UlkuGulu.Hareket-Forum.Net ÜLKÜGÜLÜ | UlkuGulu.com | facebook.com/UlkuGuluyuz |
|
| DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
Misafir Misafir
| Konu: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:11 | |
| GİRİŞ
Gaye olarak düşündüğümüz şeyi evvelâ belirtmek ve ondan sonra bu gayenin gerçekleşmesini sağlayacak yolları görüşmek isabetli olacaktır. Gaye Türk milletini, insanca usullerle, en kısa yoldan, kendi gücüyle ayakta durabilecek, kuvvetli, müreffeh, mutlu, hak ve şereflerine sahip bir millet haline getirmek ve modern uygarlığın en ön safına geçirmektir.
İnsanlar nasıl her şeyden önce kendi kendilerine hürmetkâr olmak, kendi benliklerini hürmet duygusu ile hissetmek mecburiyetinde iseler, milletlerin de kendi kendilerine hürmetkar olmaları, kendi varlıklarına güvenmeleri ve kendi varlıklarına duyulan saygı ve güvenle çalışmaları sayesinde mutluluğa ermeleri mümkündür.
Bir insanın kendisine saygısı yoksa, kendini aşağı görürse, kabiliyetsiz hissederse, o insanın büyük iş yapması, içinde bulunduğu çevreye yararlı olması mümkün olamaz. Bir insan bir hendeğe doğru “Ben bu hendeği atlıyamam, gücüm yetmez, kabiliyetim yoktur" endişesiyle ümitsiz ve tereddütlü gelirse, o hendeği aşamaz, atlayamaz. Bir insan kendine güvenerek “Ben kuvvetliyim, ben bu hendeği hiç yüksünmeden atlayabilirim’’ diye korkusuzca gelirse atlar.
Zafer, hiç bir zaman mahvolduklarını zannedenler tarafından kazanılamaz. Milletlerin hayatı da böyledir. Milletler kendi varlıklarının değerini hissederler, kendi kudretlerine inanç duyarlar, kendi izzetinefislerini her şeyin üstünde tutabilirler ve kendi varlıklarına saygı duyarlarsa, uygarlık âleminde büyük varlık gösterirler, büyük eserler meydana getirirler ve aynı zamanda kendi toplumları içinde yaşayan bütün insanları mutluluğa, refaha erdirirler. Bundan dolayıdır ki, biz prensiplerimizin başına milliyetçiliği koyuyoruz. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:12 | |
| GÖRÜŞ
Dünya üzerinde insan toplulukları milletler halinde, ayrı ayrı devletler halinde yaşıyagelmişlerdir. Bugün de, dünya üzerinde birçok devletler bulunmakta ve bunların yönetiminde birbirinden; sosyal ve fizik yapı itibariyle, tarih itibariyle farklı milletler yaşamaktadır. İnsanlığın ahengi ve tarih boyu meydana getirdiği medeniyetler, ayrı ayrı milletlerin birbirleri arasında yaptıkları yarışmaların birbirlerine tesir ederek, birbirlerine birçok yeni fikirler vererek, yeni görüşler vererek, gerek kültür alanında, gerek ilım alanında alış veriş yapmaları sonucunda, insanlık tarihinin çeşitli ileri medeniyetleri meydana gelmiştir.
Ayrı ayrı milletlerin kendi özelliklerinden kuvvet alarak giriştikleri yarışmalar, mücadeleler insanlık tarihinde sıçramalara da sebep olmuştur. İnsanlığın medeniyet tarihinde yeni çağların açılmasına, yeni gelişmelerin meydana çık masına da sebep olmuştur.Birçok farklı iddialara rağmen, dünya üzerindeki gerçek böyle olmaya devam etmiştir. Bugün de Enternasyonalizm iddiası arkasında bir takım farklı rejimlerle ortaya çıkmış olan milletlerin, devletlerin uyguladıkları politika ve takip ettikleri tutum kendi iddialarını fiilen yalanlâmış bulunmaktadır.
Bunun en açık misallerini komünist memleketlerin birbirleriyle olan münasebetlerinde ve tutumlarında görmekteyiz. Meselâ; ilk başlangıçta Yugoslavya ve Sovyetler Birliği arasında patlak vermiş olan anlaşmazlık ve daha sonra komünist dünyanın iki büyük devleti olan Çin - Rusya arasında meydana gelen anlaşmazlık bu görüşü ortaya koymuştur. Bu devletlerin hepsi Marksist felsefeyi benimsemiş ve komünist bir rejim kurmak iddiasında bulunmuş olmalarına rağmen, Enternasyonalizm'i esas aldıklarını ilân etmiş bulunmalarına rağmen, dünya proletarya işbirliği iddialarını ileri sürmelerine, rağmen, birbirleri ile kanlı bıçaklı olacak derecede anlaşmazlığa düşmüşlerdir.Bugün Sovyetler Birliği ile Komünist Çin sınırı boyunca her iki tarafın, sayısı milyonları aşan ordularını birbirlerine karşı yığdıkları herkes tarafından bilinmektedir. Her iki devlet birbirlerine karşı bir savaş hazırlığı yapmaktadırlar. Sık sık birbirlerini ağır ithamlarla suçlamaktadırlar ve bu davranışları birgün bir savaşa müncer olacak olur ise bunda hiç kimse şaşırmayacaktır. O halde milliyetçiliği inkâr eden ve Enternasyonalizm'i ileri süren, dünya proletarya işbirliğini ileri süren, Marksizm'i benimsemiş, aynı rejim altında yaşayan bu milletlerin, bu devletlerin birbirleriyle anlaşmazlığının sebebi nedir?Bu sebep dünyanın kurulduğu günden beri değişmemiş olan faktördür.
O faktör de milletlerin kendi millî menfâatlarını sağlama gerçeğidir. Rus milleti bir ucu Büyük Okyanus'ta, diğer ucu Avrupa ortalarında bulunan büyük bir imparatorluk kurmuştur. Bu imparatorluğun içinde Rus olmayan birçok milletler, köle toplumlar olarak bulunmaktadır. Bu imparatorluğun doğu ve doğugüney parçaları eski Çin devletinin topraklarıdır. Bu toprakları Komünist Çin, Sovyetlerden istemektedir. İkisi de komünist olduğuna göre, kardeş rejim içinde yaşadıklarına göre; ve Mao'nun Komünist Çin'i Sovyetler'den, eski Çarlık Rusyası'nın eski Çin imparatorluğundan kuvvet kullanarak almış olduğu, zaptetmiş olduğu Çin topraklarının tekrar kendisine geri verilmesini istemiştir.
Bu istek Sovyetler Birliği tarafından reddedilmiştir ve her iki tarafın arasında meydana gelmiş olan gerginliğin, anlaşmazlığın ana sebebi budur. Yani millî menfaatların çatışmasıdır. Çin kendisinden Çarlık Rusyası zamanında sömürgeci bir politikanın neticesi olarak Çarlık Rusya ordularının işgal ederek zaptettiği, kopardığı Mançurya gibi, Moğolistan gibi topraklarını geri istemektedir. Çarlık rejimine karşı olduğunu, Çarlık Rusya politikasın kabul etmediğini iddia etmiş olmasına rağmen kamünist Rusya, Çin'in bu isteklerine karşı çıkmakta, bu toprakların kendisine ait olduğu iddiasını ileri sürmektedir ve topraklarını korumak içirı de Çin sınırı boyuna bir milyondan fazla Rus askerini tom nükleer başlıklı Rus füzelerini yerleştirmiş bulunmaktadır.
Komünist Çin de kendi topraklarını korumak, bir saldırı karşısında kendisini savunmak üzere aynı şekilde Rus sınırına milyonu aşan sayıda Çin askerlerini ve Çin silâhlarını yığmış bulunmaktadır. Bu gerçekler baştan söylemiş olduğumuz dünya realitesini açıkça gözlerimizin önünde yeniden canlandırmaktadır.O realite nedir? O realite de dünya üzerinde insanlar millet toplulukları halinde yaşamaktadırlar ve milletlerin arasında devamlı bir yarışma, devamlı bir mücadele vardır. Bu mücadelenin, bu yarışmanın temeli her milletin kendi millî menfaatlarıdır. Her millet kendi mllletini ileriye götürmek, yükseltmek, ahlâkta, maneviyatta en üst düzeye çıkarmak, iktisatta, refahta dünyanın en refahlı toplumu haline getirmek çabası içindedir. Bu çabasını, başka milletlerin zararına olsa da, başka milletlerin sırtından olsa da sürdürmektedir. Milletlerin birbirlerinden lütuf bekleyerek, birbirlerinden merhamet ve şefkat umarak yaşamaları mümkün değildir. İnsanlar gibi milletler de kendi güçlerine ve kendi çatışmalarına güvenmek zorundadırlar.
Bir milletin çıkarlarını koruyabllmesi ve kendi insanlarını refahlı, huzurlu, güven içinde yaşatabilmesi her şeyden önce kendisinin çalışmasına ve güçlü olmasına bağlıdır. Dünya üzerinde çok eskiden beri hüküm sürmüş olan ilke, kanun bugün de yine hükmünü sürdürmektedir. Bu ilke, bu kanun milletler arasındaki münasebetlerde “Hak kuvvetindir’’ kanunudur. Haklı olanın kuvveti yoksa, hakkını alması, hakkını saydırması mümkün olamamaktır. Eski çağlar da mümkün olamamıştır. Bugünkü dünya üzerinde de mümkün olamamaktadır.Gerçi insanlar, milletlerarası münasebetlerde, kişilerle devletler arası veyahut kendi devleti arasındaki münasebetlerde hakkı ve hukuku ha kim kılmak için, adaleti hakim kılmak için birçok ileri adımlar atmışlardır. İnsan Hakları Beyannamesi ilân edilmiştir ve Birleşmiş Milletler Teşkilâtı kurulmuştur. Birleşmiş Milletler insan haklarının teminat altında bulundurulması için gayret göstermektedir. Fakat bütün bu ileri adımlara rağmen, yine de dünya üzerinde “Hak kuvvetlinindir’’ ilkesi hükmünü yürütmektedir.
Bunun canlı ve acı misallerini çok uzağa gitmeden, geçmiş üç beş yıl içindeki olaylarda görmeden, geçmiş üç beş yıl içindeki olaylarda görmemiz mümkündür. Bunlardan birisi Pakistan'la Hindistan arasında birkaç yıl önce meydana gelmiş olan savaştır. Bu iki devlet arasında müzakere yoluyla, barış yoluyla anlaşmazlıkların giderilmesi mümkün iken ve bu yolun uygulanması gerekli iken, Hindistan kendi gücüne güvenmiştir ve Pakistan'a karşı üstün olan Silâhlı Kuvvetlerini kullanmıştır. Pakistan kendisini korumak için, topraklarını korumak için, haklarını korumak için Birleşmiş Milletler'den yardım istemiştir. Birleşmiş Milletler'e başvurmuştur, diğer kendisine dost memleketlere, anlaşmalarla bağlı bulunduğu devletlere başvurmuştur, fakat hiç bir taraftan yardım görememiştir.Ve Birleşmiş Milletler de Pakistan'ın Hindistantan tarafından saldırıya uğramasını önleyememiştir.
Bunun gibi başka misaller de vardır. Diğer misaller de : İsrail ve Araplar arasında meydana gelen savaşlardır. Bunu daha çoğaltabiliriz. Başka memleketlerde meydana gelen başka savaşlar da vardır. Bütün bunların hepsi, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı'nın kurulmuş olmasına rağmen, İnsan Hakları Beyannamesi'nin ilân edilmiş bulunmasına rağmen, bugün de dünya üzerinde değişmeyen realite olarak hakkın ancak kuvvetle savunulabileceği, ancak kuvvetimiz olduğu takdirde haklarımızın korunmasının mümkün olabileceği realitesidir. Bu gerçeği ortaya koyduktan sonra Türkiye'mizin durumunu incelemekte yarar görüyorum.
Dünya üzerinde milletler arasındaki münasebetlerde değişmeyen katı gerçek hak kuvvetindir ilkesi olduğunu söylemiştim. Türk milleti kişi olarak ve toplum olarak tarih boyu yaşadığı her çağda, hakkı ve adaleti birinci planda tutmuştur. Bugün de Türk milleti olarak biz, hakkın kuvvetin olması, kuvvetin emrinde olması görüşüne karşıyız. Türk milleti olarak biz daima adaletin ve hakkın, hukukun her şeyin üstünde yer alması görüşünde bulunan insanlarız. Büyük ******'ümüz, Kurtuluş Savaşı'na başlarken hak kuvvetindir ilkesine karşı bu âlemde elbette bir hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir, üstünde olmalıdır ifadelerini de kullanmıştır. Bizim millet olarak daima hakkı tutmamız, adaletten yana olmamız ve hakkın, hukukun, kuvvetin üstünde yer almasını istememiz, kuvvetin hakkın ve hukukun emrinde bulunmasını istememiz ve bunu doğru görmemiz dünya üzerindeki realiteyi değiştirmeye yetmez. Bizim iyi niyetimiz doğru görüşümüz dünya üzerinde binlerce yıl hüküm sürmüş olan ve bugün de hüküm yürütmekte olan bu kaba, çirkin gerçeği değiştirmeye yetmez.
****** de, elbet bu âlemde bir hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir, kuvvetin üstünde olmalıdır, demiş olmasına rağmen, mazlum Türk milletinin haklarını kabul ettirebilmek için kuvvet meydana getirmeye ve kuvvet kullanmaya mecbur kalmıştır. Teşkil ettiği millî kuvvetlerle yeniden teşkilâtlandırdığı, kurduğu Türk Silâhlı Kuvvetleri'yle düşman silâhlı kuvvetlerini ezmedikçe Türk milletinin haklarını hiç kimseye kabul ettirememiştir. Bu sözlerimle bizim millet olarak gençlerimizin, aydınlarımızın kuvvetten başka hiç bir şeyi tanımamaları, kuvvete tapmaları görüşüne karşı olduğumuzu anlatmak istiyorum. Biz herşeyden evvel hakka, adalete saygılı ve hakkın, hukukun hakim olacağı bir toplum düzeni istediğimiz gibi hakkın hukukun ve adaletin gölgesiz bir şekilde hüküm süreceği bir dünya nizamı kurulmasını da istemekteyiz.
Bütün milletlere, bütün insanlara sadece hak, hukuk ve adalet esasları ile muamele sağlayacak münasebetleri bu esasa göre yönetecek bir düzenin kurulmasını istemekteyiz. Böyle bir düzenin gelmesini dilemekteyiz. Fakat bizim bu iyi niyetlerimiz, bu iyi dileklerimiz, bugün yeryüzünde hükmünü icra etmekte olan hak kuvvetindir ilkesini değiştirmeye yetmemektedir. Bunu değiştirebilmemiz için de, millet olarak bizim güçlenmemiz, kalkınmamız, güçlü sözünü gerektiği zaman her yerde kabul ettirebilecek bir varlık haline gelmemizle ancak mümkün olur. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:15 | |
| TÜRK TARİHİNE BAKIŞ
Türk milleti dünya üzerinde yaşayan milletler içerisinde en eski milletlerden birisidir ve milletimizin tarihi, çok şanlı olayların yer aldığı, büyük medeniyetlerin tarihidir. Milletimiz tarih sahnesinde göründüğü zamanlardan beri teşkilâtçılığıyla, çalışkanlığıyla ve bitmez tükenmez enerjisi, hareketliliğiyle kendini göstermiştir. Milletimizin tarihini iki bölüm olarak mütalâa edebiliriz. Bunlardan birisi Müslümanlığı kabul ederek İslâmiyete girmelerinden önceki dönemdeki tarihimizdir ki, bu dönem tamamiyle Orta Asya'da cereyan etmiş bir dönemdir. Bu dönemde Asya'nın Hindistan ve batı bötümleri, batı uçları dışarda kalmak üzere, her köşesine kadar Türklerin yayıldığı ve büyük mücadelelerle büyük devletler kurduğu, büyük medeniyetler meydana getirdiği bir dönemdir.
İslâmiyet'ten sonraki dönemi ise Türklerin batıya doğru yayıldıkları ve Batı Asya'da daha sonra Avrupa'da ve Afrika'da kendilerini gösterdikleri dönemdir. İslâmiyeti kabul ettikten sonra, Türklerin Asyada'da faaliyetleri ve meydana getirdikleri birçok eserleri görülmüştür, devam etmiştir. Asya'da da yine birçok devletler kurulmuş, yayılmışlardır. O arada Hindistan'a da girmişler, Hindistan'da da Türk milletinin eseri olan medeniyet eserleri meydana getirmişler ve uzun ömürlü devletler kurmuşlardır. Fakat Türk tarihinin en büyük devletleri ve meydana getirdiği en görkemli medeniyetleri Batı'da doğmuştur. Bu da Selçuklu İmparatorluğu ve Selçuklu İmparatorluğunu takip eden Osmanlı İmparatorluğudur.
Osmanlı İmparatorluğu, dünyanın en büyük imparatorluklarından biri olarak meydana gelmiştir. Üç kıta üzerinde yayılmış ve bugün de gözleri kamaştıran eserleriyle insanlığın tarihine yeni büyük bir medeniyet ilâve etmiştir. Türk milletinin Asya'nın en doğu kıyılarından, Avrupa'nın ortalarına, Sibirya'nın kuzeyindeki buzlarından, Hint Okyanusu'na ve Çin Denizi'ne diğer taraftan Akdeniz'e, Afrika'ya ve Afrika ortalarındaki Büyük Sahra'ya kadar yayılan diğer taraftan da batıda Atlantik Okyanusu'na, Afrika'da Atlantik Okyanusu'na varan Avrupa'da Viyana'ya ve Polonya'ya kadar dayanan, Rusya'da Rus ovalarına kadar uzanan çok geniş bir saha içinde gösterdiği bu varlık, Türk milletinin sahip olduğu büyük enerjiyi ve medeni kabiliyeti, teşkilâtçılığı inkârı imkânsız şekilde ortaya koymaktadır.
Zaman zaman milletimiz sadece yabancılardan veyahut milletimizin düşmanlardan garezlere, iftiralara maruz kalmamıştır. Kasıtlı olarak yürütülen propagandaların tesirinde kalan veya Türkiye'yi istilâ etmek üzere Türkiye’ye sokulmuş olan yabancı kültürlerin pençesine düşmüş olan birçok gafil Türk aydınının da gerçeklere tamamiyle aykırı yanlış ithamlarıyla, değerlendirilmeleriyle karşılaşmıştır. Zaman zaman milletimizin kurduğu bu devletlerin, bu imparatorlukların hiç bir şey ifade etmediğini ve pala sallayarak, kan dökerek tarihte kanlı bir iz bırakmaktan öteye bir mânâ taşımayan hareketler olduğunu söylemeye kadar varan davranışlar görülmüştür.
Bunlar akla, ilme ve gerçeklere hiç bir zaman uymayan görüşler ve sözlerden ibarettir. İlim ve ahlâk sahibi olmayan, inanç ve ülkü sahibi olmayan, teşkilâtçılık kudreti bulunrnayan hiç bir toplumun devlet kurması, hele büyük medeniyetler meydana getirebilmesi ve büyük imparatorluklar kurabilmesi mümkün değildir. Türk milletinin kurmuş alduğu devletler, kurmuş olduğu imparatorluklar hepsi ince hesaplara dayanan, derin bilgilere ve ilme dayanan plânlara sırt vermiş ve Türk'ün büyük teşkilâtçılık kabiliyeti ile yüksek ahlâk ve seciye ile, iman ile ve ülkücülük ile meydana gelmiş eserlerdir.
Bugün de dünyanın bu çağında da, hiç bir devlet sadece silâh gücüyle, sadece kan dökerek kurulamaz ve yaşatılamaz. Devletler, insan topluluklarının meydana getirdikleri en yüksek eserlerdir, en yüksek kurumlardır. Bu kurumların kurulabilmesi her şeyden önce o toplumların bir inanç sahibi olması, bir ülkü sahibi olması, yüksek ahlâk sahibi olması ve teşkilâtçılık gücüne sahip olmasıyla mümkündür. Kaldı ki insanların teknikte henüz bugünkü ileri gitmediği eski çağlarda, motorun icad edilmedlği, telli veya telsiz muhabere vasıtalarının bulunmadığı bir çağda, o zamanın bilinen dünyasının hemen hemen tümünü kendi hakimiyetleri altına alarak bu bölgede lekesiz, gölgesiz bir adalet nizamı kurarak kendi devletlerlnin sınırları içindeki bütün insanları din, mezhep ve ırk, milliyet ayrımı gözetmeksizin hepsini ahenk içinde ve mutluluk içinde yaşatabilmek, milletimizin sahip olduğu yüksek vasıflarla ancak mümkün olabilecek bir başarıdır.
Bunlara işaret ettikten sonra bugünkü Türkiye'nin doğuşunu ele alacağız. Bugünkü Türkiye, Türk milletinin tarihi boyunca kurabildiği en büyük devlet olan, meydana getirdiği en büyük eser olan Osmanlı İmparatorluğu'ndan meydana gelmiş bir devlettir. Osmanlı İmparatorluğu üç büyük ideali gerek coğrafya üzerinde gerekse medeniyet yapısı içerisinde gerçekleştirmeyi hedef almıştır. Bunlardan birisi, aynı dine mensup olan insanların mutluluğunu sağlamak üzere ve bunların birliğini, beraberliğini sağlamak hedefini gütmüştür.
Diğeri ise, Türklerin birliğini, beraberliğini sağlamak hedefini gütmüştür. Diğeri de, bütün dünyayı bir birleşik dünya haline getirerek, yer yüzünde bir hak ve adalet nizamı tesis etme gayesini gütmüştür. Buna Osmanlı aydınlarının, Osmanlı yazarlarının eserlerinde Nizam-ı Alem deyimi ile yer verilmiştir. Fakat Osmanlı devleti belirli sınırlara vardıktan sonra enerjilerini kaybetmiştir. Enerjisini kaybetmesine sebep, ülküsünü ve gayelerini unutmuş veyahut bunlardan vazgeçmiş olmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu ilk büyük yenilgiye 1583 yılında, İkinci Viyana seferi sırasında uğramıştır. Viyana şehri önünde uğramış olduğu bu büyük yenilgi arkadan birçok felaketleri getirmiştir. Bu yenilgiyi değerlendirmek isteyen birçok Avrupalı devlet, Osmanlı devletine karşı mukaddes - ittifak dediğimiz bir itifak kurarak Osmanlı'ya saldırmıştır. Bunun neticesinde 1699 yılında, ilk defa Osmanlı devleti yenilginin sonucu olan bir anlaşma imzalamaya mecbur kalmıştır; Karlofça Antlaşması dediğimiz anlaşmayı imzalamıştır. Bu tarihten sonra Türkiye Cumhuriyeti kuruluncaya kadar geçen iki yüz yirmi dört yıllık zaman içerisinde Osmanlı imparatorluğu yani Türk milleti, devamlı saldırılara ve devamlı yenilgilere ve felâketlere uğramıştır.
Bu iki yüz yirmi dört yıl içerisinde karşılaştığımız savaşların ve uğradığımız yenilgilerin her birisi o kadar acı, o kadar büyüktür ki, bunların bir tekine uğrayan bir milletin bunun acısıyla gözlerini şiddetle açması, uyanması, silkinmesi ve kendini bundan sonra gelecek felâketlere karşı koruyucu tedbirler bulma yoluna sevketmesi gerekir idi. Çünkü bundan sonra uğranılan birçok felâket devamlı toprak kaybedilmesine yol açmış ve o topraklarda yaşayan Türklerin imha edilmesine sebep olmuş, imha edilmeyenler düşman önünde göçe mecbur olmuşlar, evlerini, ocaklarını terkederek sefil, perişan düşman eline geçmemiş olan Türk topraklarına kaçmışlar ve bu göçler ayrıca birçok acı olaylara yol açmış, göçmenler, göçtükleri yerlerde hastalıktan, yokluktan, karşılaştıkları binbir felâketler içinde erişmiş gitmişler, kısacası iki yüz yirmi dört yıl Türk milleti için devamlı felâket, ıstırap, acı yılları olmuştur.
