UlkuGulu.Hareket-Forum.Net ÜLKÜGÜLÜ | UlkuGulu.com | facebook.com/UlkuGuluyuz |
|
| BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:16 | |
| CAMİ VE KİLİSE Hazreti Fatih İstanbul'u fethettikten sonra, Avrupada fütuhata devam ediyordu. Bir seferinde Sırbistan hududuna gelmiş ve Sırbistan'ın fethi artık an meselesi idi. Sırp Kralı Brankoviç bir yanda Macaristan bir yanda da Türkler olduğu için arada zor durumda kalmıştı. Her iki büyük devletten birine sığınmak, ondan yardım istemek düşüncesiyle, her iki tarafa da elçiler gönderdi. "Sırbistan elinize geçer ve burayı fethederseniz nasıl muamele edeceksiniz?" diye fikirlerini öğrenmek istedi. Sırplılar ortodoks mezhebine mensup olduklarından, katolik Macar Kralı Hünyad tarafından şu cevabı aldı: -Eğer Sırbistan bizim elimize geçer ve biz oraları istilâ edersek, bütün Sırplıları katolik edinceye kadar mücadele ederiz ve bütün kiliseleri yıkar, yerlerine katolik kilisesi inşa ederiz...
Fatih Sultan Mehmet Hazretlerine giden elçi şu cevapla dönmüştü: -Biz Sırbistan'ı alırsak, İslâmiyetin Allah indinde tek din olduğunu ilân ederiz. Ve bu arada hiç kimseyi, kendi dininden dönmeye zorlamayız. İsteyen eski dininin icabı olan kiliseye gider, isteyen Allah indinde tek din olan İslâmiyeti seçer, dünya ve ahiret selâmetine kavuşur. Yeni Şafak |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:17 | |
| BUNLAR ŞARAPTI Kâdı Yâkûb şöyle anlatır:
Birgün Şam'da bir mescidin kenarındaydım. Orada bir köprü vardı. Hava çok sıcaktı. Abdullah el-Yuneynî, abdest almak için dereye indi. O sırada bir nasrânî, şarap yüklü katırı ile köprüden geçiyordu. Katır bir ara ürktü ve yük yere yıkıldı. Çevrede başka kimse yoktu. Abdullah el-Yuneynî, yukarı çıkıp bana; "Yükü yüklemeye yardım et!" dedi.
Nasrânîye yardım ettim ve yükü katıra yükledik. Nasrânî, oradan uzaklaşıp gitti. Kendi kendime; "Bu zât böyle yapmamı niye istedi?" diye düşündüm. Sonra nasrânîyi tâkib ettim. Nasrânî, katırıyla şarap satan bir dükkânın önüne geldi. Katırdaki yükü indirip açtı. Hepsi sirke olmuştu. Şarap satıcısı; "Yazıklar olsun sana! Senden şarap getirmeni istedim. Bunlar sirke!" dedi.
Nasrânî hayretten dona kalmıştı. Şaşkınlığından ağlamağa başladı ve; "Bunlar şaraptı. Fakat neden sirke oldu sebebini anladım!" diyerek hemen katırını bir yere bağladı. Doğru Abdullah bin Abdülazîz hazretlerinin dergâhına koştu. Huzûruna girer girmez: "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühü." diyerek müslüman oldu ve artık huzûrundan ayrılmayıp talebeleri arasına girdi. (1)
Kaynak: 1) Evliyalar Ansiklopedisi, İhlas |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:17 | |
| BUGÜN PARAM YOK Allah dostlarından.... Bir gün Karaköy'e geçmek üzere kayıkçılara: - Bugün param yok, Allah için beni karşıya kim geçirir? teklifinde bulunur. Ses çıkmaz. Az sonra biri : - Ben diye talip olur ve götürür.
O günün gecesi o kayıkçı, rüyasında kıyamet kopmuş, mizan kurulmuş, herkes amellerine göre muamele olunurken, şaşkın, sıratı geçmekkorkusu ve düşünenlerin dehşeti içinde iken ona bir el uzanıp selamete götürür. Kayıkçı: - Siz kimsiniz? Bu badireden beni kurtardınız, diye sual edince: - Ben iki cihan serverinin mağara arkadaşı Ebu Bekir Sıddıyk'ım. evlatlarımıza hizmet eli uzatanlara, imdad elimiz böyle ulaşır, buyururlar.
