağdaş medeniyete girmek için geçmişlerinden uzaklaşmak zorundadırlar. Oysa ki: Türklerin, modern medeniyete girmeleri için, yalnız eski geçmişlerine dönüp bakmaları yeter. Eski Türklerde dini aşırı törenlerinden ve olumsuz ibadetlerden uzak olması, tutuculuktan ve din tekelciliğinden uzak bulunması, Türkleri gerek kadınlar hakkında, gerek diğer kavimler hakkında çok hoşgörülü yapmıştı. Eski yunanlıların medeniyette öğretmenleri İskitler, eski Keldanilerini Sümerler olduğu gibi, eski Germenlerin üstatları ve öğretmenleri de Hunlardı. Gelecekte, tarafsız bir tarih, demokrasi ile feminizmin Türklerden doğduğunu itiraf etmek zorunda kalacaktır. O halde, gelecekteki Türk ahlakının esasları da millet, vatan, meslek ve aile idealleri ile beraber demokrasi ve feminizm olmalıdır.
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:23 | |
| MEDENİ AHLAK VE KİŞİSEL AHLAK
Durkheim'e göre, ahlaki görevlerin amaçları kişiler değil, toplumlardır. Millet, meslek ve aile topluluklarının ahlaki görevlere ve ideallere ne biçimde amaç olduklarını gördük. Fakat, bunlardan başka, sınırı belirli olmayan bir topluluk daha vardır ki buna medeniyet topluluğu denilir. Ve fertler, işte bu topluluğunun üyesi oldukları için, topluluğun amacına ortak olurlar. Medeniyet topluluğu önce, klan halinde başlar. İlkel toplumlarda bir fert için, saygı duyulan ve hukuk sahibi olan fertler yalnız kendi klanının üyesi olan insanlardı. Bundan dolayıdır ki bu toplumlarda klan içinde kan davası güdülmezdi.
Çünkü klan bir barış dairesi idi. İlkel toplumlar geliştikçe, bu barış dairesi klandan frateriye, fraterkiden aşirete, aşiretten müttefideye, müttehideden siteye siteden kavim devletine kavim devletinden imparatorluğa yayılarak gittikçe genişledi. Barış dairesi genişledikçe, hukuka sahip0ve ahlaki görevlere amaç olan fertlerin sayısı da bu dairelerle beraber arttı. İşte bu sebeple bazılarının kişisel ahlak ve bazılarının da medeni ahlak adını verdikleri, ahlak dalı da dairesinin genişletti.
Medeni ahlakın, olumsuz ve olumlu olmak üzere, iki türlü amacı vardır. Olumsuz amaç da esasa adalettir. Adalet, fertlere hiç bir biçimde saldırmamaktır. Olumlu amacının esası, ise şefkattir. Şefkat, fertlere sürekli iyilik etmektir. Medeni ahlakın ikinci bir olumlu amacı daha vardır ki o da, yapılan sözleşmeleri bağlı kalmaktır. Eski Türklerde Gök Tanrı, barış tanrısı olduğu gibi, aynı zamanda adalet ve şefkat tanrısı idi. Bundan başka, Türklerin bu erdemlerde ne derece yüksek olduğun Türk tarihi göstermektedir.
Medeni ahlak, özellikle fertlerde, kişiliğin yüksek olmasına dayanır. Eski Türklerin dininde kişiliği gösteren simgeler de vardır. Yakutlara göre, her insanda, Tin adı verilen maddi ruhtan başka, üç türlü manevi ruh da vardır: Bunlara Eş, Sur, Kut adları verilir. Eş, canlı ve cansız, bütün varlıklarda ortaktır. Sur, nefes alma varlıklara yani havanlara özgüdür. Kut ise, yalnız insanla ata özgürdür. İnsanın kutlu olması, keramet ve kişilik sahibi olması demektir.