Fakat üzüntüyle belirtmek gerekir ki, bunların hiç birisi esaslı şekilde milletimizin uyanmasını ve kendimizi kurtaracak yeni bir yaşama gücüyle bundan sonra meydana gelecek felâketlerden koruyacak bir çalışmaya, bir toparlanmaya götürmemiştir. Bunun sebebini Türk milletini idare eden ve Türk milletine yol gösteren yöneticilerle, Türk aydınlarının tutumunda, zihniyetinde aramak gerekmektedir. Her felâketten sonra çekilen acılar unutulmuş veyahut halkın, milletin ıstıraplarına sırt çevrilmiş, göz yumulmuş belirli büyük merkezlerin lükse, sefahata, eğlenceye dayanan, hayatı içinde gerçekleri unutma yoluna gidilmiştir. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:16 | |
| Üst üste uğradığımız yenilgiler, özellikle onsekizinci yüzyılın sonlarına doğru, başta padişahlar olmak üzere, devleti idare eden Türk devlet adamlarında, bu felâketlerden kurtulmak için Batı'ya benzemek batının usullerini benimsemek fikirlerini doğurmuştur. Fakat gerek Türk devlet adamları olsun, gerek Türk aydınları olsun, batının gücünü meydana getiren temel fikirlerinin ne olduğunu, batının üstünlüğünü meydana getiren ana faktörlerin ne olduğunu esaslı olarak hiç bir zaman anlayamamışlar, tesbit edememişlerdir.
İlk zamanlarda Avrupa usulü ordu kurmak gerektiği sanılmış ve Avrupa usulü ordu kurulduğunda bizi yenilgiye uğratan batı ordularının karşısına çıkılabileceği sanılmıştır. Bunun için de yabancı ordulardan yabancı subay ve komutanlar getirtilerek Avrupa usulü ordu teşkil etmeye çalışılmıştır. Halbuki bir milletin hayatı bir bütündür. Bir milletin ordusu o milletin sosyal bünyesinden tamamiyle ayrı bir varlık olarak düşünelemez. Bir milletin ordusu o milletin özüdür ve kendi sosyal bünyesinin bütün özelliklerini taşıyan varlıktır. Bu sebepten batının gücünü meydana getiren ana fikirleri, ana virüsleri ve faktörleri görmek, buna göre Türk milletini yeniden teşkilâtlandırmak, Türk devletini teşkilâtlandırmak gerekmekteydi. Önceleri Fransa'dan getirtilen Fransız subay ve generallerin öncülüğünde yeni ordu teşkiline çalışılmıştır. Fakat bu teşebbüs Osmanlı devletini arka arkaya gelen yeni yenilgilere uğratmaktan da koruyamamıstır.
Fransızlardan sonra Alman subaylar ve AIman generalleri getirtilerek Türk ordusu onların eğitimine ve onların görüşüne göre yetiştirilmeye çalışılmıştır. Bunlar tamamiyle yararsız olmuştur denilemez, fakat bu teşebbüslerin de Osmanlı devletini canlandırmaya ve Türk milletini felâketlerden korumaya yetmediği görülmüştür. Çünkü esas mesele Türk toplumunu yeniden uyandırmak, ona yeni bir yaşama inancı vererek, yeni bir ülkü vererek, ahlâkta ve maneviyatta en yükseğe çıkarmak, ilimde, teknikte süratle en ileriye götürmek ve iktisaden kalkınmış bir varlık haline getirmek zorunluluğu vardır, fakat bu Osmanlı yöneticileri tarafından, Osmanlı aydınları tarafından bir türlü kavranamamıştır. Daha sonra batı memleketlerinin ordularını taklitten, batının yüksek tabakasının, aristokrat tabakasının o günkü lüks yaşayışını, gösterişini taklide yönelmiştir.
Bu taklitçilik miletimizde kendini horlama, kendi kendini kabiliyetsiz görme ve Avrupa'yı üstün görme, üstün kabul etme, Avrupa'nın herşeyi yapabileceğine, bizim ise yapamıyacağımıza inanma yoluna götürmüştür. Yani insanlarımızın beyinleri ve ruhları manen zincire vurulma durumuna getirilmiştir. Bir insan kendisinin aşağı olduğuna inanırsa, inandırılırsa, bir insan başkalarının kendinden yüksek oiduğuna inanır ve inandırılırsa, o insan en adi kölelik zincirine vurulmuş olur. Bu da insanları yaratıcı güçten mahrum eder ve çalışamaz, yararlı işler yapamaz duruma sokar. Bunun yanısıra batılı gibi yaşamayı taklit etmenin, batı taklitçiliğinin yayılmasının sebep olduğu sonuç, tüketimin artması Türk toplumunun batılı gibi tüketici hale gelmesi, buna karşılık üretim aynı, eski binlerce yıllık doğulu üretim sisteminin devam etmesi şektinde olmuştur. Karasapana dayanan, çiftçiliğe ve tarıma, ilkeli tarıma dayanan bir üretim usulü süregelmiştir. Tüketiciliğin devamlı artması; tüketicinin hiç bir gelişme olmaması, verimsiz, kısır bir üretimin sürdürülmesi, her geçen gün toplumumuzun daha çok fakirleşmesine, devletimizin daha çok zayıflamasına yol açmıştır. Türk aydınları, Türk yöneticileri bu gerçekleri hiç bir zaman farkedememişlerdir.
Osmanlı İmparatarluğunun çöküşü milletimiz için çok felâketli dönemlerin yaşamasına sebep olmuştur. Türk milletinin son sığınağı durumunda olan Anadolu dahi, Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda her taraftan birçok düşman askerlerinin işgali altına girmiştir. Türk milleti ve Türk devleti adetâ tarih sahnesinden silinme, yok olma durumunda kalmıştır. Bu durum içinde ****** gibi müstesna bir büyük şahsiyet Türk milletinin başına geçme imkânını bulmuştur. Milletimizin kabiliyetlerini ve özelliklerini iyi tanıyan Mustafa Kemal ******, milletimizin desteğini de sağlayarak, o günkü şartlara göre eldeki imkânları da gayet iyi değerlendirerek milletimizin kurtuluş savaşını başlatmıştır; ve dört yıl süren bu savaşın sonunda bugünkü sınırlar içindeki Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kurtarrnayı, Türk milletini yeniden dünya üzerinde bağımsız bir varlık halinde yaşama imkânına kavuşturmayı başarmıştır.
Milli Kurtuluş Savaşımız, milletimizin canını dişine takarak büyük fedakârlıklarla, büyük kahramanlıklarla başardığı bir büyük mücadeledir. Bu mücadelenin başarılmasında ******'le beraber, ******'ün etrafında toplanan Türk aydınlarının ve Türk liderlerinin büyük payları, büyük hizmetleri olmuştur. Dört yıllık çetin mücadeleler, iç isyanlar, ayaklanmalar, dış saldırılar içinde geçen olaylardan sonra Lozan barışı imzalanarak Türkiye Cumhhriyeti Devleti tarih sahnesinde Türk milletinin yeni eseri, yeni varlığı olarak kendisini göstermiştir.
Cumhuriyet kurulduktan sonra eski hastalıklardan, eski dertlerden kurtulmak ve Türk milletini bir an önce güçlü, kalkınmış bir varlık haline getirmek, çalışmaları başlamıştır. Bugün Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana elli üç yıl geçmiş bulunmaktadır. Bu elli üç yıl içerisinde Türkiye'yi idare etmiş olan hükümetler ve çeşitli liderler, çeşitli iktidarlar ve partlier milletimizin kalkınması yolunda birçok işler başarmışlardır. Fakat yapmış oldukları işler elli üç yıl geçtikten sonra da Türk milletini henüz ileri batı milletlerinin seviyesine getirmeye yetmemiştir. Memleketimizi idare eden çeşitli liderler, çeşitli partiler daima kendilerirıin büyük işler yaptığını iddia etmişler ve kendi iktidarlarından önceki durumu ele alarak eski yıllara göre kendi dönemlerinde yeni bir takım eserler meydana getirdiklerini iddia etmişler ve böylece kendilerinin başarılı hizmetlerini anlatmaya çalışmışlardır. Bunların hiç birisi Türkiye Cumhuriyeti'nin durumunu komşularıyla veya diğer ileri milletlerin durumlarıyla kıyaslayarak o milletlerle Türk milletini yarıştıracak duruma getirebilme yönünde ne ölçüde hizmet yaptıklarına değinmemişlerdir ve bugün de değinmemektedirler.
Halbuki asıl dâva, bir iktidarın kendinden önceki iktidar zamanında mevcut olan tesislere yenilerini ilave ettiği iddiasından daha önemli olarak, Türkiye'nin gerek komşuları ile gerekse diğer ileri milletlerle arasında bulunan geri kalmışlık mesafesinin ne ölçüde kapatılabildiği ne hızla bu mesafenin kapatılma yoluna girdiğini tesbit etmektedir. Biz yaptığımız incelemelerde, üzülerek belirtmek istiyorum ki, çok acı sonuçlar tesbit etmiş bulunmaktayız. Türkiye her geçen gün gerek komşularıyla gerek ileri milletlerle arasındakl geri kalmışlık mesafesini azaltmak küçültmek yerine bu mesafe daha da büyümektedir. Her geçen günde, her geçen haftada, her geçen ayda ve yılda Türkiye gerek komşularından, gerek ileri gitmiş milletlerden daha çok geriye kalmakta, geri kalmış bir duruma düşmektedir. Çünkü Türkiye'yi yönetenler, Türkiye ile ileri milletler arasındaki mesafeyi azaltmaya yetecek ölçüde icraat yapmak hususunda başarılı olamamışlardır, olamamaktadırlar.
Bunu çeşitli sebepleri vardır. Bu sebeplerin en başında gelen husus Türk milletini, Türk halkını heyecanla harekete geçirerek kendi icraatlarına müttefik ve ortak haline getirememeleridir. Yöneticiler daima halktan uzak, halka gerçekleri anlatarak, hedefleri göstererek, halkı inandırarak bu hedeflere bütün varını yoğunu, enerjisini birlikte seferber edip bir an önce ulaşmak hareketine geçirememişlerdir. Bunun yanı sıra aydın, halk kaynaşması ve işbirliğini sağlayamamışlardır. Aydınlarımız hâlâ halktan uzak büyük şehirlerde, eğlence imkânlarının bol olduğu yerlerde, konforlu apartmanlarda, konforu bir hayatın içinde bulunmanın peşinde ve zihniyetindedirler. Osmanlı imparatorluğu günlerinden beri Türk aydınları, Türk yöneticileri ile halkın yaşayışı arasında büyük fark vardır. Türk aydınları, Türk yöneticileri halkı horlamaktadır, halkı küçük görmektedir, halkın geri kalmışlığını, dini inançlarına dayalı olarak sürdürdüğü yaşayışını gerilik saymakta ve bundan dolayı vatandaşı beğenmemektedir. Halk da kendi yöneticilerini, kendi aydınlarını kendi derdinden anlamayan, kendi inançlarını paylaşmayan, kendi dinini, kendi ibadetlerini, kendisi gibi, kendisiyle beraber yaşamayan, kendisinden başka bir hayatı özleyen, başka bir hayatı yaşayan ve kendini horlayan insanlar olarak görmüştür ve görmektedir. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:17 | |
| Bundan dolayı da kendini yönetenlere, kendi aydınlarına inanamamakta, güvenememektedir. Aydın - halk ikiliğini ortadan kaldırmadıkça, Türk milletinin aydın - halk birliğini ve işbirliğini, kaynaşmasını sağlamadıkça Türkiye'nin atılıma yönelmesi mümkün olamıyacaktır. İeri milletlerle ve komşularımızla Türkiye'nin her geçen gün arasındaki geri kalmışlık mesafesinin daralmak yerine büyümesinin diğer sebepleri ise bir milletin gücünü meydana getiren ana faktörlerin anlaşılmamış olmasıdır. Bu ana faktörler şunlardır :
Her şeyden evvel bir milletin yüksek ahlâk duygusuna sahip olması ve yüksek bir manevi inânç taşıması gerekmektedir. Bunlarla beraber milletin kuvvetli bir milliyetçilik şuuru içinde bulunması ve kendi milletini kalkındırmak, kendi milletini ileri götürmek aşkı, isteği ve azmi içinde bulunması gerekmektedir. Bunlarla beraber bir milletin modern îlim ve teknikte hızla en yükseğe çıkması gerekmektedir. Bir toplumun hızla modern ilim ve teknikte en yüksek seviyeye çıkması, en ileri milletlere yetişmesi ise her şeyden önce süratle dünya çapında kabiliyetli, bilgili, yetenekli ilim adamları ve teknisyenler kadrosu kurmaya bağlıdır. Bunların yanı sıra da memlekette modern sanayii kurmak ve modern tarım kurmak gerekmektedir. Gerek tarımı modernleştirme; gerek modern sanayii kurmak ve otomasyona dayanan, modern kitlevi çok üretim sağlamak ve böylece dünya ekonomisine dahil olmak bir mîiletin ileri olmasını sağlayabilir. Bunlar çözülmedikçe bir milletin yapılacak üç, beş bin kilometre yol ile, birkaç yüz köprü ile, birkaç yüz okulla ileri milletlerin seviyesine hızla çıkması sağlanamaz. Nitekim elli üç yıllık Cumhuriyet devrinde başa geçmiş olan çeşitli liderlerin, çeşitli iktidarların bu neviden memlekette yapmış oldukları birçok esere rağmen Türkiye bugün yine kalmış bir ülke durumundadır ve ileri milletlerle arasındaki mesafe de azalmak yerine daha çok açılmış bir durumdadır. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:18 | |
| BATI TARİHİNE BAKIŞ
Türk milleti Orta Asya'dan Batı'ya doğru yayılmasında, batı dünyasının temsilcisi olarak kuzeyde Ruslarla güneyde de Bizanslılarla karşılaşmıştır. Bu karşılaşma neticesi, batıya doğru devamlı kayma gösteren Türk milleti evvelâ bu devletlerle çatışmalarda bulunmuştur. Ruslar Türklerin batıya doğru yayıldıkları çağlarda henüz güçlü bir varlık sahibi değillerdi. Türk gücü karşısında dağınık Rus beylikleri Türklere tabi olmayı ve onlara sığınarak, onlara vergi vererek varlıklarını sürdürmeyi kendileri için yol seçmişlerdir.
Türklerin asıl karşılaştıkları büyük kuvvet, büyük tehlike Bizans olmuştur. Fakat gelişen Türk gücü, Türk teşkilatçılığı Bizans'ı yıkmaya ve İstanbul'un fethiyle de son varlığını tarihten silmeye muvaffak olmuş, daha Bizans yıkılmadan önce de Trakya'ya geçen Türk kuvvetleri Güneydoğu Avrupa'da geniş yayılma göstermişlerdir. Türklerin batıya doğru bu yayılması, devamlı batının mukabil taarruzlarını celbetmiştir.
16. yüzyıla ve 17. yüzyılın sonlarına kadar iki tarafın medeniyet alanında, styaset alanında ve askerî alandaki kuvvetleri daima Türkler lehine bir üstünlük arzetmiştir. Fakat 17. yüzyıldan itibaren bu üstüntük değişmiş ve batı, Türklere karşı gözebatan bir üstüniük göstermeye başlamıştır. Batı dünyasının üstünlüğünü sağlıyan sebepleri araştırmak ve bulmak Türk milletinin geçmişini tanımak yönünden önemli olduğu kadar, bundan sonraki geleceğini de tayin ve tespitte gayet önemlidir. Batı Avrupa'da 14. yüzyıldan itibaren büyük bir uyanış meydana gelmiştir. İlk çağların karanlığı içinde birçok ızdıraplar çekmiş olan batı dünyası, 14. yüzyıldan itibaren büyük bir uyanış ve kalkınma göstermiştir. Bu uyanışın ilk hareketi Rönesans'la başlamıştır. Rönesans'la beraber ilim alanında da gelişmeler başlamıştır. İnsan düşüncesine zincir vuran batıl fikirler, bâtıl inançlar, önyargılar ve art düşünceler terk edilerek, modern ilim metodu üzerinde gelişmeler sağlanmış ve ilim alanında hızlı adımlar atılmaya başlanmıştır.
Bu arada batı dünyası Asya toprakları üzerinde karadan, Çin'den ve Hindistan'dan bütün Orta Asya'yı kat ederek, Ortadoğu üzerinden geçen, İran üzerinden, Türkiye üzerinden geçen büyük ticaret yolunun da Türklerin elinde bulunması ve diğer Müslüman kavimlerin, diğer Asya'lı milletlerin elinde bulunması dolayısıyla, bunların tesiri altındaki bu yolu yeni başka bir yol bularak batının ihtiyacı olan maddeleri bu yoldan temin etmenin çarelerini düşünmeye başlamışlardır. Bu maksatla denizlere açılmalar olmuştur. O zamana kadar Atlantik Okyanusu'nun ötesinin ne olduğu bilinmezken, Hindistan yolu bulunacaktır, ümidiyle yapılan keşiflerle, yeni bir kıt'a keşfedilmiş, Amerika kıtası bulunmuştur.
Amerika'nın Hindistan olmadığı anlaşıldıktan sonra bu defa Hindistan'a deniz yoluyla gitmek çareleri aranmış ve neticede Afrika'yı dolaşan Ümit Burnu yolu keşfedilmiş, böylece batı dünyası üç kıt'a, sonradan keşfedilen Avustralya'yı da veya Okyanusya'yı da saydığımız takdirde kendi dışında dört kıta üzerinde geniş sömürgeler elde etmeye başlamış ve bu sömürgelerin insanlardan da esir işçiler temin ederek, geniş imkânlara kavuşmuştur.
Yüzlerce yıl yeni keşfedilen ve fethedilen topraklarda altın, gümüş gibi kıymetli madenler, kumaşlar ve diğer kıymetli eşya ve maddeler batı dünyasına durmadan taşırmıştır. Yeni keşfedilen ve sömürge haline getirilen bu topraklar, batı için aynı zamanda geniş pazarlar temin etmiştir. Bu yeni gelişmelerin sonucunda, batı dünyasında tarihin hiç bir devrinde, hiç bir ülkede görülemiyecek kadar çok miktarda bir zenginliğin yığılması, bir sermaye birikiminin meydana gelmesi mümkün olmuştur. Bu ölçüsüz derecede çok sermaye birikimi, zenginliğin yığılması 14. yüzyılda başlamış olan Rönesans ve ilim alanındaki, sanat alanındaki gelişmelerle beraber batı dünyasında büyük bir sanayi ve ticaret patlamasına yol açmıştır.
Buharın keşfedilerek buharla çalışan makinaların yapılması ve daha sonra diğer kuvvetlerden istifade ederek daha modern makinaların yapılması yolu ile batı dünyası o zamana kadar sadece insanın kol gücüyle va hayvan gücüne dayanarak sağlanan üretim yerine makina gücüyle çok miktarda ve standart, kitle halinde üretim sağlama gücünü elde etmiştir. Böylece kendi iç ihtiyaçlarını rahatça karşıladıktan sanra, batının elinde kendi ihtiyacından çok fazla, çeşitli ürünlerin yığılması durumu meydana gelmiştir. Bu ürünlerin de başka memleketlere satılması gerekmiştir. Bunun için de elde geniş pazarlar teşkil edecek sömürgeler bulunmuştur. Bu sömürgelerin insanları aşağı yukarı parasız, boğaz tokluğuna, işçi sağlarken buna karşılık batının ürettiği mallara da geniş pazarlar temin ediyordu.
Bu durum Batı dünyasını birdenbire çok güçlü hale getirmiştir. İktisaden doğu ile hiç kıyaslanmıyacak derecede zengin, kalkınmış duruma soktuğu gibi, doğunun eski, tamamıyla insan gücüne veyâ hayvan gücüne dayanan varlığına karşı kol gücünü, beygir gücünü yüzlerce defa aşan makina gücünü elde etmesi ve makina gücü ile doğunun karşısına dikilmesini sağlamıştır. Durumun böyle gelişmesi, başka yönden de doğunun aleyhine olmuştur. Özellikle Türkiye'nin aleyhine olmuştur. Ümit Burnu keşfine kadar bütün Asya ticareti Türkiye üzerinden yapılırken, İpek Yolu Türkiye'den geçerken, Ümit Burnu yolu keşfedildikten sonra artık Batı, Uzakdoğu ile olan ticaretini Ümit Burnu yollarından yapmak imkanını bulmuştur.
Böylece Türkiye kendisine büyük imkânlar sağlayan bu geniş ticaret yolundan da mahrum olmuştur. Türkiye üzerinden geçen ticaret yolu terk edilmiş ve sönmüştür. Bu da Türkiye`nin ve doğunun iktisaden zayıflamasında, iktisaden çökmesinde ayrı bir sebep teşkil etmiştir. Batı dünyası her tarafa yayıldığı gibi, kendisini yüzlerce sene tehdit etmiş olan Türk yayılmasına karşı harekete geçmeyi kendisi için bir politika yapmıştır. Bunun neticesi, devamlı doğuya karşı batıdan taarruz dalgaları yönelmiştir. Batının bu doğuya karşı yönelmesi sadece Osmanlı devrine münhasır olmamıştır. Selçuklular devrinde de düzenlenmiş olan Haçlı seferleriyle, bu saldırılar başlatılmıştır. Haçlı seferlerinin temelinde dini faktörlerin bulunduğu bir gerçek olmakla beraber, dini faktörler kadar tesirli ve dini faktörler kadar önemli ekonomik faktörlerin bulunduğu da bugün artık ilmi bir gerçek olarak tespit edilmiş bulunmaktadır. Zenginliği dillere destan olan doğuyu ele geçirmek ve dolarına katılanların başlıca amacını teşkil etmiştir
Yine zengin doğu ülkelerini ele geçirerek orada slyasî hâkimiyet tesis etmek ve oraları batının siyasî idaresi altına girmiş birer sömürgesi haline getirmek de Haçlı seferlerinin diğer önemli bir sebebini teşkil etmiştir. Haçlı seferlerinden sonra Osmanlı İmparatorluğu bu Haçlı taarruz dalgalarının batıya karşı âdeta bir mukabelesi olmuştur ve Osmanlı orduları bir taraftan Polonya'ya, diğer taraftan Moskova'ya, diğer taraftan Viyana'ya, diğer taraftan Roma'ya ve Afrika'nın en batı kenarına kadar yayılma göstermiştir. Fakat bu yayılmalar 1683 2. Viyana bozgunu ile kesin olarak duraklamıştır ve bu tarihten sonra da batının doğuya karşı, doğunun temsilcisi olan Türklere karşı, Osmanlı İmparatorluğuna karşı, arka arkaya, aralıksız sürdürülen saldırılar başlamıştır. 1683 2. Viyana seferinden sonra doğu, batının bu saldırıları karşısında devamlı yenilgiye uğramıştır. Batı, Hristiyanlığın ve eski Yunan medeniyetiyle, Rönesans'ın ve gelişen modern ilmin güçlü tesiriyle bu üç ayrı kaynağın karmasından oluşan yeni bir kuvvetle, yeni bir varlıkla ortaya çıkmıştır.
Bu üç ayrı kaynağın karışmasından meydana gelen batı medeniyeti ve batı varlığı, batı gücünün temelinde yatan inançları, temelinde yatan fikirleri ve ilkeleri iyice kavramak gerekmektedir. Bu üç kaynaktan karışarak doğmuş olan batı uygarlığının temelinde insana değer vermek ve herşeyi insan için yapmayı düşünmek yer almaktadır. Bu görüşün yanısıra insanların, birbirlerine zarar vermeksizin, yaşatarak ve yaşayarak bırbirlerinin mutluluğunu sağlama düşüncesi, inancı yer almıştır. Bunun yanısıra doğruyu bulma, gerçeği bulma ve gerçeğe saygı gösterme ilkesi yer almıştır. Bunun yanısıra gerek ilmi araştırmalarda, gerek diğer çalışmalarda insan aklını esas almak, insan aklının muhakemesine dayanarak olayları değerlendirmek ve olaylara yön vermek ilkesi yer almıştır. Bunun yanısıra Hristiyan dininin manevî inançlarına bağlı olarak bu manevî inançların ilkelerine dayalı bir ahlâk sistemi benimsemek yer almıştır.