Hatıratım, Ali Erol |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:18 | |
| BU AKŞAM HİNDİSTANDA Hz. Süleyman'ın sarayına kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere, hayati bir mesele için Hz. Süleyman'la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman (a.s) benzi sararmış, korkudan titreyen adama sorar: - Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana... Adam telaş içinde: - Bu sabah karşıma Azrail (a.s) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı.. - Peki ne yapmamı istiyorsun?" Adam yalvarır: - Ey canlar koruyucusu, mazlumlar sığınağı Süleyman! Sen her şeye muktedirsin. Kurt, kuş, dağ, taş senin emrinde. Rüzgarına emret de beni buradan ta Hindistan'a iletsin. O zaman Azrail (a.s) belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden! Hz. Süleyman, adamın haline acır. Rüzgarı çağırır ve: - Bu adamı hemen al. Hindistan'a bırak!" emrini verir. Rüzgar bu... Bir eser, bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan'da uzak bir adaya götürür. Öğleye doğru Hz. Süleyman, divanı toplayarak gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün, Azrail (a.s.) da topluluğun içine karışmış, divanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır: - Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun?" der. Azrail (a.s) cevap verir: - Ey dünyanın ulu sultanı! Ben, o adama öfkeyle,hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah (cc) bana emretmişti ki: - "Haydi git, bu akşam o adamın canını Hindistan'da al!" Ben de bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan'da olamaz. Bu nasıl iştir, diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi.
Osman Nuri, Mesnevi Bahçesinden Bir Testi Su |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:18 | |
| BÖCEĞİN RIZKI Hazret-i Süleymân (a.s.) bir gün, deniz kenârında oturmuşlar idi. Bir karıncanın geldiğini gördü. Ağzında bir yeşil yaprak tutardı. Deniz kenârına ulaşdı. Sudan bir kurbağa çıkdı. O yaprağı karıncadan alıp, denize döndü. Karınca geri döndü. Karıncadan sordular ki, - Bunun hikmeti nedir. Karınca cevâb verdi ki, -Bu deryânın ortasında, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir taş halk etmişdir. O taşın içinde bir böcek halk etmişdir. Beni onun rızkına sebeb etmişdir. Ben her gün o nesneyi, ona yetecek kadar rızkı getiririm. Deniz kenârına ulaşdırırım. Allahü teâlâ hazretlerinin, kurbağa sûretinde yaratdığı bir meleği o rızkı benden alır, o böceğe verir. O böcek, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile, fasîh dil ile söyler ki; -Sübhânallah ki, beni halk etdi, deniz ortasında ve taş arasında bana mekân verdi. Benim rızkımı unutmadı. İlâhî, ümmet-i Muhammedi ümîdsiz etme! |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:19 | |
| BOŞA YORULMUŞ Râbia-tül Adeviyye, bir gece, evinde geç vakitlere kadar namaz kılarken hasırın üzerinde uyuya kaldı. Bu arada evine bir hırsız girdi. Her tarafı aradı, çalacak bir şey bulamadı. Giderken; "Girmişken boş çıkmayayım" diyerek, Râbia hazretlerinin dışarıda giydiği örtüsünü aldı. Evden çıkarken yolunu şaşırdı, kapıyı bulamadı. Geri dönüp örtüyü aldığı yere bıraktı. Bu sefer rahatlıkla kapıyı buldu. Kapıyı bulunca tekrar geri dönüp, örtüyü aldı. Fakat yine kapıyı bulamadı. Bu hâl yedi defa tekrarlandı. Yedinci defâ tekrar örtüyü eline alınca şöyle bir ses duydu: "Ey kişi kendini yorma. O yıllardır kendini bize ısmarladı. Şeytanın ona yaklaşma gücü yok iken, hırsızın onun örtüsüne yaklaşması mümkün müdür? Git, yorulma, boşuna uğraşma. O uyuyorsa da dostu uyanıktır ve onu korumaktadır."