Eski Türklerin mitolojisine göre insanların ruhu, üçüncü kat gökte bulunan Süt Gölü'nden alınırdı. Türk şamanlarına göre, insan ruhunun sürekli ideale ve yükseklere bakması, aslının gökle ilgili oluşundan dolayı imiş. Bundan başak, her millet, kurulurken, gök Tanrı bir altın ışık biçiminde yeryüzüne inerek, o milleti kendi ruhunun nefesiyle ve ruhunun döllendirmesi ile kutlu kılardı.
Türk dinin derinleştirirsek, medeni ahlaka temel olacak daha çok simgeler bulabiliriz. (Bunların ayrıntısını görmek isterseniz Türk Töresi adındaki eserimize başvurunuz.)1 Görülüyor ki Türkçülüğün önemli bir amacı da, medeni, ahlakı yükseltmektir. Vatani ahlaktan sonra meslek ahlakı meslek ahlakından sonra aile ahlakı geldiği gibi, aile ahlakından sonra da medeni ahlak gelir.
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:24 | |
| MİLLETLERARASI AHLAK
Fertlerin birbirine karşı iyilik sever ve iyilik yapar olması "medeni ahlak" adını aldığı gibi, milletlerin birbirlerinin iyiliklerini istemesine ve birbirlerine iyilik yapmasına da "milletlerarası ahlak" adı verilir. Eski Türkler barış dinine bağlı oldukları için, başka milletlerin dini, politik kültürel varlıklarına karşı saygı duyarlardı. Hatta, kendilerine iç il ve başak milletlere dış il adlarını vererek, bütün milletleri bir barış dairesi içinde, milletlerarası bir birlik içinde görürlerdi.
Orhon Kitabesi'nde diğer milletlere çilki il adı veriliyor ki dış il ile aynı anlama gelir. Eski Türkler, bu dış il deyimi ile, "milletlerarası birlik" kavramını anladıklarını gösteriyorlar. Çünkü il kelimesi, eski Türkçe'de, barış dairesi anlamında idi. Her milletin bir iç il olması kendi içinde bir barış dairesi oluşturmasından ibaret idi. Bununla beraber, bu içil, diğer milletlere de, yabancı gözüyle bakmaz. Onları da birer il yani barış tapınağı halinde görürdü. Bazı şu farklı adını verirdi.
Eski Türklerin yenilmiş milletlere sonradan kapitülasyon adıyla başına bela olan olağanüstü ayrıcalıklar sunmaları Türk kültüründeki milletlerarası birlik fikrinin bir sonucudur. Gelecekte, Milletler topluluğu şimdiki gibi yalandan değil, gerçekten oluşursa bunun en içten üyesi hiç kuşkusuz Türkiye devleti ve Türk milleti olacaktır. Çünkü geleceğe ait bütün gelişmeler, tohum halinde Türk'ün eski kültüründe vardır.
Özetle, her milletin yeryüzünde gerçekleştirdiği tarihi ve medeni bir misyonu vardır. Türk milletinin misyonu ise, ahlakın en yüksek erdemlerini gerçeklik alanına çıkarmak, en olamaz sanılan fedakarlıkların ve kahramanlıkların olabildiğini kanıtlamaktır. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:25 | |
| HUKUKTA TÜRKÇÜLÜK
Hukuk Türkçülüğün amacı Türkiye'de modern bir hukuk oluşturmaktır. Bu çağın milletleri arasında geçebilmek için yen esaslı şart, milli hukukun bütün dallarını teokrasi ve klerikalizm kalıntılarından büsbütün kurtarmaktır. Teokrasi, yasaların Allah'ın yeryüzündeki gölgeleri sayılan halifeler ve sultanlar tarafından yapılması demektir. Klerikalizm ise, esasen, Allah tarafından konulduğu ileri sürülen geleneklerin değişmez yasalar sayılarak Allah'ın sözcüleri sayılan din adamları tarafından yorumlanmasıdır.