Bütün bunlarla beraber Eski Yunan ve Roma medeniyetinden kökünü alan ve insanın modern çağlardaki gelişmesiyle bağdaştırılan bir hukuk sistemi yer almıştır. Bu hukuk sisteminde de temel, insanların mutluluğu ve insanların birbirlerine zarar vermeksizin, birbirlerini taciz etmeksizin, birbirlerinin haklarını sağlamak ve birbirlerinin mutluluğuna yardımcı olmak görüşü yer almıştır. Bunlarla beraber modern ilim, bu medeniyetin oluşmasında en tesirli bir faktör olarak yer almıştır. Gözlem yapmak, tecrübe yapmak, analiz yapmak ve her konuda bu şekildeki ön yargılardan, art düşüncelerden uzak olayları ve maddeyi bu şekilde araştırmak varlık hakkındaki en doğru bilgileri sağlamak ve bu bilgileri insanlığın daha refahlı, daha mutlu yaşaması yolunda kullanmak görüşü yer almıştır. İimî araştırmalar ve ilimdeki gelişme insanIarın tabiat kuvvetlerinin tesirlerine karşı korunmaları, tabiat kuvvetlerinin tutsaklığından kurtulmaları yönünde insanlığa geniş ufuklar açmıştır. İşte batıda meydana gelen büyük gelişmelerin temelinde bulunan faktörlerin özeti böylece sıralanabilir.
Tabiî bu faktörlerie beraber, bilhassa 17. yüzyıl sonlarında kuvvetli bir milliyetçilik careyanı da meydana gelmiştir. Bu milliyetçilik cereyanı Avrupa'da blrçok yeni siyasî gelişmelere yol açmıştır. Doğuya göre ve Osmanlı İmparatorluğuna göre o günkü şartlarda çok iyi teşkilatlanmış ve güçlü hale gelmiş bulunan batı ülkeleri, bu yeni akımdan da Osmanlı devletine karşı faydalanma yoluna gitmişlerdir. Ve doğuya karşı giriştikieri taarruzlarda, yayılmalarda milliyetçilik akımını da kullanmışlardır.
Milliyetçilik duyguları, milletlerin hayatında eskidenberi yer almış olan duygulardır ve siyasi hareketlere yön vermiş olan başlıca etkenlerden birisidir. Fakat özellikle 17. yüzyıl sonunda ve 18. yüzyıldan itibaren bu akım batı dünyasında büyük rol oynamıştır ve batının büyük imparatorluklarının sarsılmasına sebep olmuştur. İmparatorlukları sarsılmasına rağmen yeni meydana gelen güçlerin doğuya ve Osmanlı devletine, Türk milletine karşı bakışlarında, görüşlerinde bir değişiklik olmamıştır. Bugün 20. yüzyılın son çeyreğinde bulunduğumuz halde, yine batı dünyasının görüşleri Türkiye'ye karşı daha eski çağlardaki batının görüşlerinde pek farksız bulunmamaktadır.
Bu görüşlerde dinin ayrı bir yeri vardır, ekonomik faktörlerin ayrı bir yeri vardır, siyasi faktörlerin ayrı bir yeri vardır. Her üç faktör de Türkiye'nin, Türk milletinin aleyhine bir tutumdan beslenmektedir. Aleyhine bir tutumden destek almaktadır, Türkiye ile Yunanistan arasında çıkan meselelerde, Türkiye ile başka ülkeler arasında çıkan meselelerde, Türkiye'ye karşı batının durum alışında hep bu eskiden beri süregelmiş olan görüşün tesiri bulunmaktadır. Bunu her Türk iyice anlamaya ve bu gerçeği gözden kaçırmamaya mecburdur. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:19 | |
| DİN VE TOPLUM
İnsanlar inanç sahibi olmak ihtiyacındadırlar, inanmak ihtiyacındadırlar. İnançsız insan boş bir kabuk gibidir. İnançsız Iinsan pusulasız, dümensiz gemi gibidir. En eski çağlardanberi insan toplulukları gerek kainat hakkında, gerek sürdükleri yaşayışla ilgili olarak belirli inançlara sahip olmuşlar ve bu inançlara göre münasebetlerini yaşayışlarını düzenlemişlerdir.
Her toplumun bir dini vardır. Din insanlara nasıl hareket etmesi gerektiğtni, birbirleriyle en iyi münasebetleri ne şekilde yürütebileceklerini va insanlara mutluluk sağlama yollarını gösteren bir inançlar topluluğudur. Her toplumda din müessesesi olagelmiştir. Din müessesesi sosyal bir müessesedir. Hiç bir toplumun dinsiz bulunmadağını ve dinsiz yaşayamadığını bugün tespit etmiş durumdayız. Dini halkan afyonu diye niteleyen Marksist görüşler bugün komünizmle idare edilen ülkelerde dahi terkedilme yoluna gitmiştir. Bugün büyük komünist ülkelerden biri olan Sovyet Rusya'da özellikle kiliseye, Hristiyan dinine eskisine yaklaşan bir yer ve itibar verilme yoluna dönülmüştür. Gerçekten çeşitli toplumların tarihine baktığımız zaman din müessesesinin insanların hayatını tanzim eden, insanların daha mutlu yaşamasını sağlayan ve insanlar arasında kardeşliği telkin eden, iyiliği telkin eden bir müessese olarak faydalı hizmetler yaptığını görmekteyiz.
Gerçi kendi dininden olmayanlara karşı, başka toplumlara karşı ayrı dinlerden olmak dolayısıyla zaman zaman düşmanlıklar, zaman zaman çatışmalar, kışkırtmalar meydana gelmiştir. Fakat bunların sebep olduğu zararların yanından din müessesesinin insan topluluklarına sağladığı faydalar kıyaslanamayacak derecede büyüktür. Türk milletinin, kendi toplum hayatında dininin büyük yeri olmuştur. Türkler İslamiyeti kabul edinceye kadar çeşitli dinlere mensup olarak yaşamışlardır. Şamanlık Türklerin en eski çağlardan beri kendi bünyelerinin oluşturduğu bir din müessesesi olmuş, Türklerin hayatına yön vermiş, bununla beraber Türkler Budiam'e girmişler. Bir kısmı Çin'le münasebetler neticesi Konfiçyüs dinine de girmişlerdir. Ayrıca Hristiyanlığı da kabul etmişlerdir. Müslümanlıktan önceki çağlarda Orta Asya`ya ulaşan misyonerlerin telkinleriyle bir kısım Türklerin Hristiyan oldukları da tesbit edilmiştir. Selçukluları meydana getiren büyük Selçuk ailesi bildiğimiz gibi İslamiyete girmeden önce Hristiyan olmuş ve Hristiyan isimleri almışlardı.
Fakat Türkler bin iki yüz yıl önce İslemiyetle temasa gelmişler ve İslamiyeti kendi bünyelerine, kendi tarihi gelişmelerine çok uygun bir din olarak görmüşler ve büyük bir iman heyecanı içinde bunu benimsemişlerdir ve İslâmiyetin kendilerine verdiği yüksek inanç, büyük heyecan ile yeni bir harekete sahip olmuşlar, yeni bir enerjiye sahip olmuşlar ve bu enerji ile büyük medeniyetler meydana getirmişler, yeni büyük devletler kurmuşlardır. Nitekim Selçuklu İmparatorluğu ve ondan doğarak dünyanın en büyük imparatorluğu haline gelmiş olan Osmanlı İmparatorluğu, Türklerin İslâmiyeti kabullerinden sonra meydana getirdikleri büyük varlıklardır. Din, toplum içerisinde sosyal bir müessese olduğuna göre, toplumun refahını, kalkındırılmasını ve devamlı mutluluk içinde yaşatılmasını öngören yöneticilerin bu sosyal müesseseye gerekli büyük önemi göstermeleri çok lüzumludur.
Cumhuriyet tarihinde, Osmanlı Devleti'nin son devirlerinde İslâmiyetin gerçek esaslarını örten hurafeler ve batıl inançların sebep olduğu durgunluk ve birçok zararlar dolayısıyla dine karşı ve özellikle İslâmiyete karşı tepkiler gösterilmiştir. Bu tepkiler ölçüyü aşacak derecede olmuştur. Adeta toplum içinde din müessesesine gerek yoktur gibi bir zihniyetle bir kısım yöneticiler halkı horlamışlardır ve dini inançlarından dolayı halka baskı yapmışlar. Halkı büyük sıkıntılara maruz bırakmışlardır. Bu sebepten dolayı memleketin kalkındırılması yönünde girişilmiş olan birçok hareketler tepkiyle karşılanmıştır veyahut en azından halk tarafından gerekli şekilde benimsenmemiş, destek görmemiştir. Halkın işbirliğini sağlamada, halkın desteğini ve coşkunluğunu temin etmede bu büyük müessesenin varlığı ihmal edilmiştir. Bunları böylece belirttikten sonra, milletimizin bin iki yüz yıldan beri benimsemekle şeref kazandığı İslâmiyet üzerinde de görüşlerimizi belirtmek lâzımdır.
Müslümanlık yer yüzüne en son gönderilmiş olan ileri, en iyi gelişmiş bir dindir. İslâmiyetin yüksek esasları insanlar arasında kardeşiliği, insanların birbirlerini sevmelerini, insanların birbirleriyle münasebetlerinde hakkı, adaleti gözetmeyi ön gören ilahi bir dîndlr ve islâmiyet milletimize kuvvet vermiştir. Milletimizin büyük enerjisini disiplin içinde kullanmasını sağlamıştır. Bu büyük ruh ve bu büyük inançta Türk milleti dünya üzerine yeni bir nizam getirmiş ve eski çağlarda bilinen dünyanın hemen her köşesini kendi medeniyet ışıklarıyla aydınlatmışlar ve kendi lekesiz adalet sistemleriyle bütün insanlığın hayatında ümitler meydana getirmişlerdir. Nitekim Avrupa'da Protestanlığın kurucusu olan luter dahi Türkleri bir kurtarıcı olarak görmüş ve Türklerin Almanya'yı da işgal ederek orada da vicdan hürriyetini sağlamalarını, lekesiz bir adalet nizamı getirmelerini beklediğini ifade etmiştir.
İslâmiyet vicdan hürriyetini temel alan bir din durumundadır. Başka inanç sahibi, başka dine mensup olanlara karşı zulmü, zor kullanmayı reddeden bir görüş sahibidir. Bu dinin müsamahası, bu dinin getirdiği yüksek insani esaslar milletimiz için eski tarihinde alıp getirdiği değerlerle beraber büyük güç kaynağı olmuştur. İnançtan yoksun bırakılma. insanların ihtiraslarına kendilerini kapıp koyuvermelerine yol açar. Tamamıyla bencil, başkalarına zarar verecek insan ihtiraslarının sınırlanması, kontrol altına alınması insanların sağlam din duygusuna ve bunlarla beslenen ahlâk görüşlerine sahip olmalarıyla mümkündür. Polisle, jandarmayla kanun hâkimiyetini sağlayabilmek polisle, jandarmayla ahlâk kurallarını koruyabilmek mümkün değildir.
Her insanın içinde kendisinin dürüst yolda olmasını kontrol edecek, başkalarına zârar vermeden yaşamasını hatta başkalarına faydalı olacak şekilde, başkalarının sıkıntılarını giderecek şekilde faaliyetlerini düzenlemesini sağlayacak bir inanç kaynağına sahip olması gerekmektedir. İşte bu inanç kaynağını insanların içine yerleştiren dindir. Türk milletinin de bin iki yüz yıldan beri dini İslâmiyettir ve İslâmiyet toplumumuzun mutluluğunu sağlamaya yetecek inanç kaynağıdır. Bu kaynak kutsal bir kaynaktır. Bu kaynak verimliliğini ve kudretini geçmiş tarihte ispat etmiş olan bir kaynaktır. Bu kaynağın bugün de toplumumuzun düzenlenmesi için insanlarımızın mutlu olması için tekrar yerini alması, yerine konulması gereklidir. Bunları belirttikten sonra, lâiklik ilkesi üzerinde de görüşlerimizi söylemekte yarar vardır.
Lâiklik ilkesi devlet işleriyle din işlerinin ayrı tutulmasını öngörmektir. Lâiklik insanların, vatandaşların dinî faaliyetlerine karışmak, dini yaşayışlarına baskı yapmak anlamına alınamaz. Lâikliği devlet işleriyle din işlerinin ayrı tutulması görüşü olarak kabul etmek ve bu ilkeyi muhafaza etmekde yurdumuz için yarar vardır. Bu toplumumuz için din müessesesi gerekli değildir anlamına gelmez. İnsanlar kendi inançlarında hürdürler, kendi yaşayışlarında inançlarına göre dini faaliyetlerini düzenlemekte, yapmakta hürdürler. Bunu yaptıklarından dolayı hiç kimse onları rahatsız edemez, yapmadıklarından dolayı da hiç kimse onlara karışamaz, onları rahatsız edemez. Bu böyle olmakla beraber, ilk okullardan itibaren Müslüman bir toplum olan Türk milleti için çocuklarımıza Müslümanlığın temel esasları hakkında bilgi vermek, onları yetiştirmek mutlaka gereklidir. Gerek aile yuvasında, gerek okullarda çocuklarımıza toplumumuzun dini terbiyesini ve dini esaslarını öğretmek, vermek gereklidir. Çocuk belirli çağa geldikten sonra kendi hayatına kendisi yön verir; o zaman istediği dini faaliyeti yapar veya yapmaz.
Fakat Müslüman bir toplum olan Türk toplumunun mensup olduğu dini terbiyeyi almalı ve kendi toplumunun dininin esasları hakkında geniş bilgi sahibi olarak yetişmelidir. Bugün her toplumda bütün yönetim ve eğitim buna göre ayarlanmıştır. En ileri batı toplumlarını ele aldığımızda, onların da durumunun aynı olduğunu görmekteyiz. O toplumlarda da toplumun din müessesesi çok tesirli ve çok önemli bir faaliyet içindedir ve bu faaliyetleri de toplum içinde yararlı olmaktadır. Toplumu teşkilâtlandıran çok zaman din müessesesi olmaktadır. Hele bizim komşularımız olan bazı ülkelerde din müessesesi herşeyi tanzim eden bir kuruluş halindedir. Buna misal olarak Yunanistan'ı gösterebiliriz.
Yunanistan'da toplumun hayatının her safhasında kiliseyi görmekteyiz. Siyasî faaliyetlere yön veren, toplum içinde kişilerin münasebetlerine yönveren, eğitime yön veren, ekonomik faaliyetlere yön veren en büyük, en tesirli, en güçlü müessese olarak Yunan kilisesini görmekteyiz. Bu gerçekleri kendi yurdumuz bakımından ele aldığımızda, biraz önce işaret edildiği gibi lâiklik ilkesini korumakla beraber yüzde doksan sekizi Müslüman olan Türk toplumunun dinî ihtiyaçlarının tam olarak gözetilmesi ve çocuklarımızın ilk okullara başladıkları çağlardan itibaren sağlam bir din eğitimi görerek din bilgisi sahibi olmaları ve toplumumuzun dinî terbiyesi ile yetişmeleri, yurdumuzun kalkınması ve milletimizin mutluluğu için önemli bir gerektir. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:21 | |
| TÜRKİYE'NİN JEOPOLİTİK DURUMU
Türkiye Asyanın Avrupaya uzanmış olan en batı ucunu teşkil etmektedir. Karadeniz'le Akdeniz arasında uzanmış olan Türkiye, Karadeniz kıyılarında yaşayan bütün memleketlerin Akdeniz'e açılmaları ve dünya denizleri üzerinden bütün dünya ile irtibat kurmalarını kontrol eden bir durumdadır. Ayrıca yüzlerce yıl Asya ile Avrupa arasındaki gidiş gelişlerin, ticaretin, kültürel münasebetlerin yolunu, mihrakını teşkil etrniştir. Bugün de bu durumu devam etmektedir. Ayrıca dünyanın en zengin petrol kaynaklarına sahip bulunan Ortadoğu'nun kalesi, kilidi durumundadır.
Ortadoğu petrollerine uzanan bütün yollar Türkiye'nin kontrolu altındadır. Gerek havayolları, gerek deniz ve karayolları Türkiye'nin üzerinden geçmekte veya Türkiye'nin çevresinden dolaşmaktadır. Böylece Türkiye her zaman bu yollar üzerinde tesirli olmak ve kantrol yapmak imkânlarına sahiptir. Ayrıca Türkiye, dünyanın başka zenginliklerinin bulunduğu çeşitli memleketlerin de çok yakınındadır. Yine dünyanın büyük kuvvetlerinden birisini teşkil eden Sovyetler Birliği'nin çok yakın olması dolayısıyla bu bölgeleri her yönden tesir altına alabilecek durumdadır.
Bu özelliği dolayısıyladır ki Türkiye hakkında yazdığı bir yazıda, eski İngiliz başbakanlarından meşhur Winston Churchill, "Rusya'nın yumuşak karnı Türkiye'nin jeopolitik durumu tarafından her zaman vurulma imkânını sağlayacak bir haldedir." demişti. Balkanlar üzerinde, Doğu Akdeniz üzerinde, Ege Denizi üzerinde ve Kuzey Afrika üzerinde Türkiye'nin jeopolitik durumunun büyük tesirleri vardır. İstanbul ve Çanakkale Boğazları ise Karadeniz bölgesindeki memleketlerin dünya ile ve yine Akdeniz'de ve dışarda bulunan tüm devletlerin Karadeniz kıyılarında bulunan memleketlerle ticaretinin su yolunu teşkil etmektedir ve bu boğazlar her zaman Türkiye'nin kontrolu altındadır.
Ayrıca Türkiye Kafkasya'nın büyük bir bölümünü sulayan Aras nehrinin, Suriye ve Irak'ı verimli topraklar haline getiren Fırat ve Dicle nehirlerinin, Zap nehirleri'nin çıktığı bir memlekettir. Yâni komşu ülkeleri sulayan, besleyen suların kaynağını Doğu Türkiye teşkil etmektedir. Bu da Türkiye için çok büyük imkânlar sağlayan bir gerçektir. Bunun dışında Türkiye gerek uzunluğuna, gerek genişliğine bir hayli geniş, büyük bir memleket durumundadır; âdeta küçük bir kıta özelliği göstermektedir. Bu durumu ile Türkiye gayet verimli tarım imkânlarına sahip olduğu gibi, askeri yönden çok elverişli konuş imkanlarına da sahip bulunmaktadır.
Türkiye'nin toprak üstü zenginlikleri ve toprak altı zenginlikleri, Türkiye'ye büyük ekonomik ve askeri potansiyel vermektedir. Türkiye üzerinde yaşayan Türk milletinin insanları yapı itibariyle çalışkan, savaşçı, medenî kabiliyetleri yüksek olan insanlar olduğu için bu da Türk milletine ayrıca bir kapasite sağlamaktadır. İşte bu özellikleri dolayısıyla Türkiye'nin jeopolitik durumu Türkiye'ye büyük imkânlar sağladığı gibi Türkiye'yi büyük riskler altına da sokmaktadır. Bu durum karşısında Türk milleti bu durumun gerektirdiği kalkınmayı, bu durumun gerektirdiği güçlenmeyi, gücünü arttırma faaliyetierini süratle yürütmek zorundadır yoksa bu derecede önemli jeopolitik bir yerde bulunan Türkiye'de gelişmemiş, henüz iktisaden kalkınamamış, ilim ve teknikte geri kalmış bir toplumun zaaf içinde kendi halinde yâşaması mümkün olamaz.
Bu birçok tehlikeleri davet eden bir durumdur. Bu durumdan Türk milletinin süratle çıkması, kurtulması lâzımdır. Aksi halde bu dağınıklık, teşkilâtsızlık ve geri kalmışlık durumu, fakirlik, yoksulluk durumu sürdüğü takdirde, bunun birçok tehlikeleri çıkaracağı ve birçok hallerle milletin sıkıntılar içinde kalacağı açıktır. Bu jeopolitik durum dolayısıyla biz, aynı zamanda milletimizi büyük bir atılım yapmak üzere onu milli bir doktrinle donatmak imtiyacını duyduk.
Türk milletinin büyük atılım yapması lâzım ve çağlar üzerinden sıçrayarak bugünkü ileri milletlerin girmiş oldukları atom, füze, uzay çağına bir an önce Türkiye'nin de girmesi lâzım geldiği kanaatindeyiz. Bunun için yeni bir atılım meydana getirmek üzere Dokuz Işık'ı millî bir doktrin olarak milletimize sunduk. Türkiye'yi yönetenlerin Türkiye'nin jeopolitik durumunu, komşularıyla olan özelliklerini hiç bir zaman gözden uzak tutmamaları lâzımdır. Bugün Türkiye'nin çevresinde bulunan bütün komşuları, çevresini teşkil eden komşu toprakların hepsi yüzlerce yıl Türk idaresinde yaşamış olan topraklardır. Bu özellikleri dolayısıyla da bu topraklarda yaşayan insanların tutumunun, politikalarının hassas tarafları bulunmaktadır.
İşte Türkiye jeopolitiğini dikkate alırken, Türkiye'nin tarihten gelen tesirler dolayısıyla komşularının özelliğinin de dikkate alınması mecburiyeti vardır. Bunlârı dikkate almadan Türk politikasını yönetmek Türkiye'ye daima zarar getirmiştir. Bir Kıbrıs meselesinin bugüne kadar kesin çözüme ulaştırılamamasında Yunanistan'la Türkiye arasında çözümlenememiş bir Ege Denizi meselesi, bir kıta sahanlığı meselesi, bir kara suları meselesi, bir fır hattı meselesi bulunmasının sebepleri Türkiye jeopolitiğinin özelliklerinin Türkiye'yi yönetenler tarafından gereği şekilde dikkate alınmamış olmasındadır. İşte Türkiye jeopolitiğinin bu özelliklerini gözönünde bulundurarak biz milletimizin uyandırılması ve bir silkinişle atılıma geçilmesi zorunluluğunu duymaktayız.
Büyük bir atılıma girişmek lazımdır. Buhar çağını, elektrik çağını aşarak modern atom nükleer çağına, uzay çağına, Türk milletini füze çağına sokacak, ilim ve teknikte hızlı bir gelişmeyi sağlamak zorundayız. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:23 | |
| MİLLİYETÇİLİK
Dünya üzerinde insan toplulukları milletler halinde yaşamaktadırlar. Her millet kendi özelliklerini korumaya, geliştirmeye gayret etmekte ve kendi topluluğunu diğer milletlerden daha ileri, daha yüksek, daha refahlı yapmaya çalışmâktadır. Milletler arasındaki bu rekabet ve karşılıklı yarışma, milleti meydana getiren insanların müşterek duygular halinde birleşmeleri ve müşterek bir millî şuur etrafında toptanarak kendi toplum varlıklarını, belirli hedeflere yöneltmek şuuruna sahip olmalarıyla mümkündür. Milletlerin faaliyetlerinde, yükselmelerinde ve kendi toplumlarını refaha kavuşturmak, geliştirmek çabalarında Milliyetçilik şuuru ve Milliyetçilik duygusu başlıca tesir yapan faktör olmaktadır. Milliyetçilik duygusundan yoksun olan bir toplumun millet manzarası göstermesi mümkün değildir. Milliyetçilik duygusuna sahip olmayan milli şuura sahip olmayan bir topluluğun bir arada yaşaması mümkün değildir. Böyle bir duygudan ve şuurdan mahrum toplulukların dış olayların en ufak bir tesirine karşı kendilerini koruyamadıklarını, hattâ dış tesirler olmasa dahi kendi kendilerine dağıldıklarını ve belirli vasıfları olan, belirli hedefleri olan bir topluluk hüviyetinden çıktıklarını görmekteyiz.
Türk milletinin yükselmesi ve tehlikelerden korunması, Türk milletini meydana getiren kişilerin teker teker milli şuur sahibi olmasına ve kalplerinin millet sevgisi, vatan sevgisi ile çarpmasına bağlıdır. Bunun için milli doktrin Dokuz Işık'ın birinci ilkesi olarak Milliyetçiliği koymuş bulunmaktayız. Şüphesiz burada bahis konusu edilen Milliyetçilik Türk Milliyetçlliğidir. Türk Milliyetçiliği ne demektir? Türk Milllyetçiliği, Türk Milletine karşı beslenen derin sevgi, bağlılık duygusunun, müşterek bir tarih ve müşterek hedeflere yönelme şuurunun ifadesidir. Türk Milliyetçiliği insanî duygularla beslenen bir anlayıştır. Türk Milliyetçiliği kin ve garazı esas almayan, sevgiyi esas alan bir düşünce tarzıdır. Milliyetçilik; milletini sevmek, vatanını sevmek ve milletinin tehlikelere karşı korunması için her fedakârlığı göze almak duygusu ve düşüncesidir. Türk Milliyetçiliği bütün Türkleri kardeş sayan bir düşüncedir. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve kendisini Türk milletinin bir mensubu kabul eden herkesi kardeş sayan bir düşünce ve görünüştür.