Bu hâdiseden korkup dışarı fırlayan hırsız, tövbe edip bu kötü huyundan vazgeçti |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:19 | |
| BİR KESE ALTIN Süfyân-ı Sevrî hazretleri son anlarını yaşıyordu. Yastığının altından bir kese çıkardı. İçinde altınlar vardı. Yanındaki dostlarına, 'Bunu sadâka olarak dağıtın' buyurdu.
Dostları bu hâli hayretle karşıladılar ve:'Allah Allah!Süfyân-ı Sevrî dünya malına ehemmiyet vermez, yanında dünyalık bulundurmazdı. Bu kadar parayı saklamanın sebebi ne ola ki?'diye birbirlerine sordular.
Süfyân-ı Sevrî hazretleri onların şaşkınlığını görünce, durumu şöyle izah etti:
'Bu para ile, ben, dinimi korudum. Şeytanımı ve nefsimi susturdum. Nefis ve şeytan ne zaman bana,'Giyecek bir şeyin yok. Bunlar için dünyaya çalış, dünyalık kazan diye vesvese vermeye çalışsalar onlara bu altınları gösterir, başımdan kovardım, Bu altınları onlara karşı silah olarak kullanırdım.'
Altınlar dağıtıldıktan sonra, Süfyân-ı Sevrî hazretleri de vefat etti. Alıntı: Fazilet Takvimi 1997 |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:20 | |
| BİR İDAM FERMANI Mısır'da Tolunoğulları hanedanının kurucusu Ahmed b. Tolun, Halife Memun zamanında Bağdat'da saray kumandanlığı yapmış olan Buhara Türklerinden Tolun'un oğluydu. Pek dindar ve dürüst biriydi.
Ahmed'in gençlik yıllarında bir gün, babası Tolun onu bir iş için hükümet konağına göndermişti. Ahmed orada Tolun'un cariyelerinden birinin bir hizmetçiyle fuhuş halinde olduğunu görmüştü. Fakat babasının yanına dönünce, bu olaydan hiç bahsetmemişti. Ancak cariye, Ahmed'in gördüğü durumu babasına anlatacağından korktu, Tolun'a gidip şöyle söyledi:
- Biraz önce falan yerdeyken Ahmed yanıma geldi, beni yoldan çıkarmak istedi. Ben de ondan kaçarak köşküme gittim.
Bu sözlere kanan Tolun, Ahmed'i yanına çağırdı. Yazdığı bir mektubu mühürleyip kapatarak, bunu kumandanlardan adını belirttiği birine götürmesini emretti. Cariyenin anlattıklarından ona bir şey söylemedi. Mektupta ise şöyle yazıyordu:
'Bu mektubu taşıyan kişi sana gelince boynunu vur, kesik başını da bana gönder.'
Ahmed mektupta yazılanları bilmiyordu. Mektubu aldı, çıkıp gitti. Giderken sözü geçen cariye onu gördü ve yanına çağırdı. Tolun'a söylediği yalan sözlerin nasıl karşılandığını iyice anlamak istiyordu.
Cariye, Tolun'a bir mektup yazdıracağı bahanesiyle Ahmed'i yanında eyledi. Gideceği yere göndermek için Ahmed'in elindeki mektubu aldı. Mektupta bir hediye emri olduğunu sanıyor, bu hediyeyi de kendisiyle fuhuş ortağı olan şahsın kazanmasını istiyordu. Bunun için mektubu onunla ilişkide bulunan hizmetçiye teslim ederek, bahsedilen kumandana gönderdi. Kumandan mektubu okuyunca emir gereği onu getiren hizmetçinin başını kestirip Tolun'a gönderdi.
Bu duruma şaşıran Tolun, olanlardan habersiz Ahmed'i aratıp yanına getirtti. Mektubu ne yaptığını sorunca, Ahmed gördüklerini aynen anlattı. Durumu anlayan cariye de korkuya kapıldı, Tolun'a gidip yaptığını itiraf etti, bağışlanmasını istedi.