Ortaçağ devletlerinin bu iki özelliğinden tamamen kurtulmuş olan devletlere çağdaş devlet adı verilir. Çağdaş devletlerde önce gerek yasa yapma, gerek ülkeyi yönetmek yetkileri doğrudan doğruya millete aittir. Milletin bu yetkilerini sınırlandıracak ve kısaca hiçbir yetkilerini sınırlandıracak ve kısaca hiçbir makam, hiçbir gelenek ve hiçbir hak yoktur.
İkinci olarak, milletin bütün fertleri tümüyle birbiri9nene eşittir. Özel ayrıcalıklara sahip hiçbir fert, hiçbir aile, hiçbir sınıf var olamaz. Bu şartları sağlayan devletlere demokrasi adı verilir ki halk hükümeti demektir.
Hukukta Türkçülüğün birinci amacı çağdaş bir devlet oluşturmak olduğu gibi;ikinci amacı da, meslek sahiplerinin kişisel çalışmalarını, kamunun başkasından kurtararak, uzmanların yetkilerine dayanan meslek özerkliklerine kurmaktır. Bu esasa dayanan bir medeni kanun ile ticaret, sanayi ziraat kanunları Üniversite, Baro, Hekimler derneği Öğretmenler Derneği, Mühendisler Derneği v.b. gibi. Mesleki örgütlerin, mesleki özerkliklerine ait yasalar yapmak da bu amacın gereklerindendir.
Hukukta Türkçülüğün üçüncü amacı da, bir çağdaş aile oluşturmaktır. Çağdaş devletteki eşitlik ilkesi erkekle kadının evlenmede boşanmada mirasta mesleki ve politik haklarda eşit olmasını gerektirir. O halde, yeni aile yasası ile seçim yasası bu esasa göre yapılmalıdır.
Özetle bütün yasalarımızda hürriyete, eşitliğe ve adalete aykırı ne kadar kural ve teokrasi ile klerikalizme ait ne kadar izler varsa hepsine son vermek gerekir.
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:26 | |
| DİNDE TÜRKÇÜLÜK
Türkçülük, din kitaplarının ve hutbelerle vaazların Türkçe olması demektir. Bir millet, din kitaplarını okuyup anlayamazsa, doğaldır ki, dinin gerçek niteliğini öğrenemez. Hatiplerin vaizlerin ne söylediklerini anlamadığından ibadetlerden de hiç ir zevk alamaz. İmam-ı Azam hazretleri, hatta, namazdaki surelerin bile milli dilde okunmasının dince sakıncalı olmadığını söylemişlerdir. Çünkü ibadetten alınacak dini heyecan nacak okunan duaların tamamen anlaşılmasına bağlıdır.
Halkımızın dini hayatını araştıracak olursak görürüz ki, törenler arasında en fazla heyecan duyanlar, namazlardan sonra ana diliyle yapılan içten yakarışlardır. Müslümanların camiden çıkarken, büyük bir heyecan ve iç huzuruyla çıkmaları, işte her ferdin kendi vicdanı içinde yaptığı bu sözlü yakarışların sonucudur.
Türklerin namazdan aldıkları yüksek zevkin bir bölümü de yine ana dille söylenen ve mırıldanılan ilahilerdir. Özellikle teravi namazlarını canlandıran etken şiir ile musikiyi birleştiren, Türkçe ilahilerdir. Ramazanda ve diğer zamanlarda Türkçe söylenen vaazlar da halkta dini duygular ve heyecanlar uyandırırlar. Türklerin en çok heyecan aldıkları ve zevk duydukları bir dini tören daha vardır ki, o da Mevlit-i Şerif okunmasından ibarettir. Şiir ile musikiyi ve canlı olayları bir araya getiren bu tören dine sonradan eklenen bir biçimde ortaya çıkmakla beraber en canlı dini törenler sırasına geçmiştir.