Türk Milliyetçiliği Türk milletinin gözüyle olayları görmek ve değerlendirmek zihniyetini ifade etmektedir. İster Türkiye içinde olsun, ister Türkiye dışında olsun, cereyan eden her olayın Türk milletine zarar getirmemesini istemek, düşünmek ve bunun için çalışmak duygusu ve şuuru, Türk Milliyetçiliği'nin bir başka ifadesidir denilebilir. Bunun yanısıra Türk milletinin gerek Türkiye'de meydana gelen yerek Türkiye dışında meydana gelen olaylardan azami ölçüde yararlanmasını istemek, meydana gelen her olayın Türkiye'ye azami ölçüde yarar sağlamasını düşünmek ve bunun için çaba harcamak da Türk milliyetçiliğinin bir gereği olarak görülmelidir. Millet tarifini ele almakta Türk milliyetçiliğini belirlemek için yarar vardır.
Türk milleti dediğimiz gerçek nedir? Bugün Türk milleti dediğimiz gerçeği şu şekilde tarif etmek mümkün. Müşterek bir tarihten gelen ve müşterek bir târih şuuruna sahip bulunan, aynı dine mensup, aynı kültürle yoğrulmuş, aynı devleti kurmuş, yaşatmış ve bugün de aynı devletin sahibi ve bayrağı altında yaşayan, sınırları içinde yaşayan insan topluluğu Türk milletini teşkil etmektedir. Yâni Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve Türklüğü benimseyen, aynı tarihe mensup, aynı şuurunu taşıyan ve aynı kültürle yoğrulmuş, aynı dine mensup insan topluluğu bugünkü milletimizi meydana getirmektedir. Türk milleti tarifi bu çizilen çizgilerin dışına ayrıca taşmaktadır. Türk milleti büyük bir millet olduğu için bugün dünya üzerinde geniş sahalara yayılmış ve dağılmıştır. Bugün dünya üzerinde yaşayan aynı dine mensup, aynı tarihe mensup ve aynı dili konuşan Türk topluluklarının sayısı yüz yirmi milyon civarında tahmin edilmektedir. Bunların ancak üçte biri Türkiye sınırları içinde bulunmaktadır. Bugünkü Türkiye sınırları dışında kalan Türkleri Türk Milletinden saymayacak mıyız ? Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Türkler de Türk milletindendir. Onlar da Türk milleti deyiminin içindedirler.
Ancak Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Türkler başka topraklarda, başka milletlerin idaresi altında bulunmaktadırlar. Bugün dünya üzerinde biricik bağımsız Türk Devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti bütün Türklük meselelerinin sahibi ve temel varlığıdır. Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti'nin birinci planda ele alınması ve korunması, yüceltilmesi başlıca konuyu teşkil etmelidir. Türk milletinden olmak, Türk milletini sevmek ve Türk devletine sadakatla hizmet aşkı taşımak, vatana bağlılık duygusu içinde bulunmak ve Türk milletinin yükselmesi için elinden gelen her fedakârlığı yapmak ve çalışmak duygusu ve şuurudur. Bu duygu ve bu şuuru taşıyan herkes Türk'tür. Kalbinde yabancı başka blr milletin özlemini özentisini taşımayan, kendisini Türk hisseden, Türklüğü benimseyen ve Türk milletine, Türk devletine hizmet aşkı taşıyan herkes Türk'tür. İşte Türk Milliyetçiliği'nin temel görüşü budur. Bu görüş ışığında olayları değerlendirmek zorunluğu vardır. Türk Milliyetçileri sadece Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan Türklerle mi ilgilenecektir. Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Türklerle münasebetlerimiz ve bunlara karşı tutumumuz ne olmalıdır? Bu sorulara verilecek cevap şudur : Türk Milliyetçiliği, dünya üzerinde nerede Türk varsa onlarla ilgilidir. Onlara karşı derin bir sevgi ve ilgiyle doludur.
Dünyanın neresinde Türk varsa bu Türklerin iyi durumda olmaları, bu Türklerin yükselmeleri, korunmaları, kendilerine mümkün olan her çeşit yardım ve desteğin sağlanması Türk milliyetçiliğinin şaşmaz düsturudur. Ancak Türk Milliyetçiliği Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında bulunan Türklerle ilgisinde ve münasebetlerinde, bu ilgi ve münasebetlerin Türkiye Cumhuriyeti'ni tehlikeye sokmayacak, Türkiye Cumhuriyeti'ne zarar vermiyecek şekilde yürütülmesi prensibini esas alır. Türkiye Cumhuriyeti'ni tehilikeye sokacak, Türkiye Cumhuriyeti'ne zarar verecek durumlarda herşeyden önce dünyada biricik bağımsız Türk Devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni tehlikelerden korumak ve her çeşit zarara karşı onun gözetilmesi Türk Milliyetçiliği'nin esas görüşünü teşkil etmektedir.
Bugün yirminci yüzyılın son çeyreğinde dünya üzerinde insanlık büyük mesafeler kat etmiş bulunmaktadır. İnsan Hakları Beyannamesi hemen bütün devletlerce kabul ediimiş ve imzalanmıştır. Birleşmiş Milletler Anayasası bu teşkilâta üye olan bütün devletler tarafından kabul edilmiş ve imzalanmış. Bu iki önemli vesikanın kabul ettiği bir insanlık ilkesi vardır. Bu insanlık ilkesi her milletin kendi kendisini idare etme hakkına sahip olduğu görüşüdür. Self Determinasyon denilen, her toplumun, her milletin kendi mukadderatına kendisinin hâkim olması görüşü İnsan Hakları Beyannamesi'nde ve Birleşmiş Milletler Anayasası'nda yer almış olan mukaddes bir hak teşkil etmektedir. Bu hakka dayanarak bugün Afrika'da ve Asya'da birçok insan toplulukları yeni devletler, yeni milletler halinde sahneye çıkmakta, bağımsızlıklarını ilân etmektedirler. Bugüne kadar tarihte hiç bir zaman devlet olmamış, devlet kurmamış olan birçok Asya'lı ve Afrika'lı insan toplulukları yeni milletler, yeni devletler halinde sömürgeci devletlerden bağımsızlıklarını almışlar ve Birleşmiş Milletlere üye olmuş bulunmaktadırlar.
Tarihte belirli bir medeniyetleri dahi kaydedilmemiş olan birçok insan toplulukları Self Determinasyon prensibine dayanarak bağımsızlıklarını alıp yeni devletler halinde hürriyetlerine kavuşurlarken Türkiye sınırları dışında yaşayan Türklerin bu haklarının teslim edilmemesi insanlık bakımından yüz kızartıcı bir durumdur. Her milletin kendi mukadderatına hâkim olmak mukaddes hakkı olduğu gibi, başka milletlerin boyunduruğu altında sömürgesi olarak yaşayan Türk topluluklarının da, İnsan Hakları Beyannamesi'nin öngördüğü kendi mukadderatlarına hâkim olmak "Self Determinasyon" haklarını kullanmak kutsal haklarıdır. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:24 | |
| Türklerin de bu haklarını ortaya koymak herşeyden evvel yüksek insanlık vazifesinin bir gereğidir. Bu bakımdan biz Türk Milliyetçiliğinin bir diğer görevi olarak başka milletlerin sömürgesi durumunda yaşatılan Türk topluluklarına Birleşmiş Milletler Anayasasında yer almış olan, İnsan Hakları Beyannamesi'nde yer almış olan, Self Determinasyon hakkının tanınmasını bir insanlık vazifesi olârak ileri sürmekteyiz. Ve bunu söylemeyi bir vazife saymaktayız. Bunu söylememiz başka milletlere düşmanlık ifadesi değildir. Kendi milletimizin insanca yaşama haklarını istemektir. İnsanca yaşama hakkı istemek bir insanlık vazifesidir. Şimdiye kadar birçok Türk aydınları bunu ifadeden dahi çekinmişlerdir. Burada ilân ediyorum! Kendini bilen her Türk bu gerçeği her yerde ifade etmelidir. Herkese bunu anlatmalıdır. Bahse konu olan bu Türk topluluklarını kendi sömürgeci tutumlarıyla esir olarak tutan milletlere de bunu açıkça söylemeli ve insanlık duygusuna insanlık haysiyetine aykırı olan bu davranıştan onların vazgeçmesinin, herşeyden önce kendilerini yükselteceğini onlara anlatmalıdır.
Yurdumuzda iç politika mücadeleleri, politika menfaatleri dolayısıyla Türk milletinin yüksek dâvaları çiğnenmiştir; zarara sokulmuştur. Türkiye'de Turancılık görüşleri hakkında yalan yanlış iddialar ortaya atılmış ve Turancılık düşüncesi, Turancılık fikri kötü, zararlı bir düşünce olarak Türk milletine tanıtılma yoluna gidilmiştir. Yunanlılar için Enosis neyse, Ruslar için Panislavizm neyse. Almanlar için Alman Birliği neyse; Araplar için Arap Birliği neyse, İranlılar için Panaryanizm neyse, Türkler için de Turancılık odur. Ruslar için suç ve kusur olmayan, Almanlar için suç ve kusur olmayan, Yunanlılar için suç ve kusur kabuledilmeyen, Araplar için suç ve kusur kabul edilmeyen, daha birçok milletler lçin suç ve kusur kabul edilmeyen kendi milletinden olan insanların kölelikten kurtulması ve yakın kültür birliği içinde, yakın işbirliği içinde bir varlık haline gelmeleri düşüncesi, Türkler için neden kötü gösteriliyor? Neden bir suçmuş gibi Türk kamu oyuna takdim ediliyor? Hiç şüphesiz bunu yapanların bir kısmı kendi hasis siyasî menfaatleri için Türk milletinin bu büyük ülküsünü istismar etmişler, kötülemişlerdir. Diğerleri de Türk düşmanlarıdır. Yabancı kölelik rejimlerinin içimize sokulmuş kölelik tellallarıdır ki, bunların başında komünistler gelmektedir. Bunlar Turancılık düşüncesinin baş düşmanlarıdır. Her yerde bu fikri gülünç göstermeye, bu fikrin Türkiye için tehlikeli olduğunu göstermeye çalışarak Türk milletinin gücünü meydana getiren millî düşünceyi tahrip etmek çabasını göstermişlerdir.
Milliyetçilik, Türk milletine karşı beslenen derin sevginin ifadesidir. Kalbinde başka bir ırkın gururunu taşımayan ve kendîsini samimi olarak Türk hisseden ve Türklüğe adayan herkes Türk'tür. Biz; Türk milletine rnensup olduğumuza göre, bu milietin içinden çıkmış insanlar alduğumuza göre, elbette ki kendi milletimize karşı derin bir bağla bağlı alacağız ve bu milletin yükselmesi için, bu milletin haklarının daima her çeşit tesirlerden uzak, her şeyin üstünde bulundurulması için çalışmayı görev tanıyacağız. İşte bu sebeplerden dolayı bizim milliyetçiliğimiz, Türk milletine karşı duyulan derin, köklü bir sevgi ve Türk milletinin içinde bulunduğu müşkül durumdan bir an önce, en modern, en ilmi metodlarla çıkarılarak en kısa yoldan modern uygarlığın en ön safına geçirilmesini sağlamak duygusundan kuvvet alır. Milliyetçiliğimiz başkalarına karşı kin, garez duygularıyla beslenmez. Demek ki, Türk Milliyetçiliği, Türk milletine karşı duyulan derin sevgi, bağlılık ve onu güç durumdan kurtarıp, kuvvetli, her çeşit korkudan, baskıdan uzak, şerefiyle yaşayan, müreffeh, mutlu ve modern uygarlıkta en ön safa geçmiş bir hale getirmek isteği ve bu isteğin yarattığı duygudur. Birinci prensibimiz olan milliyetçiliğimizin özet olarak tarifi budur.
Bunun yanında Türkçülük kelimesini de ilâve ediyoruz : Milliyetçiyiz, Türkçüyüz. Neden Türkçüyüz? Çünkü milletimiz Türk miletidir. Türkçülük ne demektir? Türkçülük, Türk milletinin hayatının her safhasında yapacağı her şeyin Türk ruhuna, Türk geleneğine uygun olması ve Türk'e yararlı olması amacının, fikrinin ön planda tutulmasıdır. Türkçe konuşacağız, Türkçeyi daima herşeyin üstünde tutacağız. Yapılacak her işde Türklük ruhuna Türk'ün özelliğine uygun ve Türk milletine yararlı olması şartını gözönünden kaçırmayacağız. Türkçülüğün de kısaca tarifi budur. Birinci prensibimiz olarak aldığımız Milliyetçiiik ve Türkçülük, kısaca yaptığımız bu izah ve tarifle işte bu şekilde ortaya koymuş oluyor. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:25 | |
| ÜLKÜCÜLÜK
Ülkücülük batı dillerinden dilimize giren idealistik kelimesiyle aynı olan bir anlam belirtmektedir. Ülkücülük veya idealizm insan kafasının içinde elde edilmesi, varılması en mükemmel, en güzel, kendisini mutlu edecek hedeflerin tasarlanması ve bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için arzu gösterilmesi ve çalışılması anlamını taşır. İnsanlar arasında idealistler yetişmeseydi insanlık bugün dünyayı aydınlatan birçok gelişmelerini, birçok alanlardaki yükselişlerini sağlayamazdı. Her gerçek, her fikir önce insanların kafasında bir hayâl olarak doğar. İnsanlar hayal ederler. Hayâl kurarlar. Bu hayalleri kendileri için iyi olan, kendilerinin özledikleri, elde etmekle mutluluk duyacakları bir takım istekleri, birtakım özleyişleri belirtir. İnsanlar hayâlleriyle diğer canlılardan bir ayrıcalık gösterirler ve gerçekten insanlık vasfını kazanmış olurlar. İşte ülkücülük de yani idealizm de insanların ve insan topluluklarının kendileri için varılması mutluluk sağlayacak, varılmasıyla en gelişmiş, en yükselmiş bir durum sağlayacak, bir hayâlin düşünülmesi ve insan beyninde tasarlanarak şekillendirilmesidir.
Her toplumda idealistler vardır, ülkücüler vardır ve ülkücülerin, idealistlerin bulunuşu toplumlar için bir saadettir; büyük bir talihtir! Türk milleti için bizim düşündüğümüz ülkü nedir? Türk milleti için tasarladığımız ideal nedir ? Herşeyden önce Türk milletinin ahlâkta, maneviyatta, insanlık duygularında en yüksek seviyede bulunması, yaşaması ve ilimde, teknikte dünyanın en ileri girmiş varlığı haline gelmesi ve ekonomik açıdan kalkınmış, tarımını modern tekniğe göre geliştirmiş ve modern sanayii kurmuş, refahlı bir toplum haline geimesi, Türk toplumu için bir Türk milliyetçisinin düşüneceği ülkünün esaslarından mühim bir kısmını teşkil etmektedir. Türk milliyetçiliğinin, ülkücülüğünün sınırları içinde sade bunlar mı vardır? Sade bunlar değil başka düşünceler, başka hedefler de vardır. Bu hedefler Türk milletinin hiç kimseden merhamet dilenmiyecek, lütûf, dilenmiyecek bir duruma gelmesi, kendi gücüyle ayakta duran, kendi, gücüyle varlığını koruyabilen ve sözünü dünyanın her yerinde saydırabilen bir varlık haline gelmesi düşüncesidir.
Bunun yanısıra Türk milletinin haklarını her zaman dünyaya tanıtabilmesi, dünyaya duyurabilmesi düşüncesidir ve yine bunun yanısıra bütün Türklerin kölelikten, yabancıların buyurduğu altında yaşamaktan kurtulmaları ve Self Determinasyon, yani kendi mukadderatlarına kendilerinin hakim olması kutsal prensibine göre, hepsinin bağımsız hale gelmeleri, bağımsız olmaları Türk ülkücülüğünün bir diğer görüşü, düşüncesidir. Bunun için milli doktrinin önemli bir ilkesi olarak ülkücülüğü almış bulunmaktayız.
Türk milliyetçilerinin ülkücülük tarifinin sınırları içinde bulunacak görüşleri, fikirleri ancak genel olarak işaret etmiş bulunmaktayız. Türk ülkücülüğünün hedef aldığı düşünceler genel olarak belirtilmiş olan bu fikirlerden ibaret değildir. Ülkücülüğümüzün içerisinde her mesleğe mensup Türk milliyetçilerinin kendi mesleklerinde en ileri, en yüksek ve gerek kendi milletimiz için, gerek insanlık için en çok yararlı neticeleri elde etmek görüşü de yer alacaktır. Bir Türk Milliyetçisi kendi toplumu için, kendi milleti için idealizmi daima göz önünde bulunduracak, bu genel idealizm prensipleri ile birlikte kendi sahası, kendi branşı ile ilgili çalışmalarında da bu temel ve genel mahiyetteki esaslarına uygun, onunla bütünleşmiş bir halde kendi branşı ile ilgili ülkücülüğünü de tespit edip güdecektir. Ülkücüler uzak hedeflidir, uzun vadelidir.
Bir ülkünün hemen yarın gerçekleşmesi mümkün olmayabilir. Ülküler önümüzdeki yüzyılları kapsayabilir. Ama ülkü insanın kalbini aydınlatan bir ışıktır. Ülkü insanlara yönünü tayin etmesini sağlayan bir kılavuzdur. Milletler için de milli ülkü, milletin kılavuzu, milletin yolunu aydınlatan güneşidir. Ülküsüz insan çamurdan bir varlık gibidir. Ülküsüz insan dümensiz, pusulasız bir gemi gibidir. Bunun için her Türk Milliyetçisi, her Dokuz Işık'çı mutlaka ülkücü olacaktır, mutlaka ülkü sahibi bulunacaktır. Hem millî ülkü sahibi olacaktır, hem insani ülkü sahibi olacaktır, hem de kendi mesleğiyle ilgili ülkücü bir kişiliğe sahip olacaktır ki, hem de kendi mesleğinde başarılı, yararlı bir kişi olarak gelişsin hem de mensup olduğu topluma, milletine yararlı hizmetler yapsın, insanlığa yararlı faaliyetler gösterebilsin. Bunu için Dokuz Işık doktrininin çok önemli ilkelerinden olan ülkücülüğe büyük değer vermekteyiz.
Ülkücüyüz! İnsanlık ailesi, yeryüzünde yaşayan bütün insanlar, milletler denen ayrı ayrı üyelerin bir araya gelmesinden meydana gelir. Bir insan, insan olmak isterse, insanlığa hizmet etmek isterse, evvelâ kendi milletine hizmet etmeli, kendi milletini yükseltmeye, kendi milletini mutlu kılmağa çalışmalıdır. Bunu yaptığı takdirde aynı zamanda insanlığa da hizmet etmiş olur. Çünkü bir insan kendi ailesini düşünür ve ona karşı vefalı kalırsa, insanlık duyguları en olgun seviyeye erişeceği için, kendi ailesi dışındaki insanlara karşı da yararlı ve vefalı olur. Bir insan kendi milletine faydalı olamaz, kendi milletine karşı bağlılık duymazsa, onun insanlığı düşünmekten bahsetmesi nihayet bir fantazi olur. İnsan, yetiştiği toprağın, yetiştiği milletin refâhını; iyiliğini, saadetini ve şerefini temin etmelidir. Bunu yaptığı takdirde, o milletin insanlığın bir parçası olduğu için, dolayısıyla insanlığa da hizmet etmiş olur.
Ülkücülüğümüz nedir? Ülkücülüğümüz; Türk milletini en kısa yoldan en kısa zamanda modern uygarlığın en üst seviyesine çıkarmak; mutlu, müreffeh hale getirmek; bağımsız, özgür, kendi haklarına sahip bir hayata kavuşturmaktır. Kişilere hürriyet, milletlere istlklâl başta gelen prensiplerimizdendir. İnsanlar hür ve eşit haklara sahip olarak doğarlar. Kabiliyet ve görevlerinin dışında insanlar haklarına tam olarak sahip kılınmalıdırlar. Toplum içerisinde insanlar kişisel liyakat ve kabiliyetlerine göre görevlendirilmeli ve bir sıraya konulmalıdır. Bütün bunlarla beraber ayrımsız olarak herkese bir imkân eşitliği sağlanmalıdır. İmkân eşitliği derken mücerret anlamda bir eşitlik anlaşılmamalıdır. Bu ülkücülüğümüzün içine bu günkü sınırlarımızın dışında bulunan Turklere ait herhangi bir şey girer mi?
Türk adı taşıyan herkes bizim sevgi ve ilgimizin çevresi içindedir. Bundan vazgeçemeyiz. Bu her milletin tabiî hakkı olduğu gibi Türk milletinin de tabiî hakkıdır. Bugünün Birleşmiş Milletler Anayasası, yeryüzünde yaşayan her millete "kendi mukadderatına hakim olma" (self determinasyon) dedikleri prensibi kutsal bir prensip olarak ilân etmiştir. Bugün Afrika'da yaşayan ve bu güne kadar hiçbir bağımsız devlet kuramamış olan zencilere dahi, kendi mukadderatına hakim olma (self determinasyon) hakkı kutsal bir hak olarak tanınır ve bunların herbiri yabancı boyunduruğundan, sömürgecilerin elinden kurtulup bağımsızlığını alırken, başkalarının boyunduruğu altında tutsak bulunan Türklerin tutsaklıktan kurtulmasını istemek, dilemek, bunun için iyi niyetler taşımak, Türk olan herkes için en tabiî ve kutsal bir haktır.
Fakat biz ülkücülüğümüzde dâima gerçekçi olmayı ve girişilecek faaliyetlerde Türkiye'yi hiçbir zaman tehlikelere, risklere, maceralara sürüklemeyecek bir yol üzerinde bulunmayı esas kabul ederiz. Ülkücülüğümüz bir macera fikri değildir. Ülkücülüğümüz, Türk milletinin en kısa yoldan, en kısa zamanda modern uygarlığın en üst kamedesine yükseltilmesi, müreffeh, mutlu bir hayata erdirilmesi, kendi gücüyle ayakta durabilecek bir hale getirilmesi ve her çeşit korkudan, baskıdan uzak olarak, hür, müstakil yaşaması ülküsüdür. Bu ülkü aynı zamanda Türk olan herkese karşı ilgi ve sevgi göstermeyi, onların mutluluğunu dilemeyi ve onların mutluluğunu, Türkiye'yi risklere, tehlikelere maruz bırakmadan, bırakmaksızın, bırakmamak şartıyla sağlamaya çalışmayı içine alan bir ülkücülüktür. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:26 | |
| AHLAKÇILIK
Bir toplumda insanların birbirlerini incitmeden, birbirlerine zarar vermeden, sağlıklarını koruyarak, tabiat güçlerinin tesirlerinden en iyi yararlanacak şekilde hareketlerini tanzim etmelerini sağlamaya yarayan kuralların toplamı ahlâkı meydana getirir. Ahlâk, kişinin davranışlarını ayarlayan, sınırlayan ve bu davranışların hem kendisi için yararlı olmasını, kendisine mutluluk sağlayacak şekilde düzenlenmesini hem de çevresini rahatsız etmeden, zarara sokmadan çevresiyle uyuşmasını sağlamak üzere konulmuş olan kaidelerdir; münasebet prensipleridir, yaşama prensipleridir. Ahlâk insanların inancından ve dünya görüşünden doğmakta, kaynağını almaktadır. Bunun için, gerek toplumun gerekse toplumu meydana getiren kişilerin ayrı ayrı inançları, yaşama görüşleri, yaşama felsefeleri ahlâkın kaynağını, temelini teşkil etmektedir. Bu bakımdan kişilerin ve toplumun dünya görüşü, yaşama felsefesi ve taşıdıkları inanç çok önemlidir.