Aynı cariye yüzünden idama mahkum olup yine idamdan kurtulan Ahmed b. Tolun ise, babasının yanında ayrı bir değer kazanmıştı. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:20 | |
| BİR GENCİN TEVBESİ Allahü teâlâ, peygamberi Musa aleyhisselâma hitap edip " (Ey Musa! Filân mahallede, bizim dostlarımızdan biri vefât etti. Git onun işini gör. Sen gitmezsen, bizim rahmetimiz onun işini görür) buyurdu. Hazret-i Musa, emir olunduğu mahalleye gitti. Oradakilere: -Bu gece, burada, Allahü teâlânın dostlarından biri vefât etti mi? diye sorunca: -Ey Allahın peygamberi! Allahü teâlânın dostlarından hiç kimse vefât etmedi. Ama, filân evde zamanını kötülüklerle geçiren fâsık bir genç öldü. Fıskının çokluğundan, hiç kimse onu defnetmeye yanaşmıyor, dediler. Musa aleyhisselâm: -Ben onu arıyorum, buyurdu. Gösterdiler. Hazret-i Musa, o eve girdi. Rahmet meleklerini gördü.Ayakta durup, ellerinde rahmet tabakları olup, Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu saçıyorlardı.Hazret-i Musa, yalvararak münacaat etti: -Ey Rabbim! sen buyurdun ki, o''Benim dostumdur.'' İnsanlar ise fâsık olduğuna şahitlik ediyorlar. Hikmeti nedir? Allahü teâlâ: (Ey Musa! İnsanların onun için fâsık demeleri doğrudur. Ama, günahından haberleri var, tövbesinden haberleri yok. Benim bu kulum, seher vakti, toprağa yuvarlandı ve tövbe etti. Bizim huzurumuza sığındı. Ben ki, Allah'ım! Onun sözünü ve tövbesini kabul ettim. Ona rahmet ettim ki, bu dergâhın ümitsizlik kapısı olmadığı anlaşılsın!) buyurdu |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:22 | |
| BİR BOSTAN BEKÇİSİ Cebrâîl aleyhisselâm dedi: - Yâ Rabbel âlemîn! Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin dostluğu Ebû Bekrin gönlünde ne mikdâr ve ne kadar olduğunu bilmek isterim. Bayram günü idi. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' kıymetli ve gösterişli elbise giymiş ve otuz altınlık bir şal omuzuna almış idi. Cebrâîl aleyhisselâm a'mâ sûretinde gelip, yol üzerinde oturdu. Oraya Ebû Bekr-i Sıddîk geldi. Ona yaklaşdı. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, - Allahü tebâreke ve teâlâ afv etsin o kimseyi ki, Muhammed Mustafâ dostluğuna bana birşey versin. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' o sözü işitdi. Mubârek omuzundan şalını çıkarıp, ona verdi. Buyurdu ki, - Bir def'a dahâ söyle. Bir def'a dahâ söyledi. Ebû Bekr-i Sıddîk kaftanını çıkarıp, ona verdi. Dördüncüde, setr-i avretini örten elbiseden başka, bütün elbiselerini ona verdi. Beşincide na'lınını çıkarıp ona verdi. Sonunda artık elbisesi kalmadı. Bilâli 'radıyallahü anh' çağırdı ve Ona buyurdu: - Yâ Bilâl. Âişenin evine var. Birşey getir. Bilâl 'radıyallahü teâlâ anh' giderken, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine rast gelip, buyurdular ki, - Nereye gidersin, yâ Bilâl! Sen mi söylersin, ben mi söyliyeyim. Bilâl 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki, - Yâ Resûlallah, siz buyurun. Buyurdular ki: - Yâ Bilâl! Bil ki, o a'mâ Cebrâîl-i emîndir. Allahü tebâreke ve teâlâ onu bu şeklde gönderdi ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın bana muhabbeti ne kadardır anlasın. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Bilâli bekler idi. Hazret-i Bilâl elbise getirdi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk o elbiseyi giydi. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullahın 'sallallahü aleyhi ve sellem' huzûr-ı şerîflerine gelip, dedi ki, - Yâ Muhammed! Ebû Bekr-i Sıddîkı tecrübe ederdim. Elbiseler benim işime yaramaz. Resûlullah 'sallallahü aleyhi ve sellem' Cebrâîl aleyhisselâmın getirdiği elbiseleri Ebû Bekr-i Sıddîka getirdi. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh': - Bir nesneyi ki senin dostluğun uğruna vermiş olayım, artık o bana gerekmez. Nereye uygun bulursanız, oraya tasarruf ediniz, dedi.