Tekkelerde Türkçe yapılan zikirler sırasında okunan Türkçe ilahilerle nefesler de büyük bir heyecan kaynağıdır.İşte bu örneklerden anlaşılıyor ki, bugün Türlerin ara-sıra dini bir hayat yaşamasını sağlayan etkenler dini ibadetlerin arasında, eskiden beri Türk diliyle yapılmasına izin verilen törenlerin var olmasıdır. O halde, dini hayatımıza daha büyük bir heyecan ve iç huzuru vermek için gerek tilavetler1 dışarıda kalmak üzere Kur'an-ı Kerim'in ve gerek ibadet ve törenlerden sonra okunan bütün dualarla yakarışların ve hutbelerin Türkçe okunması. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:27 | |
| EKONOMİDE TÜRKÇÜLÜK
Türkler, en eski zamanlarda, göçebe hayatı yaşıyorlardı. Bu zamanlarda, Türk ekonomisi çobanlık esasına dayanıyordu. O zamanlarda, Türklerin bütün servetleri koyun, keçi, at, deve, öküz gibi hayvanlardan ve yedikleri süt, yoğurt, peynir, tereyağı, kımız gibi hayvan ürünlerinden ibarettir. Giydikleri de bu hayvanların postekileri, derileri, yünleri ve yapağıları idi. Göçebe Türklerin sanayisi de, hep hayvan ürünleri üzerine çalışırdı. Develerin ayağından ayak adı verilen kımız kadehleri, öküzlerin oyluk kemiğinden kımız sürahileri yapılırdı. Hayvanının en kemiği, ne boynuzu, ne bağırsağı, kısaca hiçbir şeyi atılmazdı. Her dokusundan Türk'e özgü bir küçük endüstri ürünü meydana getirirdi.
Eski Türkler ticarete de yabancı değildiler. İlhanlık devirlerinde, devletin en büyük gelir kaynağı Çin'den Avrupa'ya ipek götüren ve Avrupa'dan Çin'e kadife getiren ticaret kervanları idi. O zaman Çin, Hint, İran, Rusya ve Bizans arasındaki büyük ticaret yolları tümüyle Türklerin elinde idi. Mokan Han, İran'ın kuzeyinden Azerbaycan'dan ve Anadolu'dan İstanbul'a giden bir yeni ticaret yolu açmak istedi. Fakat, İranlılar bu girişime engel oldular. Bunun üzerine Mokan Han, ipek yolunu elde etmek için Türk, Çin ve Bizans devletleri arasında üçlü bir antlaşma yapmağa çalıştı. Ve İran devletini ya ortadan kaldırmağa yahut milletlerarası ticaretin transit olarak ülkesinden geçmesi için zorla razı etmeğe girişti.
Görülüyor ki, eski Türk ilhanlıların amacı Mançurya'dan Macaristan'a kadar uzanan büyük Turan ülkesinde yalnız politik bir güvenlik sağlamaktan ibaret değildi. Asya ve Avrupa milletleri arasında, milletlerarası bir ticaret ve mal takası örgütü yamayı da üzerlerine almışlardı. Eski Türklerine ekonomiye verdikleri il adlarında bile görürüz: Doğu Türkistan'da Tarancılar adı verilen ve batı Türkistan'da Sartlar adını alan iki il vardı. Bu adlardan birincisi çiftçiler, ikincisi tüccarlar anlamındadır. Kankılılar, Ağaçeriler, Tahtacılar, mandallar, Menteşeler, sürgücüler, v.d. birer sanat adını taşımaktadırlar. Göktürklerin dedeleri, demirci idi. Türk menkıbelerine göre, ilk çadırı yapan Türk Han'dır. İlk arabayı yapan Kankıllı Bey'dir. Türkler, arabalarla seyahat etmeğe ta İskitler devrinde başlamışlardır. Eski Türkler gayet güzel elbiseler giymeyi, lezzetli yemekler yemeyi, hayatlarını ziyafetler ve düğünler arasında geçirmeyi severlerdi. Bunun için de, hiç boş durmazlar ekonomik etkinliklerle uğraşırlardı. Çok kazırlar, çok harcarlardı.