Biz, Türk toplumunun dünya görüşünün, yaşama felsefesinin kendi dini inançlarından, İslâmiyetten ve miili tarihten kökünü aldığını görmekteyiz. Bunlara ilâve olarak, milletimizin geçirdiği tecrübeler ve yurdumuzun içinde bulunduğu şartlar da toplumumuzun düşünce ve inançlarında tesirli faktörlerdir. İşte bu kaynak ve faktörlerin tesiri altında, Türk milletinin mutluluğunu sağlayacak, Türk millî ahlâkına önem vermek zorunluğuyla karşı karşıyayız. Ahlâksız kişi, ahlâksız toplum mutlu olamaz. Böyle bir toplum kalkınamaz, böyle bir toplum yüksek düşünceler, kutsal inançları uğruna fedakârlık ve feragat gösteremez. İnsanlık tarihine şeref veren büyük eserler, insanların uzun sabır yıllarıyla güçlüklere göğüs gererek, katlanarak feragatle çalışmalarıyla meydana getirdikleri yüce hizmetler, inancın insanlığa kazandırdığı, köklü imanın ve yüce bir ülküye ideale bağlanmanın kazandırdığı varlıklar olmuştur. Bunun için bize Milli Doktrin Dokuz Işık'ın önemli bir ilkesi olarak ahlâkçılığı almış bulunmaktayız.
Ahlâkçılıkla kastetdiğimiz şey, herşeyden önce kişilerin ve toplumun millî ahlâk kurallarına bağlı olarak yetiştirilmesi ve millî ahlâk kurallarına bağlı olarak yaşaması ilkesidir. Bu sağlanmadıkça taplumumuzun kalkınması ve toplum içinde haksızlıkların ödenmesi, ıstırapların önlenmesi, kişilerin ve toplumun mutluluğunun sağlanması mümkün olamaz. Ahlakçılık derken herşeyden önce milletimizin dini olan İslâmiyet esaslarını ve İslâm inançlarını bunun başlıca kaynağı olarak almaktayız. Bunun yanısıra kendi milli geleneklerimizi, milli tarihimizi ve milletimizin geçirmiş olduğu çeşitli tecrübelerin bize kazandırdığı kuralları gözönünde bulundurmaktayız.
Ahlâkçılığımızın içinde İslâmiyet esasları, İslâm inançları başlıca yer almakla beraber bununla yoğrulmuş olan ve tarihimizden gelen Türk töresi de yer almaktadır. Gerek dinimizin, gerek millî törelerimizin bize emrettiği ahlâk kurallarından başta geleni, millet varlığının, kişi ve toplum varlığının üstünde yer aldığıdır. Toplumun milletin, vatanın, devletin menfaatları daima kişilerin menfaatlarından önde gelir ve önde tutulması gerekir. Bunun yanısıra yine kaynaklarımızın bize göstermiş olduğu kuralların başlıcalarından birisi de her ne olursa olsun dürüst hareket etmek, sabırlı hareket etmek ve büyüklere karşı saygılı, itaatli olmak, küçüklere karşı şefkatli olmak ve sevgi göstermek ilkesidir. Bunun yanısıra disiplinli yaşamak, disiplinli bir toplum olarak hareket etmek de töremizin dayandığı başlıca ilkelerdendir.
Disiplin dediğimiz zaman neyi kastetmekteyiz? Disiplin dediğimiz zaman ahlak kurallarına bağlı olmak, kanunlara saygılı ve itaâtli olmak, büyüklere saygılı olmak, küçüklere karşı daima adaletli, şefkatli olmak ve büyük küçük karşılıklı olarak herkesin birbirlerinin hakkına, hukukuna riayetkâr olmasını kastetmekteyiz. Bunların yanısıra yine törelerimizin bize tavsiye etmiş olduğu bir diğer ilke de yüksek vazife duygusuna sahip olmak, yüksek görev duygusu taşımak ve görevi namus saymaktır. Görev, kişinin kendisi için, yurdu için, milleti için yapmakla yükümlü olduğu iş demektir. Bunda ciddi olması ve görevini aksatmadan yapması törelerimizin gereğidir.
Ahlâkçılığımız dinî, milli, manevî değerlerimize dayanmakla beraber tabiat kurallarına aykırı olmamak şartını da içinde bulundurmaktadır. Tabiat kurallarıyla bağdaşacak şekilde ahlâk kurallarının tanzimi ve yürütülmesi, onun işlerliği için gerekli bulunmaktadır. Ahlâk herşeyin esasıdır. Ahlâkı olmayan bir toplumun hiç bir işi başarılı olamaz ve o toplumda hiç bir şey iyi bir durumda bulunamaz. Fakat ahlâkçılığın dayandığı bir takım temeller vardır. Bizim ahlâkçılığımızın dayanacağı temeller şunlardır : Türk ahlâkı, Türk geleneklerine, Türk ruhuna, Türk milletinin inançlarına uygun olacaktır. Türk ahlâkı, hiç bir zaman insan ruhuna aykırı olmayacak, inançlarımızla da bağdaşan bir takım temellere dayanmış bir ahlâk olacaktır.
Ahlâkçılıkta gözeteceğimiz, araştıracağımız şeylerden biri de, Türk ahlâkının, Türk milletinin yükselmesi, yaşaması ve korunmasını sağlamaya yarayacak esasları içinde toplanması olacaktır. Yâni Türk milletinin yaşamasına zararlı olacak kaideler, Türk ahlâkçılığının içinde yer alamaz. Demek ki, ahlâkçılık ilkesine esas olarak kabul ettiğimiz şeyler, Türk milletinin ruhuna uygun olmak, Türk milletinin geleneklerine, âdetlerine ve inançlarına uygun olmak, tabiat kanunlarına uygun olmak ve Türk milletine yararlı olmak esaslarına dayanacaktır. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:27 | |
| TOPLUMCULUK
Toplumculuk demek : Toplum menfaatinin, toplum varlığının, kişi varlığının üzerinde gözetilmesi demektir. Bu ilke de Türk töresinden kaynağını almaktadır. Türklerin tarih boyu yaşayışlarında daima milletin varlığı, vatanın menfaatleri, devletin menfaatleri ve varlığı kişi varlığının üzerinde, kişi varlığının önünde yer almıştır. Onun için millî doktrin Dokuz Işık'ın toplumculuk ilkesi de bu görüşü ortaya koymak için millî doktrin içinde yer almıştır. Kişiler, toplumun yararını, toplumun yükselmesini, Türk milletinin korunmasını, yükselmesini, yaşatılmasını her şeyin üstünde görecekler ve her hareketi Türk milletine yararlı mı yoksa zararlı mı olur düşüncesiyle değerlendireceklerdir. Bu ilkenin genel anlamda ifadesi budur.
Toplumculuk görüşü başlıca iki bölüme ayrılır. Birincisi : Ekonomik görüşü teşkil eden bölümdür. Diğeri ise sosyal yapıyı ilgilendiren, sosyal görüşü temsil eden bölümdür. Ekonomik görüşümüzü şöylece ifade edebiliriz. Türk milletinin süratle kalkınması, tarımını modern hâle getirmesi ve modern sanayi kurması gerekmektedir. Bize göre Türkiye bir tarım ülkesi olarak kalamaz. Türkiye'nin sadece bir tarım ülkesi olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Buna karşılık Türkiye'yi tarımı ihmal ederek yalnız sanayi ülkesi hâline getirmek de düşünülemez. Bir milletin güçlü olması, bir milletin refahlı ve mutlu olması hem tarımda hem de sanayide dengeli bir şekilde kalkınmış, ilerlemiş bulunmasına bağlıdır. .Bunun için. biz tarıma da en yüksek önemi vereceğiz, sanayileşmeye de en yüksek önemi vereceğiz ve her iki alanda milletimizin süratle ileri gitmesini sağlayacak tedbirleri alacağız. Tarımımızı ilme ve tekniğe dayanan modern bir tarım hâline getireceğiz. Türkiye'mizi süratle sanayileştireceğiz ve her çeşit modern makineleri, fabrikaları, araçları, gereçleri kendi ilim adamlarının, teknisyenlerinin bilgisiyle ve kendi insanlarının el emeğiyle kendi topraklarında kurulmuş fabrikalarda yapabilen bir hale getireceğiz.
Ülkemizin kısa zamanda refaha kavuşabilmesi için tarımda ve sanayide modern, standart kitlevî çok üretim sağlamak başlıca hedefimizi teşkil edecektir. Çok üretim ancak Türkiye'yi refahlı yapabilir ve sıkıntılardan kurtarabilir. Bununla beraber, bunlardan ayrılmaz kabul ettiğimiz diğer bir görüş de gerek devlet idaresinde, gerek milletimizi meydana getiren her vatandaşın yaşayışında, tasarrufu hâkim kılmak görüşüdür. Yurdumuzda büyük israflar yapılmaktadır. İsrafların önlenmesi ve her alanda tasarrufa gidilmesi sermaye birikimi sağlamakta ve Türkiye'nin süratle kalkınmasını teminde başvuracağımız tedbirlerden birisi olacaktır. Çok üretim sağlamak, çok ihracatta bulunabilmek ve aynı zamanda tasarrufu hâkim kılan bir yaşayışı memleketimizde yürürlüğe koymak Türkiye'mizin kalkınmasını sağlayacak genel esaslardır. Bunları belirttikten sonra Türk milletinin kalkınması için uygulayacağımız model nedir?
Bu model "Üçlü Esasa Dayanan Karma Ekonomi" modeli olacaktır. Yeni hem özel teşebbüs desteklenecek, yardım görecek hem devlet eliyle kamu yatırımları yapılacak hem de bunlardan başka milletimizin insanlarını sosyal dilimler, gruplar hâlinde, kooperatifler hâlinde, üretim ve tüketim birlikleri hâlinde teşkilâtlandırarak, tasarruf sandıklan kurarak, Meyak gibi, Oyak gibi kuruluşlar meydana getirerek millet eliyle yatırımlar yapılması sağlanacaktır. Özel sektör, kamu sektörü, ve millet sektörü hâlinde Türkiye ekonomisinin tanzimi sağlanacaktır. Türk milletini altı sosyal dilim hâlinde mütalâa etmek mümkündür. Bugün milletimizi meydana getiren insanların yaşayışları, mesleklere bölünmeleri yönünden incelediğimiz zaman % 65'ini teşkil eden kısmının köylü olduğunu, köylerde yaşadığını ve çiftçilikle geçindiğini görmekteyiz. Bunlardan başka sayılan 4,5-5 milyonu bulan bir esnaf kütlesinin bulunduğu da bir gerçektir. Bunun yanı sıra bir memur tabakasını, sayısı bugün 3 milyonu bulan bir işçi grubunu görmekteyiz. Bunlardan başlıca da serbest meslek erbabı dediğimiz bir grup vardır. Avukat gibi, doktor gibi eczacı gibi kendi bilgileri ve emekleriyle serbest olarak çalışan insanlarımızın meydana getirdiği bir grubu görmekteyiz. Bunların yanı sıra bir de iş veren grubu vardır. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz. Köylü dilimi, işçi dilimi, esnaf dilimi, memur dilimi, iş veren dilimi, serbest meslek mensupları dilimi. Böylece, Türk toplumunun bugünkü sosyal yapısı itibarıyla 6 sosyal dilimden meydana geldiği görülmektedir.
Dokuz Işık'ın ekonomik görüşüne göre bu 6 sosyal dilimin kendi içerisinde teşkilâtlandırılması gerekmektedir. Kendi içinde bu sosyal dilimin ayrı ayrı bir tasarruf teşkilâtı kurması gerekmektedir. Millî doktrinin görüşüne göre mülkiyet hakkı insanlar için vazgeçilmez, kutsal bir haktır. İnsan tabiatına uygun bir haktır. İnsan kendisinin olan bir şeye sahip çıkar. Kendisinin olan bir şeyi korur, saklar, onun bakımını sağlar. Kendisinin olmayan bir şeyle ilgisi zayıflar veya hiç kalmaz Bunun için milli doktrin Dokuz Işık mülkiyeti insan haklarının vazgeçilmez bir bölümü kabul etmektedir. Fakat mülkiyetin kapitalist sistemde olduğu gibi belirli kimselerin elinde yığılmasına ve mülkiyet hakkının başka kimselerin üzerinde sulta kurmak vasıtası olarak kullanılmasına karşıdır.
Dokuz Işıkçı ekonomik görüş, bir toplumda, o toplumu meydana getiren kişilerin her birinin ayrı ayrı mülkiyet sahibi olması görüşündedir. Onun için millî doktrin mülkiyeti bütün vatandaşlara, halka yaygınlaştırma ilkesini kabul etmiştir. Bu maksatla her sosyal dilim bir tasarruf sandığına, bir tasarruf teşkilâtına, sahip olacaktır. Hisse senetleri vasıtasıyla, kurulan fabrikalar, kurulan tesisler bu tasarrufları yapan vatandaşlarımızın malı olacaktır, mülkü olacaktır. Böylece her vatandaşa mülkiyet hakkı sağlanacak ve mülkiyet yaygınlaştırılmış hâle getirilecektir. Dokuz Işık'ın öngördüğü ekonomik model budur. Bunun yanı sıra Türkiye'nin kalkınması için hızlı, büyük yatırımlara girişmek ihtiyacı vardır. Hızlı büyük yatırımlara girmek ihtiyacı dolayısıyla büyük sermaye birikimine ihtiyaç vardır. Bugün biliyoruz ki Türkiye'de büyük sermaye birikimi şöyle dursun, normal sayılacak bir sermaye birikimi dahi yoktur. O hâlde süratli büyük yatırımları sağlamak için bu büyük sermaye birikimi nasıl sağlanır, nasıl temin edilir? Bunların temini için Dokuz Işık'ın öngördüğü yollar şunlardır:
Birisi millet sektöründe açıklandığı üzere Türk milletinin tasarrufa sevk edilmesi ve bu tasarruf dolayısıyla her vatandaşın sahip olduğu küçük imkânların birleştirilerek büyük sermaye birikimi sağlanması yolu olacaktır.
İkincisi halkın kullanılmayan emeğinin kullanılması. Halk enerjisinin seferber edilmesi yoluna başvurulacaktır....Biliyoruz ki insan emeği zamana bağımlı olarak değerlendirilmedikçe, zaman aşımıyla muhafazası, depolanması ve gerektiği zaman kullanılması mümkün olmayan bir varlıktır. Bu sebepten insan emeğini zamanında, ilmi şekilde, randımanlı şekilde değerlendirmek gerekmektedir.
Bunun yanı sıra Türkiye'nin kalkınmasını sağlamada öncelikler tayin etmek zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Bugüne kadar Türkiye'yi idare eden iktidarlar, bu öncelikler tayininde yanılmışlardır veyahut da öncelik tayinini düşünememişlerdir. Türkiye'nin bir an önce kalkınması, refaha kavuşması, güçlü hâle gelmesi her şeyden önce onun modern sanayie sahip olması, modern tarıma sahip olmasıyla mümkündür. O hâide yatırımları öncelikle bunu sağlamaya yöneltmek lâzımdır. Süratle Türkiye'nin bütün tarımını teşkilâtlandırmak, modern hâle getirmek ve Türkiye'yi süratle sanayileştirmek yönüne yatırımları yoğunlaştırmak lâzımdır. Buna katkıda bulunmayan alanlara yatırım yapmak doğru değildir. Bunları daha sonraya bırakmak lâzımdır. Misal ne olabilir? Misal; süslü binalar yapmak, opera binaları yapmak, kapalı spor salonları yapmak gibi faaliyetlerdir. Bunu söylemekle spor faaliyetlerine karşı olduğumuz veyahut sanat faaliyetlerine, tiyatro faaliyetlerine karşı olduğumuz anlamı çıkmamalıdır.
Fakat öncelikle Türk üretimini arttıracak. Türkiye'nin üretimini çoğaltacak ve bu yoldan .Türkiye'nin gelirini, iktisadi gücünü artıracak faaliyetlerin yapılması gereklidir. Gelir sağlandıktan sonra, refah sağlandıktan sonra bu gibi imar faaliyetlerinin yapılması çok kolaylaşmış olur. Bunları bir sıraya koymak görüşünü savunmaktayız. Yani biz, hemen ekonomiye katkıda bulunmayan ve üretimin artışını sağlamayan yatırımlara ölü yatırım demekteyiz. Türkiye'yi kalkındırmak için ölü yatırımlardan kaçınmak lâzımdır. Ölü yatırım dediğimiz zaman şunu kastetmekteyiz: Yatırdığımız sermayenin hemen Türk ekonomisine fazla üretim sağlamayan, fazla gelir sağlamayan teşebbüsler demektir. Biz buna karşıyız. Bunu hatalı bulmaktayız. Bunun yanı sıra memleketin sahip olduğu, tabiî birçok imkânları süratle değerlendirmek gerekmektedir.
Türkiye'nin hızla kalkınmasında başvurulması icap eden tedbirlerden biri de sahip olduğumuz tabiî kaynaklan süratle seferber etmek, değerlendirmektir. Bundan başka çeşitli ekonomik faaliyetler ve dış ticaret konularında da devletçe enerjik tedbirler alınması görüşündeyiz. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:28 | |
| Toplumculuk ilkesinde gözettiğimiz hususlar üç ayrı bölümde açıklanabilir:
l- ÖZEL TEŞEBBÜS :
Toplumun kalkınmasında özel teşebbüs desteklenecek, himaye edilecektir. Ancak bu konuda iş verenle işçinin karşılıklı olarak haklarının korunması ve bu iki tarafın münasebetlerinin milletin zararına olmayacak şekilde kontrol, tanzim ve nezaret altında bulundurulması şarttır. Demek ki, özel teşebbüsü korumak, himaye etmek prensibimizdir; desteklemek, teşvik etmek amacımızdır. Fakat bunu yaparken iş veren işçi ilişkilerini karşılıklı olarak iki tarafın da haklarını koruyacak ve her iki tarafın münasebetlerinin milletin zararına olmayacak şekilde denetlenmesi, düzenlenmesi, nezaret altında bulundurulması esasını şart koşuyoruz.
2- KÜÇÜK SERMAYENİN BİRLEŞMESİ :
Memleketimizde yapılması gereken pek çok büyük iş vardır. Bunların başarılması için halkın elindeki küçük tasarrufların teşvik edilerek, devlet tarafından tanzim ve organize edilerek birleştirilip halkın sermayedar olacağı büyük ekonomik teşebbüslere girişilmesini gaye edinen bir görüşe sahibiz. Ayrı aynı kimselerin elinde bulunan küçük tasarruflar, mesela, on bin kişinin yirmi bin kişinin katılıp birleşmesiyle büyük sermaye hâline gelir ve bu sermaye büyük tesislerin kurulmasını sağlar. Bu nasıl olacaktır? Halkımız buna alışmıştır. Halkı buna teşvik etmek, alıştırmak, cesaretlendirmek, organize etmek ve ön ayak olmak devletin görevleri arasında olacaktır. Bunun dışında yapılması icap eden birçok büyük işin ayrıca yine devlet eliyle bizzat ele alınarak başarılması gerekir. Bugün Amerika gibi en kapitalist memleketlerde dahi, bazı büyük işler vardır ki, tamamıyla devlet tarafından yapılmaktadır. Bunlar meselâ : Atom, füze araştırmaları ve ilmî araştırmalar gibi büyük organizasyon isteyen, büyük masraflar isteyen işlerdir. Bunların tamamıyla devletçe ele alınıp planlanması ve süratle başarılması esasını içine alan bir görüşü tutuyoruz.
3- SOSYAL YARDIM VE GÜVENLİK TEŞKİLATI :
Bu da, Türk milletini içine alacak bir sosyal yardımlaşma ve güvenlik teşkilâtı meydana getirmek görüşüdür. Türk milleti bugün sosyal bakımdan organize edilmemiş, dağınık bir durumdadır. Eskiden onun birtakım sosyal bağları, sosyal kuruluştan vardı. Bunlar dağıldı, yıkıldı. Meselâ eskiden vakıflar vardı, mahalle heyetleri vardı. O günün şartlarına göre, zamana uygun düşecek birtakım sosyal ve ekonomik organizasyonlar vardı. Loncalar vardı, loncaların da aynı zamanda sosyal fonksiyonları vardı. Bunlar zamanla yok oldu, kalktı.
Bugün milleti tekrar organize etmek lâzım geliyor. Bunların en başında gelen işlerden birisi de bütün halkı içine alacak bir sosyal yardımlaşma ve sosyal güvenlik teşkilâtı kurmaktır. Yani Türkiye içerisinde hiç kimse sahipsiz, yardımsız, himayesiz, desteksiz, işsiz kalmamalı, kalmak korkusuna düşmemelidir. Bir ailenin reisi mi öldü, çocukları, ailesi mutlaka bu teşkilât tarafından derhâl himaye edilmelidir. Çocukları okuyacaksa okutulmalı, tahsillerine devam ettirilmelidir. Ailesine iş bulunmalıdır. Bütün bu problemleri üzerine alan bir organizasyon meydana getirilmelidir. Böyle bir organizasyon olmaksızın cemiyette büyük haksızlıklar, büyük facialar meydana gelir ve böyle bir durum milleti sıhhatli olmaktan çıkarır. Birçok yerlerde sizler, kendiniz de, bu gibi olaylara her hâlde tesadüf ediyorsunuz. Birçok facialar görüyorsunuz, işitiyorsunuz. Bunları önleyecek böyle bir organizasyon kurmayı esas kabul eden bir görüşün sahibiyiz. Yani toplum içerisinde herkes bilecek ki, her-, kesin sosyal güvenliği sağlanmıştır. İş mi? Başvuracaksınız, iş verecek. Hastalık mı? Tedavi görecek. Tahsil mi? Çocuğuna tahsil imkânı sağlayacak.
Ayrıca sağlık ve adalet güvenliği, sağlanmasını düşündüğümüz bir diğer iştir. Yani bir dava ve mahkeme konusu olduğu zaman, vatandaş ihtiyacı olan avukat, mahkeme masrafı ve diğer zaruri masraflar gibi yardımları kolayca elde edebilmelidir. Bugünkü gibi öyle parası olanın kendisine çifter çifter avukat tutup, şahit masraflarını ödeyip hukuk imkânlarından rahatça faydalanması ve parası olmayan vatandaşların ise, bunlardan yoksun kalarak haklarını koruyamaması durumu ortadan kaldırılmalıdır. Ayrıca ceza ve tevkif evlerinin durumu da insanlığa yakışır şekilde ıslâh edilmeli ve oraya düşen vatandaşlar tam bir imkân eşitliğine kavuşturulmalı, henüz sanık durumunda olan vatandaşın haysiyeti korunmalıdır.
Toplumculuk ilkemizin içine aldığı önemli bir husus da şudur:
Türk milleti yüzyıllar boyunca büyük ihmallere uğramış, sıkıntılara düşmüş, felâketler geçirmiş bir millet olduğu için özellikle halk ve köylü, aydınlara, kendisine yol göstermeye, yardım etmeye gelenlere karşı güvensizdir ve aynı zamanda ümitsizdir: Yani kötümserdir. Bunun en açık misalini şarkılarımızda, türkülerimizde görürüz. Daima bir kötümserlik sonucu olarak halkımızda hareket, büyük hamle yapma kabiliyeti durdurulmuştur. Bunu açmak lâzım. Büyük işlerimizi, büyük tasarılarımızı çözebilmek için halk enerjisini seferber etmeliyiz. Halkı uyandırmalıyız. Halkı uyandırabilmek için de güzel sanatları bu amaçla seferber etmeliyiz. İnsanlara, önce neş'e, yaşama sevinci ve şevk aşılamalıyız. Heyecan aşılamalıyız. Neş'e, ümit ve şevk duyan insan yorulmadan çalışabilir : Enerji gösterebilir. Ümitsizliğe düşen, kötümserliğe düşen insan yaşama iştahını kaybeder.
Çalışma, kuvvetini kaybeder. Bunu kendi hayatımızda birçok kere duymuş, üzgün olduğumuz zamanlarda çalışma isteğimizin olmadığını anlamışızdır. İşte Türk milletinin kalkınması için başvuracağımız önemli çarelerden birisi budur. Sanatı, kültür faaliyetlerimizi, halk! heyecana getirmek; ona ümit, zevk, neş'e vermek ve böylece halk enerjisini seferber ederek hareket yaratmak istikametinde kullanmalıyız. Bunun için de biz bir ilke olarak diyoruz ki, sanat toplum için, toplum yararına kullanılacaktır! Toplum yararı için seferber edilecektir. Böyle boşa giden halk enerjisini (ki, bizim halkın büyük bir çoğunluğu senede üç buçuk ay çalışıyor, geri kalan sekiz buçuk ay bu enerji heder oluyor.seferber edip, erozyon problemimizin çözülmesi, memleketin ağaçlandırılması, sulama işleri, yol meseleleri gibi büyük meselelerimizin haili yolunda faydalanmalıyız.
Bu arada halka yine boş vakitlerini değerlendirecek elişleri, el sanatları, öğretmek, göstermek, okuma melekesi ve kültürünü arttıracak kurslar açmak ve hiçbir dakikasını heder etmeyecek şekilde organize etmek toplumculuk prensibi içine aldığımız hususlardan bir diğeridir. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:30 | |
| İLİMCİLİK
Bugün dünya üzerinde ilimdeki büyük gelişmeler insanlığa uçsuz bucaksız gelişme ve mutluluk ufukları açmıştır. Bir memleketin refahlı olması, güçlü olması herşeyden önce o memlekette yaşayan insanların ilimde, teknikte ileri bir seviyeye ulaşmış olmaları ile mümkündür. Bir milletin askeri gücü de ilim ve teknik gücüne, medenî seviyesine bağlıdır. İlimde, teknikte geri kalmış bir ülkenin insanları ne kadar kahraman yaratılışlı olurlarsa olsunlar, onların milli savunma yönünden, askerlik yönünden güçlü olmaları mümkün değildir. Bu sebeplerden Türkiye'yi kalkındırmayı düşünürken Türk milletinin hızla bir ân önce refaha kavuşmasını, mutluluğa kavuşmasını ve güçlü bir varlığa sahip olmasını sağlamak için ilim ve teknikte büyük bir ilerleme kaydetmek mecburiyetindeyiz. Bunun için Türkiye'nin ilimde, teknikte süratle en yüksek seviyeye çıkmasını, hızla modern sanayii kurmasını, tarımını modernleştirmesini sağlamak için dünya çapında yüksek kaliteli, liyâkatli ilim adamları ve teknisyenler yetiştirmek zorunluğu vardır. Bu vasıfta insan gücü yetiştirmedikçe
Türkiye'nin ilimde, teknikte süratle ilerlemesi ve modern sanayiye sahip olması, tarımını modernleştirmesi mümkün olamaz. Bunun için Türkiye herşeyden önce öğrenimde bulunan gençler içinden en kabiliyetlerini seçerek bunlara geniş öğrenim imkanları sağlamalı ve süratle dünya çapında her konuda yüksek seviyeli ilim adamları ve teknisyenler kadrosunu kurmalıdır. İster Matematik'te, ister Fizik'te, ister Kimya'da, ister Tarım Bilgilerinde ister Sosyal Bilimlerde olsun dünya çapında ve en yetenekli ilim adamlârı yetiştirmek ve Türkiye`yi kalkındırmaya yetecek bir ilim adamları kadrosunu teşkil etmek Türkiye için başlıca önemli meseleyi teşkil etmektedir. Bugüne kadar Türkiye'yi idare eden iktidarlar bu konuyu karıştırmışlardır. Türkiye için her kasabada ortaokul, liseler açmak, her yerde okulları çoğaltmak başlı başına Türkiye'nin meselelerini çüzmeye yetmez. Öncelikler tespit etmek zorunluğu vardır. Öncelikleri düşündüğümüz zaman da Türkiye'nin kalkınmasını sağlamada birinci,öncelik yüksek seviyeli, liyakatli ve üstün kaliteli ilim adamları, teknisyenler kadrosunu kurmaya önem vermek gerekmektedir. Birinci öncelik burdadır.
Böyle bir kadro kurulduktan sonra bu kadronun varlığı sayesinde Türkiye'nin süratle modern sanayiye sahip olması ve tarımını modernleştirmesi mümkün olacaktır. Ve bu üstün, seçkin ilim adamları kadrosu sayesinde Türkiye ilim ve teknik yönünden büyük bir güç elde etmiş olacaktır. Buna işaret etmeyi çok gerekli saymaktayım. Bunun yanısıra Milli Eğitimin ele alınması ve Milli Eğitimin Türkiye'nin ilimde, teknikte süratle dünyanın en ileri gitmiş ülkesi haline gelmesini sağlayacak bir planlama yapmak ve buna göre bir Milli Eğitim faaliyeti göstermek gerekmektedir. Milli Eğitimin başlıca dört gayesi olduğu ortaya konulmalıdır. Bu gayeleri sırayla şöyle ifade edebiliriz :
Birinci Gaye: Türk insanını yaşı ne olursa olsun Türk milletinin tarihinden şuur almış olan, Türk geleneklerinden şuur almış olan, Türk milletinin Milliyetçilik duygularıyla ve manevi değerleriyle beslenmiş olan insanlar olarak yetiştirmek teşkil etmelidir. Milli Eğitimin birinci gayesi bu olmalıdır. Türk insanını Türk milletinin örnek bir kişisi, Türk milletinin bütün vasıflarını üzerinde taşıyan, müşterek vasıfları benimsemiş insan olarak yetiştirmek olmalıdır. Kendi tarihinden habersiz, geleneklerinden habersiz, örfünden habersiz, manevi değerlerinden habersiz çıplak bir varlık olarak insanlarımızın yetişmesi, yurdumuzun büyük zaafını teşkil etmektedir.
İkinci Gaye: Milli Eğitim Türk milletinin sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarına göre hedeflerini tayin etmeli ve Türk milletinin sosyal ve ekonomik ihtiyaçları önce tespit edilmelidir. Yani Türkiye'nin modern sanayii kurması, Türkiye'nin modern tarım kurması, Türk toplumunun kalkınması için ne kadar doktora ihtiyacı vardır, ne kadar Kimyager'e vardır, ne kadar Mühendis'e ve Yüksek Mühendis'e ihtiyacı vardır, ne kadar Makina Mühendisi'ne ihtiyacı vardır, ne kadar Öğretmen'e ihtiyacı vardır, ne kadar Tornacı'ya, Tesfiyeci'ye ihtiyacı vardır; bunlar gayet dikkatli olarak, ilmi bir şekilde tespit edilmeli ve Türk toplumunun bu sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarına göre MiIlî Eğitimin hedefleri tespit edilerek ona göre okullar açılmalı, ona göre teşkilâtlanma yapılmalı ve bu okullar ona göre öğrenciler alınarak bu hedeflere göre Türk insanı eğitilerek yetiştirilmelidir.
Üçüncü Gaye: Türk insanını topluma yük olmadan yaşayacak, üretici olarak yetişecek ve topluma katkıda bulunacak şekilde yetiştirmesi esas olmalıdır. Okullardan bir takım gereksiz bilgi yüküyle yüklenmiş ve gözünü devlet kapısına dikmiş, devlet kapısında memuriyet peşine düşmüş insanlar yetiştirmek özellikle bundan sonra, memleketimiz için çok zararlı ve tehlikelidir. Türk insanını üretici olacak şekilde yetiştirmek, Türk toplumuna katkıda bulunacak şekilde yetiştirmek, hem de bu ruhta, bu anlayışta, bu zihniyette yetiştirmek büyük önem taşımaktadır
Dördüncü Gaye: Bugün dünya üzerinde tekniğin, teknik bilginin önemi hayati derecede artmıştır. Bunun için Türk çocuklarını teknik eğitime yönelik yetiştirmek gerekmektedir. Türk çocuklarını, Türkiye'nin ihtiyacı olan kalkınmayı sağlayacak bir eğitim göstererek yetiştirmek yoluna gidilmelidir. İlim ve teknik milletlerin sayısı ne olursa olsun durumu ne olursa olsun diğer milletler arasında durumunu sağlamlaştırmakta ve etkin hale getirmektedir. Bunun için bu konu Türk milleti için de hayati değer taşımaktadır.
Karşılaşılan her olayı, önümüze getirilen her meseleyi gördüğümüz her işi ön yargılardan ayrılarak, art düşüncelerden sıyrılarak gerçekçi bir gözle görmek ve ilim zihniyetiyie bunu muhakeme etmek, değerlendirmek başlıca usul olmalıdır. Her çeşit peşin hükmü kafalardan bir kenara bırakacağız. Her olayı incelerken ilim metodunu takip edeceğiz. Bu da nedir? Müşahade, inceleme, araştırma, analiz, tecrübe ve müsbet sonucu bulmak. Demek ki, bütün memleket meseleleri ile ilgili olayları, tutumları düşünürken en doğru neticeye varabilmek için uygulayacağımız ilke ilim metodu, ilim mentalitesi olacaktır ve bütün faaliyetlerimizde bize yol gösterici olarak ilmi önder kabul edeceğiz.
Bunu da görüşümüze esas olarak almakta çok fayda gördük. Çünkü çoğu zaman birçok kimseler ilk hamlede ortaya ön yargılarla, art düşüncelerle çıkıyor ve daha ilk anda muhakeme yürütüp, doğru sonuca varma yollarını tıkamış oluyor. Bunun için ilimciyiz. İlimcilikten de kasdettiğimiz şey, yukarıda da belirttiğimiz gibi, olayları incelerken, ilim mentalitesin, ilim metodunu kullanmak ve her işimizde ilmi kendimize önder kabul etmektir. Yalnız ve sadece ilmi, müspet ilmi önder kabul edeceğiz. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:31 | |
| HÜRRİYETÇİLİK VE HAKÇILIK
İnsanlar için mutluluk herşeyden önce hür olmaya bağlıdır. İnsanlığı aşağılatan en tiksindirici hal insanların köle olmaları, köle yapılmalarıdır. Biz Milli Doktrin Dokuz Işık'ta ne başkalarını uşak olarak kullanmayı, ne de başkalarına uşak olmayı kabul eden bir görüşü esas almış bulunmaktayız. İnsanları aşağılatan, en tiksindiricl hâl olan, köleliğe karşıyız. Türk milletinin, Türk toplumunun her manâda özgür olmasıyla mutlu olacağına, yükselebileceğine inanmaktayız. Bu bakımdan her ne bahane ile olursa olsun, her ne isim altında olursa olsun insanları hürriyetsizliğe sürükleyen her çeşit davranışa karşıyız. Hürriyet derken sadece siyasi hürriyeti değil, ekonomik hürriyeti, sosyal hürriyeti, ilim hürriyetini, kısacası İnsan Hakları Beyannamesi'nde ve Birleşmiş Milletler Anayasası'nda ifadesini bulan tüm hürriyetleri bir bütün oilarak kasdetmekteyiz. Türk milleti için uygun gördüğümüz yönetim sistemi de Hürriyetçi Demokrasi sistemidir.
Bu bakımdan Demokratik Nizamın korunması, geliştirilmesi ve Demokratik Nizam içinde halkın desteğinin sağlanması Dokuz Işık görüşü için başlıca esastır. Hürriyetçilik ilkesiyle beraber Halkçılık deyimini de kullanmaktayız. Halkçılık deyimiyle kasdedilen şudur :Herşeyin halkla beraber, halk için olması ve halka doğru olması ve halk tarafından olması. Halkın yaşayışını paylaşarak, halkın yükseltilmesini birinci plânda düşünerek, halkın dertleriyle yoğrularak halkla el ele işbirliği yapmak suretiyte halk için ve halk tarafından her hareketin düzenlenmesi ve yürütülmesi fikrini kasdetmekteyiz. Halka rağmen hareket etmeyi doğru ve uygun bulmakmaktayız. Türk milletinin yükselişi, Miliyetçilik ülküsünün siyasi hareket olarak gelişmesi herşeyden önce Halk Demokrasi'sinin Türkiye'de yaşatılmasına ve geliştirilmesine bağlıdır.
Türk Milliyetçiliğinin korunması ve hedefine varması Demokrasiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Bunun için Halkçılık ve Hürriyete dayanan halk idaresi milli doktrinin temel görüşüdür.Yalnız memleketimizde hürriyet birçok zamanlar kalıp, klişe halinde siyasi bir mânâda anlaşılmış, kabul edilmiştir. Böyle bir hürriyet yaşayan bütün insanlar için, bütün milletler için hürriyet olmaktan çok zaman uzak kalmıştır. Hürriyet deyince, siyasî hürriyeti esas almıyacağız, hürriyeti bütün bölümleri ile beraber düşünmek ve o şekilde bir hürriyeti istemeyi esas kabul ediyoruz. Bunlar Birleşmiş Milletlerin Anayasası'nda yer almış olan hürriyetlerdir. Bu, söz hürriyeti, yazi hürriyeti, bilim hürriyeti, sosyal hürriyet, ekonomik hürriyet, korkudan ve baskıdan âzâde olmak hürriyeti ve sefaletten kurtulma hürriyeti gibi bütün hürriyetieri içine alan bir hürriyet görüşüdür.
Bir insana "Hürsünüz işte size siyasi haklarınızı tanıyoruz, istediğiniz yere reyinizi verebilirsîniz." der, fakat arkasından el altından "Şu tarafa rey vermezseniz işinizden çıkarırım" korkusunu, tehdidini koyarsınız, onun hürriyeti bir mânâ ifade etmez. Veyahut "Bu tarafa rey verirseniz akşam eve giderken beş tane adamım sizi çevirir, adamakıllı döver." gibi tehdit eder bir durum ortaya çıkarsa, hürriyetin anlamı kalmaz. Yani hürriyetin gerçek hürriyet olabilmesi için Birleşmiş Milletler Anayasası'nda ayrı ayrı sayılmış olan bu hürriyetlerin bütün olarak herkese sağlanmış olması şarttır. Hürriyetçilikle beraber şahsiyetçiliği de esas alıyoruz. İnsanlar şahıslarına karşılıklı saygı ve karşılıklı teminat içinde bulunmalıdırlar. İnsanlar her zaman harekete uğrarlarsa, her zaman haklarından emin durumda bulunmazlarsa, o insanların o memleket içinde faydalı olmalarına, huzur içinde olmalarına ve mesut olmalarına imkân yoktur. Onun için bu prensibimizi de hürriyetçiyiz ve şahsiyetçiyiz diye ifade ediyoruz. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:32 | |
| KÖYCÜLÜK
Milli Doktrin Dokuz Işık'ın önemli esaslarından birisi de köycülüktür. Türk milletinin bugün hala % 65'i köylerde yaşamaktadır. Onun için nüfusumuzun % 65'ini teşkil eden köylünün dertlerini süratle çözerek çareler bulmak ve köylümüzün elinden tutarak kalkındırmak, Türk milletinin kalkınması için başta gelen bir konudur. Bugün Türkiye'mizde kırk beş bin civarında köy ve mezraalar, ufak ufak, çeşitli yerleşme yerleriyle beraber 70 bini aşan yerleşme yeri bulunmaktadır. Bunların hepsinin ilgiye ihtiyacı vardır, ihtimama ihtiyacı vardır bakıma ihtiyacı vardır. Nüfusumuzun % 65'i köylü olduğuna, köylerde yaşadığına göre, bu, aşağı yukarı 28 milyon insan demektir. Yâni 42 milyonu aşan nüfusa sahip olan Türkiye'nin 26,5 milyon insanı köylerde, mezraalarda yaşamaktadır demektir. Bu insanlar bugün % 90 denecek kadar doktorsuz, bakımsız, ışıksız ve birçok ihtiyaçları halledilmemiş durumdadırlar. Bunların süratle ellerinden tutularak kalkındırılması, teşkilatlandırılması milletimizin yükselmesi için en başta düşünülecek bir konudur. Böyle olduğu halde yıllardan beri yurdumuzda ihmal edilmiş olan bu köylü kitlesidir.
Köylü vatandaşlarımız çok ihmale uğramışlardır. Nüfusun % 65'ini teşkil ettiklerine göre köylülerin öncelikle ele alınması, teşkilâtlandırılması, her çeşit donatımla donatılması, her çeşit yardıma mahzar edilerek bu kütlenin bir an önce kalkındırılması gerekmektedir. Bu kütleyi kalkındırdığımız nispette diğer kesimlerdeki insan topluluklarımızın kalkınması âdeta kendiliğinden gerçekleşecektir denebilir. Köylülerimizin kalkındırılması için bunların öncelikle teşkilâtlandırılması gerekmektedir. Türkiye nüfusunun medeni ve mesleki iş bölümünden meydana gelen topluluğu altı bölüm halinde mütalâa ettiğimizi belirtmiştik. Bu altı bölümün en kalabalık ve en önemli kısmını köylü kesimi teşkil etmektedir. Köylünün teşkilâtlandırılması, hızlı kalkınması için şarttır. Bu teşkilâtlandırma nasıl olacaktır? Bu, köylerimizi tarım kentleri halinde gruplaştırarak teşkilâtlandırmak suretiyle yapılmalıdır. Tarım kentleri teşkilâtı şöyle kurulmalıdır: Köylerimiz birçok yerlerde birbirine yakın olarak bulunmaktadır. Bunları inceleyerek durumlarına uygun biçimde bu köyleri gruplaştırmak gerekmektedir.
Birbirlerine yakın bulunan on köyü veya daha ziyade on ik, on dört, on beş köyü veyahut durumlarına göre sekiz köyü, yedi köyü, dokuz köyü bir grup halinde teşkilâtlandırmak ve bunların durumu müsait olanı, daha ziyade merkezi yerde bulunan bir köyü, cazibe merkezi olarak ele almak ve burada bütün köyün ilkokul ortaokul ihtiyacını karşılayacak eğitim merkezlerini açmak, ayrıca köylünün modern tarım esaslarına göre tarım yapmasını sağlayacak şekilde onları teşkilâtlandırmak ve onlara bilgi vermek üzere bu merkezde tarım uzmanları bulundurmak, yine bu merkezde modern tarım âletleri parkı kurmak, gübre depoları, ilâç depoları ve mücadele teşkilâtı, mücadele üniteleri meydana getirmek ve bu grubu içinde bulunan köylerin ihtiyacını bu merkezden temin etmek gerekmektedir. Ayrıca bu merkezde bir sağlık teşkilâtı bulundurmak bu sağlık teşkilâtında doktor, sağlık memuru, ebe, hastabakıcı gibi sağlık ekibi kurmak, bulundurmak ve bunlara, altlarına cip vs. gibi araçlar da vermek suretiyle köylümüzü teşkil eden insanlarımızı da sağlık bakımından yararlandırmak gerekmektedir. Kırk beş bin köyün her birisine doktor vermeye kalkışsak en azından kırk bin beş bin doktor ihtiyacı ile karşılaşırız.
Kırk beş bin doktorun devlet bütçesine yükleyeceği masraflar ve birçok güçlükle karşılaşırız. Fakat köylerimizi, şematik olarak izah etmek için, onar köylük gruplar halinde teşkilâtlandıracak olursak kırk beş bin köy dört bin beş yüz grup haline gelir. Dört bin beş yüz gruba doktor vermek, sağlıkçı vermek, ebe vermek, hastabakıcı vermek ve bunların altlarına taşıt aracı vermek, gerekli donatımı ve gereçleri sağlamak kolaylaşmış olur ve bunların devlet bütçesine yükleyeceği masraflar da kısa zamanda karşılanabilir, göze alınabilir bir miktarda olur. Bunun için köylümüzün kalkındırılmasını sağlayacak yol, köylerimizi tarım kentleri gruplarını halinde, Tarım kentleri birlikleri halinde teşkilâtlandırmaktır. Merkez seçilen köylerde kurulacak olan bu kolaylıklar, o gruba dahil olan diğer köylerin de zaman içinde bu merkez köylere taşınmalarını, merkez köyde toparlanmalarını sağlar. Bunun için köylülerimizi zorlamaya gerek yoktur. Köylülerimiz kendileri için kolaylık, çocukları için okuma imkânı sağlayan merkezlere kendiliklerinden akmaktadırlar. Bugün büyük şehirlerin çevresinde bulunan gecekondular bunu göstermektedir. Köylerimizin şehirlere akmalarından gecekondu mahalleleri meydana gelmektedir. Köylülerimiz niçin şehirlere akmaktadırlar.
Çocuklarını okutacak okullara kavuşmak için, hastalarının bakımını sağlayacak sağlık imkânlarına kavuşmak için, kendilerine daha iyi geçim sağlayacak iş bulmak için. O halde bu imkânları onların ayağına götürerek ve onların köylerinin dibinde bu imkânları ona sağlayacak merkezler meydana getirdiğimiz takdirde, bu cazibe merkezlerine o gruba dahil olan köylerin zaman içinde akması ve böylece bu merkezlerde tarım kentleri diyebileceğimlz kentlerin meydana gelmesi mümkün olacaktır. Bu kentlerde, o gruba dahil olan köyleri içine alan kooperatifler kurulacak ve yine bu kentlerde köylü yardımlaşma kurumları meydana gelecek ki, bu Köy - Ak diyebileceğimiz teşkilâttır. Bu sayede köylünün de memleketin kalkınmasında, yatırımlara katılmasını kanalize edecek bir teşkilâtlanma meydana gelecektir. Tarım kentlerinin bulunduğu grubun ihtiyaçlarına ve özelliklerine göre o bölgede veyahut birkaç tarım kentinin katılacağı onların bölgesi içinde, onlarla ilgili, tarımla ilgili endüstri, küçük endüstri, küçük imalâthaneler de meydana gelecektir. Böylece hem köylümüz teşkilâtlanacaktır hem de Köy - Ak vasıtasıyla büyük yatırımlara katılma imkanı doğacaktır; aynı zamanda köylülerimiz, insanlarımız köy ekonomisinden, site ekonomisinden, bölge ekonomisinden, ülke ekonomisinden cihan ekonomisine süratle geçme imkânını elde edeceklerdir.
Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu büyük problemlerden birisi de cihan ekonomisine geçebilmesidir. Köycülükte köylümüzü kalkındırmak için öngördüğümüz önemli meselelerden birisi köylerimizi tarım kentleri halinde gruplaştırmak ve teşkilâtlandırmaktır. Diğer bir görüşürmüz de köylümüzün kalkınması için tarımı teşkliâtlandırmaktır, tarımı ; modernleştirmektir. Bugün ülkemiz erozyon problemiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Erozyon problemi topraklarımızın aşınmasıdır. Topraklarımızın rüzgârlar ve seller dolayısıyla tarlalarımızın, meralarımızın üst kısmını teşkil eden, en verimli kısmının zayi olması, seller yoluyla denizlere akıp gitmesidir. Aşınan topraklar zaman içinde verimliliğini kaybetmekte ve çölleşmeye gitmektedir. Bunun için Türkiye'nin eroz yonu önleme, erozyonu giderme ve memleketi ağaçlandırma gibi büyük meseleleri bulunmaktadır. Bunun yanısıra akarsularımızı değerlendirme meselemiz vardır. Bugün bol olan sularımız akıp gitmekte, henüz bunlardan tam olarak yararlanamamaktayız. Sularımızın bize sağladığı imkânların ancak yüz de beş buçuğundan bugün yararlanabilmekteyiz. Yüzde doksan dört buçuk sularımız akıp gidip boşa zayi olmaktadır. Bunları süratle değerlendirmek Türkiye'nin kalkınmasını hızlandıracaktır. İşte bütün bu ihtiyaçları düzenlemek üzere yurdumuzda tarım reformu ve toprak reformu yapmak gerekmektedir.
Tarım reformu, tarımı modernleştirmek, ilmî esaslara göre teşkilâtlandırmak ve ilmî esaslara göre gübre kullanarak, mücadele ilâçları kullanarak, modern tohumlama yaparak, tomuh ıslahı yaparak verimi arttırmak, birim başına randımanı yükseltmek meselelerini kapsamaktadır. Tarım reformu aynı zamanda sulama imkânlarını geliştirmek ve millî bir tarım envanteri yaparak, stratejik bir tarım planlamasına gidilmek suretiyle, tarım planlamasına göre tarımımızı en ekonomik bir yöne çevirmektir. Bunun içerisine bölge bölge topraklarımızın en randımanlı olarak kullanılmasını sağlayacak araştırmalar yapmak ve o toprağa uyan en elverişli tarımı uygulamak girer. Bunun yanısıra toprak reformunu da ele almak gerekmektedir. Toprak reformu çok geniş toprakları, rantabi bir ölçü içinde tanzim etmeyi öngörmekle beraber gayri iktisadi bir işletmeciliğe sebep olan aşırı derecede ufalmış, küçülmüş toprakların da rasyonel bir işletmeciliğe göre tanzimini öngörmeyi gerektirmektedir. Bugün Türkiye'nin problemi büyük toprakların, büyük mülk sahiplerinin var oluşundan ziyade, toprakların gayri iktisadî işletmeciliğe yol açacak şekilde parçalanmış, bölünmüş olmasıdır. Yıllardan beri yurdumuzda toprak reformu sözleri söylenmiştir. Bunu daha ziyade komünistler istismar etmeye çalışmışlardır. Bir ağalık edebiyatı ileri sürerek, toprakfarın toprak ağalarının elinde bulunduğunu ileri sürerek, topraksız köylünün ezildiğini söyleyerek devamlı toprak reformu istismarını yapmışlardır.