Eski Türklerin konukseverlikleri son derece iyi bulmuştu. Dede Korkut kitabında Burla Hatun yaptığı halka açık bir ziyafetten bahsederken, bu sözleri söylüyor: "Tepe gibi et yığdırdım. Göl gibi kımız sağdırdım. Aç olanları doyurdum. Çıplak olanları giydirdim. Borçluların borucunu verdim."Bununla beraber binlerce liraları yutan bu genel ziyafetler, Salur Kazan'ın yılda bir kere yaptığı Yağma ziyafeti'ne oranla hiç gibi kalırdı. Salur Kazan'ın ziyafetinde bütün beylerle halk tümüyle yiyip içtikten sonra, Salur Kazan eşinin elinden Tutarak sayından çıkardı. Varı-yoğu en varsa yağma edilmesini davetlilerden rica ederdi. Böylece yağmaya uğrayan Salur kazan, bir süre sonra, yine Oğuz ilinin en zengin beyi olurdu.
Türkler, eskiden sahip oldukları bu ekonomik imkana gelecekte de kavuşmalıdırlar. Hem de kazanılacak servetler, Salur Kazan'ın zenginliği gibi genele ait olmalıdır. Türkler özgürlük ve bağımsızlığı sevdikleri için, iştirakçı (komünist) olmazlar, fakat, eşitliği sevdiklerinden dolayı, fertçi de kalamazlar. Türk kültürüne en uygun olan sistem solidarizm yani dayanışmacılıktır. Kişisel mülkiyeti kaldırmaya girişmeleri doğru değildir. Yalnız sosyal dayanışmaya yarayan şahsi mülkiyetler varsa, bunlar meşru sayılamaz. Bundan başka, sadece şahsi mülkiyet olması gerekmez. Kişisel mülkiyet gibi, toplumsal mülkiyet de olmalıdır. Toplumun bir fedakarlığı veya zahmeti sonucundan meydana gelen ve kişilerin hiçbir emeğinden doğmayan fazla karlar topluma aittir.
Kişilerin bu karlı kendilerine mal etmeleri meşru değildir. Fazla karların plusvalue'lerin toplum adına toplanmasıyla oluşacak büyük kazançlar, toplum hesabına açılacak fabrikaların kurulacak büyük çiftliklerin sermayesi olur. Bu genel girişimlerden doğacak kazançlarla fakirler, öksüzler, dullar hastalar, kötürümler, körler ve sağırlar için genel bakım yerleri ve okullar açılır. Genel bahçeler, müzeler, tiyatrolar, kütüphaneler kurulur. İşçiler ve köylüler için sağlıklı evler yapılır. Ülke genel bir elektrik şebekesi içine alınır. Kısaca her türlü düşüklüğe son vererek toplumun huzurunu sağlamak için her ne gerekiyorsa yapılır. Hatta, bu toplumsal servet yeterli miktara yükselince, halktan vergi almaya da gerek kalmaz. Hiç olmazsa vergilerin türü ve miktarı azaltılabilir. Demek ki Türklerin toplumsal ideali şahsi mülkiyeti kaldırmaksızın toplumsal servetleri fertlere kaptırmamak genelin çıkarına harcamak üzere korunmasına ve üretilmesine çalışmaktır.
Türklerin, bundan başka, bir de ekonomik ideali vardır ki, ülkeyi büyük sanayie kavuşturmaktır. Bazıları: Ülkemiz bir tarım ülkesidir. Biz daima çiftçi bir millet kalmalıyız" diyorlar ki asla doğru değildir. Gerçekten, çiftçiliği hiçbir zaman elden bırakacak değiliz; fakat, çağdaş bir millet olmak istiyorsak, mutlaka büyük sanayie sahip olmamız gerekir. Avrupa hareketlerinin en önemlisi ekonomik devrimdir. Ekonomik devrim, ise, ilçe ekonomisi yerine, millet ekonomisinin ve küçük zanaatlar yerine büyük sanayinin konulmasından ibarettir. Millet ekonomisi ve büyük sanayi ise, ancak koruma yönteminin uygulanması ile oluşabilir. bU konuda bize yol gösterecek olan milli iktisat teorileridir. Amerika'da John Ras ve Almanya'da Friedrich List, İngiltere'de Manchesterienler kurdukları ekonomi bilimin genel ve milletlerarası bir bilim olmayıp yalnız İngiltere'ye özgü bir milli ekonomi sisteminden ibaret olduğunu meydana koydular. İngiltere, büyük sanayi ülkesi olduğu için, ürünlerini dışarıya göndermek ve dışarıdan ham maddeler getirmek zorundadır.
Bu nedenle İngiltere için yararlı olan tek yöntem gümrüklerin serbest olması kuralı yani açık kapı politikasıdır. Bu ilkenin İngiltere gibi büyük sanayie sahip olmamış milletler tarafından kabul edilmesi, sonsuzluğa kadar İngiltere gibi sanayi ülkelerine ekonomik açıdan esir kalması sonucunu verecektir. İşte, bu iki ekonomist kendi ülkeleri için birer özel "milli ekonomi" sistemi meydana getirerek, ülkelerinin büyük sanayi sahip olması için çalıştılar ve başarılı da oldular. Bugün, Amerika ile İngiltere ile boy ölçüşecek bir konuma yükselmişlerdir ve şimdi onlar da İngiltere'nin açık kapı politikasını izliyorlar. Fakat, bu devre gelebilmeleri yıllarca milli ekonominin koruma yöntemlerini uygulamak sayesinde olduğunu da pek ala biliyorlar.
İşte Türk ekonomistlerinin de ilik işi, önce Türkiye'nin ekonomik gerçeklerini incelemek sonra da bu objektif incelemelerden milli ekonomimiz için bilimsel ve esaslı bir program hazırlamaktır. Bu program oluşturulduktan sonra, ülkemizde büyük sanayi yaratmak için her fert bu program dairesinde çalışmalı ve ekonomi bakanlığı da bu şahsi etkinliklerin başında gelen bir düzenleyici görevi üstlenmelidir. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:27 | |
| POLİTİKADA TÜRKÇÜLÜK
Türkçülük, politik bir parti değildir; bilimsel felsefi, estetik bir ekoldür. Başka bir deyimle, kültürel bir çalışma ve yenileşme yoludur. Bu nedenledir ki Türkçülük, şimdiye kadar, bir parti şeklinde politik mücadele hayatına atılmadı. Bundan sonra da, şüphesiz atılmayacaktır.
Bununla beraber, Türkçülük büsbütün politik ideallere kayıtsız da kalamaz. Çünkü, Türk kültürü, başka ideallerle beraber, politik ideallere de sahiptir. Mesela, Türkçülük hiçbir zaman klerikalizmle, teokrasi ile, baskı rejimi ile bağdaşamaz. Türkçülük, modern bir akımdır ve ancak modern niteliği olan akımlarla ve ideallerle bağdaşabilir. İşte bu nedenledir ki, bugün, Türkçülük Halk partisine yardımcıdır. Halk Partisi egemenliği millete yani Türk halkına verdi. Devletimize Türkiye ve halkımıza Türk milleti adlarını bağışladı. Halbuki Anadolu inkılabına kadar devletimizin, milletimizin, hatta dilimizin adları Osmanlı kelimesi idi. Türk kelimesi ağzına alınamazdı.
Hiç kimse, "Ben Türküm" demeğe cesaret edemezdi. Son zamanda Türkçüler böyle bir iddiaya kalkıştıkları için, sarayın ve eski kafalıların nefretini üzerlerine çektiler. İşte, Halk Partisinin annesi olan Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti, büyük kurtarıcımız olan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin doğru yolu göstermesi ve öncü olmasıyla bir yandan Türkiye'yi düşman saldırılarından kurtarırken, öte yandan da devletimize, milletimize, dilimize gerçek adlarını verdi ve politikamızı baskıcı rejimlerin ve yabancı unsurlar politikasının son izlerinden bile kurtardı.