Oysa tarafsız, gerçekçi ve ilmi bir gözle baktığımız zaman meselenin bambaşka olduğu görülmektedir. Bugün çiftçilikle geçinen nüfusumuz 26,5 milyon civarındadır. Bugünkü sınırlar içinde bulunan Türkiye Cumhuriyeti'nin toprak genişliği 782 bin kilometrekaredir. Bu 782 bin kilometrekarenin içinde Van gölü, Tuz gölü, diğer göller, ormanlar ve tarıma elverişli olmayan bölgeler de dahildir. Fakat biz meseleyi iyice açıklayabilmek için, bir an bütün Türkiye topraklarının tarıma elverişli olduğunu kabul edelim, 26,5 milyon köylüye bu Türkiye topraklarını eşit olarak bölmeye çalışalım. 782 bin kilometrekare demek 782 milyon dönüm demektir. Bu 782 milyon dönümü 26,5 milyon insana taksim ettiğimiz zaman aşağı yukarı insan başına 3 dönüm civarında toprak düşmektedir. Bütün Türkiye tarıma elverişli olsa, göller, her taraf ekilebilir olsa ve elde bulunan tapuları hükümsüz kıldık desek ve yeniden Türkiye topraklarını bugünkü çiftçi nüfusumuza eşit olarak dağıtacağız desek ve taksim atsek köylü başına çok cüzi bir miktar düşmektedir. 782 milyon dönüm toprağı böylece toptan ve teorik alarak bölmeye kalksak köylü nüfus başına 3 dönüm civarında toprak düşmektedir. Bunu aile başına bölmeye kalksak, aşağı yukarı ortalama 6 milyon köylü ailesi bulunduğunu kabul etsek, o takdirde de yine düşacek olan miktar 13 - 14 dönüm olacaktır. Kaldı ki Türkiye'nin bugün tarıma elverişli olarak işlenen toprakları 300 mllyon dönüm civarındadır. Ki bu da bir kısmı mer'alar aleyhine, hayvancılık aleyhine sürülerek açılmış, tarla yapılmış toprakların da katılmasından meydana gelmektedir. Gerçekte ilmi olarak Türkiye'nin 250 veya 260 milyon dönümlük kısmının tarım için kullanılması, geri kalan mer'aların da hayvancılığa tahsisi gerekmektedir. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:33 | |
| O takdirde tarıma elverişli toprakların çiftçilere taksimine kalksak, köylü başına düşecek miktar büsbütün az olacağı gibi köylü ailesi başına düşecek miktar da çok az olur. Bütün bunlar şunu göstermektedir. Türkiye'de ekonomik yönden tarım sektöründe bulunan nüfus çok sayıdadır. Bugün Fransa'da nüfusun % 15'i tarım sektöründedir, bugün İngiltere'de nüfusun % 7'si tarım sektöründedir, bugün Amerika'da nüfusun % 4,5'u tarım sektöründedir. Ama Amerika'nın nüfusunun % 4,5'u çiftçilik yapmakla beraber bu % 4,5, bütün Amerika'yı doyurduğu gibi bütün dünyaya da yetişdirdiği ürünleri satmakta, dağıtmaktadır. O halde Türkiye'nin bugün tarım sektöründe yaşayan 25,5 milyon insanına, çiftçisine Türkiye'nin bugünkü sınırları içinde yetecek miktarda toprak vermek, toprak sağlamak mümkün değildir. Türkiye'yi süratle sanayileştirmek, Türkiye'yi süratle modern endüstri sahibi yapmak ve tarım sektöründe bulunan nüfusu endüstriye ve genel hizmetler sektörüne aktarmak suretiyle % 65 olan çiftçi oranını plânlı bir şekilde % 50'ye - % 40'a, yüzde 30'a, yüzde 20'ye doğru düşürmek, bununla beraber tarımı da modernleştirerek ve teşkilâtlandırarak, her çiftçi ailesine rantabi işletmecilik yapacak miktarda toprak tahsis ederek tarımı düzene sokmak gerekmektedir.
Yoksa bu tedbirleri almaksızın herkese toprak dağıtacağız iddiaları ile ortaya çıkmak, Türkiye'yi büsbütün perişan hale düşürmek olur, Türkiye'yi iyice karıştırmak olur, ve memleket ekonomisini baltalamak olur. Bugün ilmi araştırmalara göre bir çiftçi ailesinin normal şekilde rantabi olarak işleyebileceği toprak miktarı 300 dönüm civarındadır. Toprak miktarı ne kadar küçülürse, o miktarda işletmecilik gayri iktisadi bir hal alır. Buna göre tarım ve toprak reformunu plânlamak, düzenlemek gerekmektedir. Bir taraftan nüfusu ekonomik yönden endüstri sektörüne ve genel hizmetler sektörüne aktarmak diğer taraftan da toprakların miras yoluyla devamlı paraçlanmasına, ufalanmasına sebep olmayı önleyecek tedbirler düşünmek gerekmektedir. Bunlar yapılmadıkça Türkiye'nin tarımını düzene sokmak ve Türkiye'yi ekonomik yönden kâlkındırmak mümkün olmaz. Bunun için Köycülük ilkemizin dayandığı iki temel görüş için Köycülük ilkemizin dayandığı iki teme! görüş bunlardır. Yâni birisi tarım kentleri görüşüdür; tarım kentleri esasına göre köy grupları meydana getirmek, köyleri köy grupları halinde teşkilâtlandırarak ihtiyaçlarını karşılamak. Diğeri de tarımı hızla modernleştirmek ve rantabi bir işletmeciliğe kavuşturmak, teşkilâtlandırmak için tarım ve toprak reformuna başvurmak, tarım ve toprak reformunu birlikte yapmak. Bunların ikisi birbirinden ayrılamaz.
Bunların ikisini beraber düşünmek gerekmektedir. Bir soru sorulabilir. Denilebilir ki bugün Türkiye'de 60 bin dönüm, 80 bin dönüm toprak sahibi olan kimseler vardır, bu büyük topraklara dokunulmayacak mı? Bu büyük toprakların da reforma tâbi tutulması gerekmez mi? Elbette gerekir. Elbette bunlar da ekonomik işletmeciliğe uygun bir şekilde reforma tabi tutulacaktır. Fakat bunların miktarı Türkiye'de % 1'i aşmamaktadır. Genel duruma oran yapıldığı zaman bu geniş toprak sahiplerinin sayısı, oranı % 1'i aşmamaktadır. Bunun yanında Türk tarımının en önemli konusu topraklarımızın küçük çiftçi elinde 30 dönüm, 20 dönüm, 50 dönüm, 70 dönüm, 100 dönüm gibi, gayri iktisadi işletmeciliğe sebep olan, bölünmüş durumda bulunmasıdır. Bu ufak birimleri ya kooperatifler halinde teşkilâtlandırarak iktisadi bir işletmecilik düzenine kavuşturmak gerekmektedir. Veyahut miras meselesini yeni kanunlarla düzenleyerek, miras yoluyla bölünmeleri önlemek ve diğer taraftan da köy yardımlaşma kurumuyla bütün köylüyü içine alan bir teşkilâtlanmaya giderek, aynı zamanda köylünün kalkınmasına hizmet edecek şekilde geniş yatırımlara girişmek gerekmektedir. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:35 | |
| GELİŞMECİLİK
Milli Doktrin Dokuz Işık'ın sekizinci ilkesi "Gelişmecilik" tir. Gelişmecilik şu demektir: Daima daha iyiyi, daha gelişmiş bir durumu el de etmek için araştırma yapmak; daha iyiye, daha mükemmele varmak arzusu taşımak ve bunun için çareler aramaktır. Gelişmecilikte içinde bulunulan durum düzeltilerek, o durum basamak yapılarak bir merdiven basamağın önüne daha yüksek basamaklar kurarak, bu basamaklara basarak daha iyiye yükselmek, daha güzele yükselmek, daha olgunu bulmak, elde etmek demektir. Gelişmecilikte içinde bulunulan durumu yıkmak, devirmek söz konusu değildir. İçinde bulunulan durumu düzeltmek, yeniden durumu düzeltmek, yeniden düzenlemek, geliştirmek bahis konusudur. Yeni devrimcilik, gelişmeciliğin zıddı bir düşüncedir; görüştür. Gelişmecilikte devrimciliği milletimizin kalkınması için bir yol olarak görmediğimizi, benimsemediğimizi anlatmak istemekteyiz. Neden devrimciliği bir yol olarak kabul etmiyoruz?
Çünkü devrimcilik geçmişe ait her şeyi yıkmak, geçmişe ait her çeşit değerlerimizden vazgeçmek ve bizimle, tarihimizle ilgisi olmayan, nereye varılacağı kestirilemeyen bir başka durum meydana getirmek anlamını taşımaktadır. Milletler de ulu ağaçlar gibidir. Ulu bir çınarın toprağın üzerinde gövdesi ne kadar yükselmişse toprağın altında da o kadar derinliğe inmiş, geniş kökleri vardır. Ulu bir ağacın köklerini kesecek olursak o ağacı yaşatmak, toprağın üstünde dik olarak tutmak mümkün olmaz. Bunun için milletin kökleri de kendi milli tarihidir. Kendi binlerce yıllık yaşayışı içinde meydana getirdiği kültür hazineleri, manevi değerleridir. Milli gelenekleridir. Onun için bunlarla bağlantıyı kesmek, herşeyi yıkmak, devirmek bizim kabul etmediğimiz bir görüştür, bir yoldur. Bunun için devrimcilik değil, eylemciliğe dayanan gelişmecilik ilkesini benimsemiş bulunmaktayız. Gelişmecilik ilkesiyle düşündüğümüz anlam şudur : İnsanlar yaratıldıkları günden beri daima içinde bulundukları durumla yetinmemişler daha iyi yaşamak, daha güzel bir durum elde etmek, daha olgun sonuçlara varmak için çırpınmışlardır.
Bu insanların yaratılışlarında, insanların tabiatında bulunan, yeryüzünde medeniyetlerin doğmasını, medeniyetlerin gelişmesini, insanlığın ilerlemesini temin etmek insanın tabiatına en uygun sonuçlara varmak için çırpınmışlardır. Bunun için biz bu duygu ve zihniyeti bir ülke olarak doktrinimize koymuş bulunmaktayız. İnsanlar tabiat kuvvetlerinin tutsaklığından kurtulmak, tabiat kuvvetlerinin kendileri için yararlı olacak şekilde kullanılmasını sağlamak ihtiyacını, düşüncesini yeryüzünde, yaratıldıkları ilk günden beri düşünmüşler, bunu sağlamaya çalışmışlar, bunun için çare aramışlardır. İşte bu da, gelişmeciliğin bir diğer önemli faktörüdür. Yâni tabiat olaylarının, tabiat güçlerinin insanlara, insan toplumlarına zarar vermesini önlemek, buna karşılık tabiat güçlerinden tabiat olaylarından insanların, insan taplumlarının mümkün olduğu kadar büyük ölçüde yararlanmasını sağlamak gelişmecilik ruhunun, gelişmecilik düşüncesinin güç aIdığı önemli bir kaynaktır. Bu sayededir ki yeryüzünde insan medeniyetleri meydana gelmiştir ve bu medeniyetler gelişmiştir. Bugün, yirminci yüzyılın son çeyreğinde insanlık, övündüğümüz büyük medeni hamleleri sağlamak imkânını bulmuştur.
İşte bütün gençlerimize, bütün memleketimizin insanlarına gerek kendi şahsi yaşayışlarında ve şahsi işlerinde, mesleklerinde daima daha iyiye varmak, daha mükemmele ulaşmak, daha güzeli elde etmek aynı zamanda milletimiz için, vatanımız için, devletimiz için daha yükseğe çıkmak daha kalkınmış, daha ileri bir duruma gelmek isteğiyle, ihtirasıyla yol aramak, çare aramak, çalışmak gerektiğini ortaya koymak istemekteyiz. Bunun içindir ki, gelişmecilik ilkesini Milli Doktrinin içine koymuş bulunmaktayız. Bu duygu, bu ihtiras çok olumlu bir duygudur; olumlu bir ihtirastır. İnsan enerjisinin, gençlik enerjisinin kanalize edilmesini gerektiren en meşru, en yararlı bir ihtirastır. İçinde bulunduğumuz durum ve şartları düzeltmek, daha iyi yapmak, daha ileriye götürmek, daha olgun hale getirmek, daima bunu düşünmek, bunun yollarını araştırmak, bunun için çalışmak, bunun için çırpınmak insanlığı yükselten en kutlu duygu ve düşünceyi teşkil etmektedir. Böyle bir düşünce, böyle bir istek ve görüşten yoksun alan kişiler ve toplumlar sürünmeye mahkum varlıklardan başka bir şey kabul edilemezler. Bunun için, bütün Türk milleti daima daha iyiyi arayacağız. Daha olguna varmak için tedbirler düşünceğiz, çalışmalar yapacağız, gece demeden, gündüz demeden herşeyin en güzelini, en iyisini, en olgununu elde etmek için uğraşacağız. Bunu hem kendi yaşayışımızda, kendi mesleğimizde, işimizde sağlamak için çırpınacağız.
Hem de milletimizin vatanımızın, devletimizin hızla, bir an önce en yüksek seviyeye çıkarılması, en ileri bir duruma gelmesi için uğraşacağız. Eğer insanlar elde ettikleriyle yetinseler ve "bu bize yetiyor" deselerdi medeniyetler olduğu gibi kalır, gelişmezdi. Halbuki görüyoruz, bundan 40 yıl öncesi durum bugün yoktur. Bundan 5 yıl önceki durum da yoktur. Bundan 5 yıl sonra da daima bügünkü durumdan daha ileri gidilmiş, daha birçok yenî şeyler bulunmuş olacak. Çünkü insanlar daima daha iyiyi araştırıyorlar, daha mükemmeli istiyorlar. O halde kalkınmamızın ve yaşamamızın dayanacağı temel ilkelerden birisi de daima elde ettiğimizie yetinmemek, daha iyiyi, daha güzeli, daha mükemmeli araştırmak duygusu olacaktır. İş gelişmeciliğimizin dayandığı ilke budur. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:36 | |
| ENDÜSTRİCİLİK VE TEKNİKÇİLİK
Bugün dünya atom, nükleer ve uzay çağına girmiş bulunmaktadır. İnsanlığın hayatında endüstri, makina ve önemli yeri almış bulunmaktadır. Türk milletinin 300 yıla vararı bir dönem içinde uğramış olduğu yenilgiler ve karşılaşmış olduğu felâketler, acılar, gelişen makina gücünün endüstri gücünün karşısında Türk miletinin kol gücüyle, hayvan gücüyle yalın bir durumda kalmış olmasıdır. Bugün bir toplumun güçlü olması herşeyden önce modern sanayi kuruluşu olmasına, teknikte ve endüstride en yüksek seviyeye çıkmış bulunmasına bağlıdır. YılIarca memleketimizde birtakım tartışmalar olmuştur. Türkiye bir ziraat memleketi mi olmalıdır, ziraatını mı geliştirmelidir, sanayileşmeye fazla yönelmemelimidir yönelmeli midir gibi tartışmalar ortaya atılmıştır. Modern bir toplum olmak güçlü bir devlet, millet haline gelmek için Türkiye'nin en kısa zamanda dünyanın en ileri endüstri ülkesi haline gelmesi gerekmektedir.
Bu tarımın ihmâl edileceği, tarımın terkedileceği anlamına gelmez. Türk millieti endüstri sahibi bir toplum olmakla beraber tarımını da modernleştirerek, tarıma da aynı derecede önem verecek ve modern bir tarım kuracaktır. Esasen modern bir tarım kurmak da endüstrisiz mümkün değildir. Bunun için; "Türkiye tarıma yönelmelidir, bir tarım ülkesidir. Tarım üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırılması daha doğru olur. Endüstri yönünden de tarımla ilgili hafif endüstri kurmakla yetinmelidir"; görüşü doğru bir görüş değildir. Türkiye ağır endüstriye dayanan ve her çeşit fabrikaları, modern âletleri, makineleri yapabilecek kapasitede bir endüstri sahibi olmak zorundadır. Bunun için Milli Doktrin Dokuz Işık'ın içerisine ilimcilik ilkesi bulunmakla beraber ayrıca bir endüstricilik, teknikçilik ilkesi de konulmuştur. Yaşadığımız çağ teknik çağıdır. Bugün insanlar artık uzaya gitmektedirler. Ay'ı ziyaret etmektedirler. Yarın diğer yıldızlara da gitmeleri şüphesiz mümkün olacaktır. İleri milletlerin bu derecede teknik alanda, endüstri atılım yaptıkları bir çağda Türkiye'nin endüstri ve tekniği ihmal etmesi düşünülemez. Türkiye'nin 300 yıllık geçirdiğimiz son dönem içerisinde bir türlü kalkınmamış olmasının önemli bir sebebi, ağır endüstriye ve teknikçiliğe gereken önemi vermemiş olmamız, bir an önce bunu Türkiye'de kurmak, geliştirmek için kuvvet yoğunlaştırması, gayret yoğunlaştırması yapmamış olmamızdır.
Türkiye ile ileri milletler, ileri devletler arasındaki geri kalmışlık mesafesi 300 yıldır küçülmemiştir, aksine büyümüştür. Bundan 100 sene öncesi Türkiye ve 100 sene önceki ileri Avrupa ülkesi İngiltere, Almanya veya Fransa arasındaki geri kalmışlık mesafesi geçirdiğimiz 100 yıl içinde kapanmak şöyle dursun aksine olarak daha büyümüştür. Bugün ileri milletler artık füzelerle uzaya çıkabilme imkanını elde etmişlerdir. Türkiye ise hala elektrik çağına girmek için uğraşmaktadır. İşte bütün bunları dikkate alarak Türk milletinin biran önce refaha kavuşması, mutlu olması ve her tehlikeye karşı kendi gücüyle ayakta durabilcek bir hale gelebilmesi için Türkiye'yi büyük bir seferberlik yaparak en kısa zamanda en ileri bir endüstriye sahip kılmak ve teknikte en ileri bir toplum haline getirmek başlıca amacımızı teşkil etmektedir.
Bugün dünya Atom ve Füze çağından içeriye girmiştir. Artık buhar çağı geride kalmıştır. Elektrik çağı da arkada kalmak üzeredir. İnsanlık yeni bir çağa giriyor. Bu çağ Atom ve Füze çağıdır. Bu ne ile mümkün olabilir? Teknikle mümkün olur ve bir de milletlerin endüstri sahibi, ağır endüstri sahibi olmalarıyla mümkün olur. Endüstri de yine neye dayanır? Tekniğe dayanır. O halde teknik sahada en ileriye gitmek, yükselmek ve büyük endüstri sahibi olmak, kalkınmamız için, kurtuluşumuz için temel ilkelerimizden bir diğeridir. Ana ilkelerimizi bu şekilde özetlediğimi zannediyorum. TÜRK MİLLETİNE yararlı olabilmek için bu ilkelerin uygulanmasında ULU TANRI'dan bize güç ve imkan vermesini dilerim.
Ancak bunu yaparken geçmişimize karşı hakaret ve onunla olan bağlantıyı kesmeyi asla düşünmüyoruz. Çünkü millet devamlı olarak bir akıştır. Onun hayatını hergangi bir yerden kesip, evvelkini silip çıkarmağa, imkan yoktur. Onun için gelişmecilikte devamlılığı esas kabul ediyoruz. Yani yapacağımız bütün faaliyetlerde, bütün ilerleme ve kalkınma hamlelerinde yapacağımız bütün işlerin milli ruhumuza ve milli geleneklerimize uygun olması esasını kabul ediyoruz. Gelişmecilik ilkesiyle kastettiğimiz görüşün özeti budur. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:37 | |
| MİLLİYETÇİLİK VE TOPLUMCULUK
Muhterem Arkdaşlarım, Tarih milletler mücadelesi tarihidir. Bu mücadelede zafere ulaşabilmek için, güçlü, her bakımdan kuvvetli bir millet olmak lâzımdır. Sosyal, siyasi ve ekonomik yapısını, millî şartlarına uyduramayan milletler bu mücadelede mağlup olmaya mahkumdur. Büyük milletimiz yüzyıllardan beri kökü dışarda rejim ve ideolojilerle idare edilmeye çalışılmaktadır. Milli olan bütün değerler yıkılmak istenmektedir. Amaç; teşkilatçı, büyük devlet kurucu bu milieti tarih sahnesinden silmektir. Bu mücadelede yenilmiyeceğiz. Çünkü Tanrı Türk'ü yenilmek için değil yenmek için yaratmıştır. Tarihi misyon ve soyumuzdan kader bize büyük bir görev yüklemiştir. Bu görev, Büyük Türk milletini, Mİlliyetçi Türkiye'yi kurmaktır. Ülküsünü, asil kanından almış, inançlı bütün Türkleri büyük Türkiye'yi kurma davasına çağırıyorum Bu cephe, yüz milyonluk kalkınmış Milliyetçi Türkiye cephesidir. Bu cephede bencil çıkarlarını düşünen menfaat şebekelerine yer yoktur. Bu cephede korkaklara, döneklere yer yoktur.
Aziz Arkadaşlarım,
Milletler tarihi iyi bilinmeli, iyi değerlendirilmelidir. Tarih göstermektedir ki, her yüzyılda bir Türk milleti dünyaya yön veren yeni ve büyük hareketler yapmaktadır. Hun, Uygur, Göktürk, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları bunun birer örneğidir. Ancak, Türkçü - Milliyetçi anlayış, devlet yönetiminin hakim unsuru olmaktan çıktığı an; bu devletler yıkılmıştır. 1700'lerin sonu 1800'lerin başında Osmanlı devlet yönetimine hâkim unsur, Türk milletinin gerçeklerine aykırı düştüğü içindir ki, bu cihanşumul devlet çökmüş, yıkılmıştır. Şu husus unutulmamalıdır ki, Osmanlı devletinin gerçek anlamda çöküş ve yıkılışı 1700'lerin sonu 1800'lerin başıdır. İmparatorluğun bundan sonra geçirdiği devre, bir enkaz, bir yaşayan ölü devresidir. Şimdi tarih, şimdi kader bize yeni, bir görev vermek üzeredir. Çünkü Milletler tarihinde yeni bir 200 yıl dolmak üzeredir. Bu tarihi görev, Büyük Türkiye'yi Milliyetçi Türkiye'yi kurma görevidir.
Sevgili Bozkurtlar,
Türkiye'miz, Büyük milletimiz, yıkıcı ideolojilerin yatağı haline gelmiştir. Doğu komünizminin emperyalist emelleri Büyük milletimizi yıkmak için pusuya girmiştir. Onlara fırsat vermiyeceğiz. Bu fesat ve ihanet yuvalarına göz açtırmayacağız. Milliyetçi Türkiye'nin temeli atılmıştır. Fikri, düşüncesi yüzde yüz Türk olan kafalar cepheye katılmıştır. Türkiye'nin en güçlü beyinleri safımızda yer almıştır. En güçlü hedefler, en dinamik ideoloji, en Milli Doktrin çizilmiştir.
Aziz Arkadaşlarım,
Bizleri Milliyetçi Türkiye'ye götürecek ana ilkeler, temel hedefler Dokuz Işık Doktrininde gösterilmiştir. İdeolojimiz, çağın en dinamik ideolojisi, Türk Milliyetçiliğidir. Dokuz Işık Doktrini ve Türk Milliyetçilik ideolojisini sizlere teslim ve emanet ediyorum. Bunları sonuna kadar savunacak, Türkiye'nin en ücra köşesine kadar yayacaksınız. Milletler mücadelesinde Türk milletinin zafere ulaşabilmesi, devlet ve milletimizin yeniden teşkilâtlandırılmasıyla mümkündür. Bu teşkilâtlanmada devlet, yeni bir yapıya sahip olacaktır. Bu yanının üç ana unsuru vardır. Bunlar sosyal, siyasi ve ekonomik unsurlardır. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:38 | |
| DOKUZ IŞIK DÜZENDE SOSYAL YAPI
Dünyada mevcut sistemler, sosyal değer olarak şu üç değerden birini alır, Fert, sınıf ve millet. Liberal - Kapitalist yapıya sahip devletin temeli, ferttir. Patron ve sermaye sahibi, fert olduğu ve bu sistem de ferde dayandığı için sırf onları korumak amacıyla sahte bir nizam ortaya atılmıştır. Marksist - Sosyalist (komünist) sistem, sınıfı esas alır. Bu sınıf, sözde işçi sınıfıdır.