Hatta diyebiliriz ki Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti, hiç haberi olmadan, Türkçülüğün politik programını uyguladı. Çünkü, gerçek birdir, iki olamaz. Gerçeği arayanlar başka başka yollardan hareket etseler bile, sonuçta aynı hedefe ulaşırlar. Türkçülükle halkçılığın sonunda aynı programda birleşmeleri, ikisinin de amaca ve gerçeğe uygun olasının bir sonucudur.
İkisi de tam gerçeği buldukları içindir ki, tümüyle birbirleriyle uyuştular. Bu aynılığın bir yansıması da şudur ki, bütün Türkçülerin - hiç biri dışarıda kalmamak üzere-Anadolu Savaşı'nda katılmaları ve onun en ateşli savunucuları olmalarıdır. Türkiye'6e Allah'ın kılıcı halkçıların pençesinde ve Allah'ın kalemi Türkçülerin elinde idi. Türk vatanı, tehlikeye düşünce, bu kılıçla bu kalem birleştiler. Bu birleşmeden bir toplum doğdu ki, adı Türk Milleti'dir.
Gelecekte de, daima halkçılıkla Türkçülük el ele vererek, idealler dünyasına doğru beraber yürüyeceklerdir. Her Türkçü politika alanında h9alkçı kalacaktır, her halkçı da kültür sahasında Türkçü olacaktır. Dini ilmihalimiz, bize inançta mezhebimiz maturidilik ve hukukta mezhebimiz hanefilik" olduğunu öğretiyor. Bizde, buna benzeterek, şu ilkeyi ortaya atabiliriz: Politikada mesleğimiz halkçılık, ve kültürde mesleğimiz Türkçülüktür."
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 11:28 | |
| FELSEFEDE TÜRKÇÜLÜK
Bilim, objektif ve olumlu olduğu için, milletlerarasıdır. Bundan dolayı, bilimde Türkçülük olamaz. Fakat felsefe, bilime dayanmış olmakla beraber, bilimsel düşünüşten başka türlü bir düşünüş biçimidir. Felsefenin objektif ve olumlu sıfatlarını kazanabilmesi ancak bu sıfatlara sahip olan bilimlere uygun olması sayesindedir. Bilim kabul etmediği hükümleri felsefe kanıtlayamaz.
Bilimin kanıtladığı gerçekleri felsefe ortadan kaldıramaz. Felsefe, bilime karşı bu iki kural ile bağlı olmakla beraber bunların dışında tümüyle özgürdür. Felsefe, bilimle çelişkiye düşmemek şartıyla ruhumuz için daha ümitli, daha heyecanlı daha teselli verici, daha çok mutluluk bağışlayıcı, büsbütün yeni ve orijinal varsayımlar ortaya koyabilir. Zaten, felsefenin görevi bu gibi varsayımları ve görüşleri arayıp bulmaktır. Bir felsefenin değeri bir taraftan doğal bilimlerle uyumlu olmasını derecesiyle diğer yönden ruhlara büyük ümitler, heyecanlar teselliler ve mutluluklar vermesiyle, ölçülür. Demek ki, felsefenin bir bölümü objektif, diğer bölümü sübjektiftir. Buna göre felsefe, bilim gibi, milletlerarası olmak zorunda değildir. Milli de olabilir. Bundan dolayıdır ki, her milleti, kendisine göre bir felsefesi vardır.
Bundan dolayıdır ki ahlakta, estetikte, ekonomide oluğu gibi, felsefede de Türkçülük olabilir. Felsefe, maddi ihtiyaçların gerektirmediği ve zorlamadığı çıkarsız kinsiz karşılıksız bir düşünüştür. Bu tür düşünüşe "spekülasyon" adı verilir. Biz, buna, Türkçe'de "muakale" adını veriyoruz. Bir millet, savaşlardan kurtulmadıkça ve ekonomik bir huzura ulaşmadıkça, içinde spekülasyon yapacak fertler yetişemez. Çünkü spekülasyon yalnız düşünmek için düşünmektir. Halbuki, bin türlü derdi olan bir millet; yaşamak için, kendini savunmak için, hatta yemek yemek ve içmek için düşünmek zorundadır.