Ancak, uygulamada hâkim olan işçi sınıfı değil, bir avuç komünist partisi üyesidir. Bu sistemde işçi sınıfı ezilmekte, sömürülmekte ve horlanmaktadır. Dokuz Işık Doktrininde ise esas alınan değer Türk milletidir. Burada, ne birkaç patron, ne de sınıf söz konusudur. Çünkü Mlilet, bir ülkü, tarih, kültür ve soy birliğidir. Bunun sınıflara bölünmesi, bunun belirli fertlerin hâkimiyetine terkedilmesi mümkün değildir. Buna müsaade etmiyeceğiz.
Muhterem Arkadaşlarım,
Dokuz Işık sisteminin millet anlayışını belirtmek isterim. Bize göre, Türk milleti, ortak dil, soy, ülkü, küitür ve tarih birliği gibi ayırıcı vasıfları haiz, bağımsız olarak birlikte yaşama bilincine varmış insan topluluğudur. Görülüyor ki, millet anlayışımız, tabii ve manevî faktörlere dayanmaktadır.
Tabii faktörlerin başında dil ve soy birliği gelmektedir. Milletimizi meydana getiren dil Türkçe'dir. Türkçe konuşanlar içinde Türk soyundan olmıyan yoktur. Türkçe'miz, yüz yıllardan beri canlı bir şekilde yaşamamızın, tarih sahnesinde kalmamızın en önemli sebeplerinden biridir.
Soy birliği, Türk milletinin en itici, en önemli faktörüdür. Soyumuz Türk soyudur. Soy, tabii ve organik bir unsur olduğu için insanların fikri ve fiziki özellikleri, yetenekleri birbirinden farklıdır. Türk soyunun değerli bir soy olduğu büyük bilginler tarafından kabul edilmektedir. Türk soyu tarihte büyük dünya imparatorlukları kurmakta, esasen bu değerini ispat etmiştir. Büyük komutan, devlet adamı, Mustafa Kemal ****** "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur" demekle bu gerçeği ortaya koymuştur.
Soyculuk anlayışımız antropolojik ırkçılıkla, diğer milletleri küçük gören saldırgan ırkçı anlayışıyla hiçbir benzerlik göstermez. Dokuz Işıkçı sistem, soy birliğini, antropolojik (lâboratuvar) ırkçılık, yerine, ruhi bir prensip, psikolojik bir olay olarak görür. Aslolan aynı soydan gelme, aynı millete mensup olma inancıdır. Kalbinde başka bir ırkın gururunu taşımayan, kendisini samimi olarak Türk hisseden ve Türklüğe adayan herkes Türk'tür. Türk soy ve milletindendir. Millet anlayışımızın temelinde yatan soyculuk fikri, işte bu çeşit bir soyculuktur.
Türk milletini meydana getiren manevi faktörlerin başında ülkü, kültür ve tarih birliği ile bağımsız olarak birlikte yaşama arzusu gelir. ÜIkü, kültür ve tarih birliği, aynı soydan geldiklerine inanan, aynı dili konuşan insanlar arasında ortak bağ ve ilişkiler kurar. Bu insanları birbirine yaklaştırır, birleştirir. San'at, destan ve hâtıraların milletlerin doğmasında rolü büyüktür. Oğuz destanı, Bozkurt ve Ergenekon mitleri, Türk milleti için büyük değer taşır.
Türk milletini meydana getiren, diğer önemli bir manevi faktör bağımsız olarak birlikte yaşama arzusu, bölünmeme, kaderde, tasada ve kıvançta bir bütün olarak devam etme arzusudur. Şurasını esefle belirtmek zorundayım ki, bugün ülkemizde millet bütünlüğümüzü parçalama amacı günden aşırı azınlık ırkçılığı ve bölgeciliği akımı vardır. Ayrı bir devlet kurmak, Türk milletini ve ülkesini bölmek isteyen bu hâinlere fırsat vermiyeceğiz. Atalarımızın aziz kanlarıyla sulanmış bu kutsal topraklar, insanlık var oldukça, Türk milletinin öz yurdu olarak kalacaktır. Bunun için gerekirse her çareye başvuracağız, yenilmiyeceğiz, yeneceğiz ve hainlerin kafaları ezilecektir.
Bağımsızlık Türk milletinin ve Milliyetçilik anlayışımızın en önemli, en vazgeçilmez unsurudur. "Amerikan emperyalizmine hayır" diyen, buna karşılık "Rus veya Çin emperyalizmine evet" diyen sahte bağımsızlıkçıları iyi tanıyınız. Türk milleti bağımlı yaşıyamaz. Bağımlılık, Türk soyuna, Türk misyon ve kaderine uymaz. Tarih yaratmış, çağlar değiştirmiş bir millet ebediyen bağımsız yaşıyacaktır. Her türlü emperyalizme ve bu arada komünist Rus emperyalizmine de hayır. Yaşasın Büyük Türk milletinin, Büyük Türk Soyunun bağımsızlığı; Yaşasın bu uğurda savaşan Türk Milliyetçileri, yavuz ve yiğit Bozkurtlarımız.
Sevgili Bozkurtlar,
Biz, Türk milletinin bütün fertlerini esas alıyoruz. Bu fertler sosyo ekonomik yönden altı sosyal dilime ayrılmaktadır. Bu, Türk milletinin bir gerçeğidir. Kökü dışarda ideolojilerin eseri ve kopyası değildir. Söz konusu altı sosyal dilim; İşçi, Köylü, Esnaf, Memur, Serbest Meslek Sahibi ve İşverenlerden ibarettir. Türk milletinin sosyal yapısı bu dilimlerden meydana gelmektedir. Bu sebeple moral, siyasi ve ekonomik kalkınmamızı bu milli gerçeklere uydurmak zorundayız. Aksi halde 200 yıldan beri olduğu gibi yerimizde sayar dururuz. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:39 | |
| DOKUZ IŞIK DÜZENDE SİYASİ YAPI
Milllyetçi Türkiye'nin siyasi yapısı, milli devlet esprisine dayanır. Milli devlette her Türk, devleti meydana getiren en önemli iki organa, yürütme ve yasama organlarına doğrudan doğruya katılır. Türk tarihinde devlet, bir kuvvet ve otorite timsalidir. Devlet kadife eldiven içinde demir yumruktur. Her Türk, devletine karşı güven ve sevgi beslemelidir. Güçlü, kuvvetli devlet, şahsiyetli, dirayetli devlet başkanları ile kaimdir. Meclis, milli demokrasinin meclisi olacaktır. Milli bir meclis, ancak Türk milletinin bütün fertlerini, sosyal dilimlerini temsil ettiği zaman milli olabilir. Bunun için, millletimizin sosyal yapısına uygun olarak altı sosyal dilimden gelen milletvekillerinden oluşan, bir meclis kuracağız. Bu mecliste, birbirine yakın sayıda, işçi, Köylü, Esnaf, Memur, Serbest Meslek mensubu ve işveren temsilcileri bulunacaktır.
Böylece, Marksist demokrasilerde olduğu gibi, ne sadece sözde işçi sınıfının temsilcisi olan bürokrat komünist partisi üyeleri, ne de bugünkü gibi, liberal - kapitalist sistemde geçerlilik kazanan varlıklı sınıfların temsilcilerinden oluşan bir sınıflar meclisi olacaktır. Tam ve sağlam bir milli meclis kurulacaktır. Bu meclis tek yapılı olacaktır. Avrupa'nın Krallık rejimlerinin bir kalıntısı olan Senato kaldırılacaktır. Tek yapılı Milli Meclis, sırf milli olmakla kalmayacak, aynı zamanda bu uzmanlar meclisi olacaktır. Her sosyal dilimin diğerine hâkim olamıyacağı bir meclis doğacaktır. Milli meclisin üyeleri genel oy esasına göre seçilecekler.
Milliyetçiliğimiz, Türk milletinin bütün fertlerini aynı derecede sevmek, onları devlet yönetiminde aynı derecede katmak, ortak etmektir. Bu ise, ancak MİLLİ DEVLET ve MİLLİ DEMOKRASİ ilkesinin uygulanması ile gerçekleşebilir. Türk insanının yönetim tarzı, ne Batı'nın burjuva diktatörlüğü, ne de Doğu'nun proletarya diktatörlüğüdür. Türk insanının yönetim tarzı milletin bütün fertlerinin, sosyal dilimlerinin demokratik yönetimidir. Unutulmamalıdır ki, kökü Batı'da olan liberal demokrasi bütün milletin değil, sadece birkaç patronun, sermaye sahibi bir sınıfın demokrasisidir. Doğu'nun marksist demokrasisi ise, Batı'nın burjuva sınıfının yerini alan bir avuç komünist partisi üyelerinin demokrasisidir. Bu demokrasilerin her ikisi de birer sınıf demokrasisidir.Siyasi demokrasi, ekonomik demokrasi ile orantılıdır. Bir kimsenin siyasi demokrasiden, siyasi hak ve hürriyetlerden faydalanabilmesi, ekonomik imkânlarına bağlıdır.
Ekonomik imkânlara sahip olmayan bir insanın hak ve hürriyetlerden istifadesi, sadece anayasa ve kanun metinlerinde kalır. Bir insanın, meselâ seyahat hürriyetine, mal - mülk edinme hürriyetine, eğitim hürriyetine sahip olabilmesi için, ona bunları sağlayabilecek maddi imkanları temin etmek gerekir.Siyasi demokrasi, ekonomik bakımdan kuvvetli ve üstün olanların demokrasisidir. Bir ülkede liberat - kapitalist sistem yürütülmekte ise, bu ülkenin demokrasisi sermaye sahiplerinin çıkarına işleyen bir demokrasidir. Bu çeşit demokraside devlet organları, özellikle yürütme ve yasama organları kapitalistlerin hizmetindedir. Durum marksist devlette ekonomik güç ve değerler devletleştirilmiştir. Devlet bir nevi kapitalist ve hemde tekelci bir kapitalist haline gelmiştir. Devlet gücünü elinde tutan bir avuç komünist partisi yöneticileri, bir nevi mâlik durumunda olduklarından, devlet organları bu kimseler lehine işlemekte, bunlara hizmet etmektedir.
Milli devlet, bir sınıf devleti olmayıp, Türk milletini meydana getiren bütün fert ve dilimlerin devleti olacaktır. Bu sistemde her fert, ekonomik değerler millileştirilip Türk milletinin bütün fertlerine mal edileceği için, ekonomik imkânlara sahip olacaktır. Hiçbir fert (kapitalist) veya sınıf (sözde işçi sınıtı, fakat gerçekte komünist bürokratlar) ekonomiye sahip olmayacaktır. Devlet ve onun organları, ekonomik güce sahip olanların hizmetinde bulunacağına göre, bir Türk bu güce sahip olmakla, siyasî demokrasi ile ekonomik demokrasi, Milli Demokrasi içinde birleşecektir. Bu durum, biraz ilerde Dokuz Işıkçı düzende ekonomik yapı bahisinde daha geniş bir şekilde açıklanacaktır. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:40 | |
| EKONOMİNİN MİLLİLEŞTİRİLMESİ
Ekonomik yapımız millileştirilecektir. Kapitalist ekonomide ekonomik değerler, bir avuç kapitalistin mülkiyetindedir. Milli toplumun çok büyük bir çoğunluğu malsız, mülksüzdür. Marksist-sosyalist (komünist) sistemde, bütün millet esir ve işçi durumunda olup, ekonomi komünist partisinin kapris ve menfaatlarına bırakılmıştır. Dokuz Işık Doktrininin uygulanacağı Milliyetçi Türkiye'de ekonomi millileştirilecektir. Ekonomik değer ve imkânlar Türk milletinin bütün fertlerine mal edilecektir. Milletler mücadelesinde, tarih sahnesinden silinmemek için, hızla kalkınmak, ağır sanayi toplumu haline gelmek zorundayız. Bugünkü başı boş ve vurguncu kapitalist sistemle, 250 yıl sonra ancak Almanya seviyesine gelebileceğiz. Komünist sistemde de buna yakın bir zamana ihtiyaç vardır. Halbuki bizim sistemimizde, 20 yıl sonra Almanya'nın ekonomik durumuna ulaşabileceğiz.
Kalkınma, iki hareketten ibarettir. Birincisi tasarruf, ikincisi yatırımdır. Şu halde önce tasarruf edeceğiz, sonra da bu tasarruflarımızı, yatırım malları sanayiine, fabrika yapan tabrikalara yatıracağız. Bu hareketi gerçekleştirmek için modelimiz Miliyetçi ve Toplumcu ekonomik modeldir. Bu modelde, milletimizi meydana getiren altı sosyal dilimi teşkilâtlandıracağız, ilk teşkilâtlandırma hukuki teşkilâtlandırmadır. Altı tane milli teşkilât kuracağız. Bunlar; İşçi, Köylü, Esnaf, Memur, Serbest Meslek Mensupları ve İşverenler Birliği'dir. Bu dilimlerdeki her şahıs kendi birliğine kaydolacaktır. İkinci teşkilâtlandırma, ekonomik teşkilâtlanmadır. Burada zorunlu Tasarruf ve Yatırım Sandıkları kurulacaktır. Meselâ İşçi, Köylü, Esnaf, Memur, Tasarruf ve Yatırım Sandığı gibi. Kısa bir açıklama yapmak için, işçi teşkilâtını ele alalım. Bugün Türkiye'de sanayi, ticaret ve hizmet sektöründe üç milyon işçi vardır. Her işçi ayda ortalama 750 lira almaktadır. Bir kanunla her işçiden ayda % 10 tasarruf yaptırırsak, ayda işçi başına ortalama 75 lira, üç milyon işçiden ise yaklaşık olarak iki yüz elli milyon lira, yılda ise üç milyar lira sağlamış oluruz.
Bu meblâğ çok büyük bir meblâğdır. Aciz ve kapitalist iktidarlar, yıllardanberi bu meblâğı alabilmek için, kalkınrnış milletlere el açmaktadırlar. Biz, sağlayacağımız tasarrufla temin edeceğiz. Unutmayalım ki, kalkınma milli fedakârlık ister. Bizi sömüren milletler bizim kalkınmamızı istemez. Kaldı ki, taşıma su ile değirmen dönmez. Şu halde kendi kaynak ve imkânlarımıza dönmek zorundayız. Şimdi, yılda üç milyar lira ile evvelâ bir temel sanayi, bir fabrika yapan fabrika kurmak zorundayız. Böylece, basit bir misal vermek gerekirse, yumurtayı değil, tavuğu yurdumuza getirmiş olacağız. Bu tavuk istediğimiz kadar yumurta yumurtlayabilir. Aynı teşkilâtı Köylü, Esnaf, Memur, İşveren ve Serbest Meslek sahipleri için de kuracağız. Bunun sonunda ülkemiz milli fabrika ve makinalarla dolacaktır.Şu sözlerimi dikkatle dinleyiniz. Bu fabrika ve makinelere ekonomi ilminde üretim aracı denilir. Kapitalist sistemde üretim araçları birkaç kapitalistin elindedir. Milletin çok büyük bir çoğunluğu bundan mahrumdur.
Kapitalist düzen, kapitalistlerin lehine işleyen düzendir. Kaynağı milli olan her imkân ve değer, birkaç patronu daha zengin yapmak için onlara tahsis edilir. Milletin yaptığı tasarruflar, banka ve sermaye yasasının büyük şirketleri aracılığı ile, devletin topladığı vergi gelirlerinin büyük bir kısmı ise; çeşitli teşvik ve prim yollarıyla sermaye sahiplerinin eline geçer.Komünist sistemde ise, bu değerler, devletin elinde olup, ne işçinin, ne de milletin bunlara sahip olması mümkün değildir. Devlet yönetim ve gücü komünist partisi üyelerinde olduğundan, suni bir şekilde yaratılmış olan devlet kapitalizmi, bu kimseleri yeni tip bir mülk sahibi yapmaktadır. Bu tip mülkiyete "bürokratik mülkiyet" adı verilir. Marksist - sosyalist sistem, aslında mülkiyet kavramını ortadan kaldırmış değildir. Uygulamada mülkiyet - insan ilişkisi sadece şekil değiştirmiştir. Kapitalist düzende üretim araçlarının mülkiyetine kapitalistler sahip iken, marksist düzende sözde devlet, gerçekte ise bir avuç komünist bürokrat sahip olmaktadır.
Bu sebepledir ki, bugün siyaset ilminde bu yeni mülk sahibi bürokratlara, "Yeni Sınıf" adı verilmektedir. Artık ürün (fazla değer), kapitalist düzende, kapitalist tarafından (kâr) olarak alınmakta iken, komünist düzende komünist partinin üyeleri tarafından (maaş) olarak alınmaktadır. Bugün Sovyet Rusya'da bir genel müdür, bir profesör veya general ayda 15.000 ruble (75.000 lira maaş almakta, buna karşılık bir işçi ayda 75 - 100 ruble (375-700) lira, ücret almaktadır. Sonuç şu olmaktadır; kapitalist düzende işçiyi kapitalist sömürürken; komünist (marksist) düzende ise devlet, yani komünist partisi üyeleri sömürmektedir. İşçi emeğinin değerini, artık ürünü (fazla değerli) alamamaktadır.Dokuz Işıkçı düzende ise bu üretim araçları, işçinin, köylünün, esnafın, memurun tasarrufu ile yapıldığı için, bu fabrikalara, bu makinalara, tasarrufları nispetinde işçi, köylü, esnaf ve memur sahip olacaktır. Bu şekilde servet ve ekonomirniz Türk milletinin bütün fertlerine ait olacaktır. Herkes mutlu ve hür yaşayacaktır. İşçi, köylü, esnaf, memur v.s. fabrikalara sahip olarak, onun mülkiyetini kazanacaktır.
Böyle bir sistemde sömürme olamaz, aracılık, vurgunculuk, tefecilik olamaz.Yukarıda kısaca açıklamış bulunduğumuz altı milli teşkilât, mahiyeti itibariyle bir üretim birliğidir. Böylece ülkemizde yeniden altı üretim birliği kurulmuş olacaktır. Bunlar, İşçi Üretim Birliği, Köylü Üretim Birliği, Esnaf Üretim Birliği, Memur Üretim Birliği, Serbest Meslek Mensupları Üretim Birliği ve İşveren Üretim Birliği adını alacaktır. Bu birliklerden her biri yeni mal ve hizmet üretecek, kalkınmamıza katkıda bulunacaktır. Böylece ekonomimizde yeni bir sektör, MİLLİ SEKTÖR yer alacaktır. Yeniden kurulacak bu Milli Sektör'ün, ekonomimizln diğer iki sektörü, kamu ve özel sektör arasındaki yeri ileride açıklanacaktır.Muhterem Arkadaşlarım,Yukarıda bahsetmiş olduğumuz Milli Teşkilâtlar, bir yandan ekonominin millileştirilmesine hizmet edecek, diğer yandan da kalkınmamızın iç finansmanında kaynak rolü oynayacaktır. Kalkınmanın iç finansman kaynağı sadece bu teşkilâtların yapacağı tasarruflardan ibaret değildir. Bu kaynaklar yanında, bugün sosyal güvenlik kurumu olan Sosyal Sigortalar Emekli Sandığı da yeniden düzenlenerek Toplum Güvenliği Kurumu şeklini alacaktır.
Sosyal Sigortalar Kurumu ve Emekli Sandığı, Toplum Güvenliği Kurumu olarak birleştirildikten sonra, altı Milli Teşkilâta mensup olacaktır. Böylece Toplum Güvenliği Kurumu, bütün yurttaşlarımızın sosyal güvenliğini sağlamış olâcak, her çeşit sosyal ve mesleki riskler millileştirilecektir. Diğer taraftan bu Kurum üyelerinden alınacak primlerle büyük bir tasarruf kaynağı halini alacak, bu yolla toplanacak büyük paralar, kalkınmamızın finansmanında kullanılacaktır. İç finansman, dolayısıyla tasarruf kaynağı olarak vergi geliri de kalkınmamızda büyük bir rol oynayacaktır. Vergi geliri kaybına sebep olan vergi kaçakçılığı ile mûessir bir şekilde mücadele edilecektir. Bunun için her Üretim Birliği için Satış Ofisleri kurulacak, ülkemizde üretilen mallar bu ofislere satılacağı için, vergi kaçakçılığı önlenmiş olacaktır. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) Çarş. 22 Nis. 2009 - 7:41 | |
| DOKUZ IŞIK DÜZENDE EKONOMİK YAPI
BANKA SORUNU : İç finansman yönünden önemli bir yer işgal eden bankacılığa da kısaca temas etmek istiyorum. Bugün bankacılığımız, mahiyeti itibariyle ticaret bankacılığı şeklinde işlemektedir. Bu tip bankalar, kısa vadeli kredi verirler. Bu krediler karşılığında büyük faiz ve kazanç sağlarlar. Oysa bizim daha çok tasarruf kalkınma ve sanayi bankalarına ihtiyacımız vardır. Bugün ülkemizde uzun vedeli kredi veren, kalkınma ve sanayi bankaları âdeta yok gibidir. Bu itibarla, banka sistemimizi değiştirip, tasarruf kalkınma ve sanayi bankalarını kurmak zorundayız. Halen yürürlükte bulunan ticaret tipi bankalarımız, kaynakları milli olmasına rağmen, aracı ve tefecilerin hizmetinde bulunmakta, yurttaşlarımızın küçük tasarruf ve mevduatıyla toplamış bulundukları 30 milyar liraya yakın parayı, büyük faizlerle işletmektedir.
Bu sömürücü ve milli menfaatlara aykırı durumu değiştireceğiz. Bankalar millileştirilecek, milli sektörle kamu sektörünün hizmetine verilecektir. Yeniden kurulacak tasarruf bankalarında, devlet gelirleri ile milli teşkiltâların tasarruf ve gelirleri bulunacak, bu büyük kaynaklar kalkınma ve sanayi bankaları kanalıyla devletin ve milletin yeni kuracağı yeni üretim araçlarını finanse edecektir. Bugünkü faiz sistemi, mahiyeti itibariyle tamamen değiştirilecek yeni bir düzenlemeye gidilecektir.
EMEK SEFERBERLİĞİ : Kalkınmamızda açık ve gizli işsizler kitlesinden istifade etmek zorundayız. Bugün ülkemizde 8 milyon civarında açık ve gizli işsiz vardır. Üretim ve kalkınmanın en önemli unsuru olan emek unsuru, verimsiz bir durumdadır. Kalkınma hareketinde bu çeşit âtıl işgücünün önemi büyüktür. Bazı alanlarda emek makinanın yerini tutabilir. Az gelişmiş ülke, makina ve kalkınma araçları kıt bir ülke olduğu için, bazı makinaların yapabileceği işler, emek ikamesi suretiyle de yapılabilir. Özellikle alt yapı yatırımları, bayındırlık işleri, yani yol, su, baraj, liman, okul ve diğer yapı işleri, yoğun bir emek kullanımı ile belirli oranda gerçekleşebilir. Yukarıda sayılan işler, büyük döviz harcaması sonucunda ithal edilecek makinalar yerine, ülkemizde ucuz ve kolay bir şekilde, kazma-kürek yoluyla yapılabilir. Bu suretle kalkınmada kullanılacak sermayeden tasarruf edilmiş olur.
Emek, bu niteliğiyle bir tasarruf kaynağı halini alır. Atıl iş gücünden bu şekilde yararlanabilmek, bir disiplin ve teşkilat işidir. Bunun için, emek seferberliğini gerçekleştirecek bir Milli Kalkınma Ordusu kurulacaktır. Bu teşkilâtta, çalışâcak kişiler demokratik bir şekilde seçilerek, belirli bir ücret alacaklardır. Bunlar daha önce kısa bir eğitim görecekler, böylece, hem vasıflı işgücü doğacak, hem de kalkınmamız daha hızlı bir şekilde gerçekleşecektir. Ayrıca ülkemizde işsiz kimse de kalmıyacaktır. |
| | | | DOKUZ IŞIK VE TÜRKİYE (BAŞBUĞUMUZUN KALEMİNDEN) | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|