Düşünmek için düşünmek, ancak bu hayati düşünüş ihtiyaçlarından kurtulmuş olan ve çalışmadan yaşayabilen insanlara nasip olabilir. Türkler, şimdiye kadar böyle bir huzur ve rahata eremedikleri için, içlerinde hayatını spekülasyona adayabilecek az adam yetişebildi. Bunlar da, düşünüş yollarını bilmediklerinden, ideallerini iyi yönetemediler. Çoğunlukla dervişlik ve kalenderlik çıkmazlarına saptılar. Türkler arasında şimdiye kadar az filozof yetişmesi, Türklerin spekülasyona yeteneklerinin olmadığına yüklenmemelidir. Bu azlık, Türklerin henüz bilimlerce huzur ve rahatlık açısından spekülasyona uygun bir seviyeye yükselmemeleri ile açıklanırsa daha doğru olur.
Bununla beraber, Türklerin felsefece geri kalmaları, yalnız yüksek felsefe bakımından doğru olabilir. Halk felsefesi bakımından Türkler, bütün milletlerden daha yüksektirler. Rostand adlı bir Fransız filozofu diyor ki;"Bir komutan için, karışısın da ki düşman ordusunun ne kadar askeri, ne kadar silah ve cephanesi olduğunu bilmek çok yararlıdır. Fakat onun için bunlardan daha çok yararlı bir şey vardı ki, o da, karşısındaki düşman ordusunun felsefesini bilmektir."
Gerçekten de, iki ordu ve iki ordu ve iki millet birbiriyle savaşırken birisinin yenip diğerinin yenileceği sonucunu veren en başlıca etkenler iki tarafın felsefeleridir. Kişisel hayatı vatanın bağımsızlığından kişisel çıkarı namus ve görevlerden daha değerli gören bir ordu kesinlikle yenilir. Bunun tersi bir felsefeye sahip olan ordu ise, kesinlikle yener. O halde, halk felsefesi bakamından yunanlılara ingilizler mi daha yüksektir; yoksa Türkler mi daha yücedir? Bu sorunun cevabını verecek, Çanakkale Savaşları ile Anadolu savaşlarıdır. Türklerin bu iki savaşta da yenmesinin nedeni maddi kuvvetleri değildi. Ruhlarında egemen olan milli felsefeleri idi.
Türkler, maddi silahların, manevi değerleri hükümsüz bıraktığı son yüzyıla gelinceye kadar, Asya'da Avrupa'da, Afrika'da bütün milletleri yenmişler, egemenlikleri altına almışlardı. Demek ki Türk felsefesi, bu milletlere ait felsefelerin hepsinden daha yüksekti. Bugün de öyledir. Yalnız şu var ki, bu gün maddi medeniyet bakımından ve maddi silahlar dolayısıyla Avrupalı milletlerden gerideyiz. Medeniyetçe onlara eşit olduğumuz gün, hiç şüphesiz dünya egemenliği yine bize geçecektir. Mondros'ta esir bulunduğumuz zaman, orada kamp komutanı olan bir ingiliz şu sözleri söylemişti; "Türkler, gelecekte, yine cihangir olacaklarıdır."
Görülüyor ki, Türklerde, yüksek felsefe ileri gitmiş olmamakla beraber, halk felsefesi oldukça yüksektir. İşte felsefede Türkçülük, Türk halkındaki bu milli felsefeyi arayıp meydana çıkarmaktır.
Ey, bugünün Türk genci! Bütün bu işlerin yapılması, yüzyıllardan beri seni bekliyor.
|
| | | Misafir Misafir
| | | | | TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI (ZİYA GÖKALP'İN KALEMİNDEN) | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|