Kaynak: Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:22 | |
| BUNLARIN HANGİSİ ŞEHİT
Emîr Timur rahmetullahi aleyh, Halep Şehri'ni zaptederken, pekçok Müslüman kanı akmıştı. Savaştan sonra din adamlarını topla(bu kelime yasak) sordu: 'Muhârebe esnasında sizden ve bizden epeyce adam öldü, dedi. Söyleyin bakalım bunlardan hangisi şehittir?
ve bir Allah (cc) (c.c) dostu ayağa kalkarak şöyle der::
'Sizden ve bizden olması bir şey değiştirmez; kim Allâh'ın ism-i Celîl'ini yüceltmek için mücâdele ve mukâbele etmişse, o şehittir. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:23 | |
| BU KADIN DEFNEDİLEMEZ Ebu Hanife’nin meclisine gelen biri şöyle bir suâl sordu: – Hamile bir kadın doğum sırasında vefat etti. Onu yıkamak üzere tahtanın üzerine koyduklarında karnındaki çocuğun yaşadığı anlaşıldı. Bu kadın böylece defnedilecek mi, yoksa bekletilecek mi? Kadın şu anda yıkama tahtası üzerinde beklemektedir. Mecliste hazır bulunanlar birbirlerine bakıştılar. Bazıları:
– Bu kadın defnedilemez. Ancak bekletilir. Ola ki bekleme sırasında çocuk dünyaya gele, dediler.
Bazıları da:
– Cenaze bekletilmez. Efendimizin hadisi vardır, cenazenizi bir an önce toprağa verin, buyurdu, dediler. Böyle söylenmesine rağmen yine de gözler Ebu Hanife Hazretleri’ndeydi. O, söylenenleri dikkatle dinledikten sonra fikrini açıkladı:
– Bu cenaze, ne defnedilir, ne de çocuğun doğması için bekletilir?
Dinleyenler şaşırdılar.
– Ne yapılır öyleyse? Geride başka ihtimal mi var sanki?
Evet, Hazret-i İmam’a göre asıl ihtimal geridedir ve olması gerekeni şöyle dile getirmiştir:
– Bu hamile kadının karnı ameliyatla açılır, çocuğu alınır, sonra defnedilir!
Dinleyenler hep birden bu görüşe iştirak ettiler. Doktor geldi. Hamile kadının karnı yarılıp çocuk sağ olarak çıkarıldı. Sonra defnedildi, çocuk bakıma alındı.
Daha sonra ne oldu biliyor musunuz? Bu çocuk büyüdü, sıhhatli ve akıllı bir çocuk olup, Ebu Hanife’nin ilminden, irşadından istifade etti. Ebu Hanife’nin gösterdiği fıkhî çare ile hayata gelişinden dolayı halk ona Ebu Hanife’nin oğlu adını takmıştı.
Kaynak: Yeni aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:24 | |
| BÖYLE YEMEK PİŞİRİRLER Bir gün ikindi vakti yanına bir misâfir geldi. Tencerede bir parça et vardı. Eti pişirip misâfire ikrâm edeyim diye düşündü. Fakat, yemeği hazırlamak için de misâfirin yanından ayrılamadı.
Nihâyet akşam vakti oldu. Namazlarını kıldılar. Kendisi de, misâfiri de oruçlu idiler. Nihâyet evde bulunan bir kuru ekmek ve bir mikdar suyu misâfire ikrâm için hazırladı. Sonra, etin bulunduğu tencerenin Allahü teâlânın izni ile kaynadığını ve yemeğin çok güzel piştiğini gördü. Misâfire ikrâm ile iftarı birlikte yaptılar.
Misâfir; -Hayâtımda bu kadar lezzetli bir yemek yemedim, deyince,
Râbia-tül Adeviyye; -Her hâlinde Allahü teâlâyı hatırlıyan ve sâdece O'nun rızâsını istiyenlere işte böyle yemek pişirirler, buyurdu. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:24 | |
| BOYAYI MI BEĞENMEDİN YOKSA BOYACIYI MI Hep hikmetli konuşan Lokman Hekim’in derisi siyah, dudakları da kalınmış. Değerli sözlerini duyarak hayranı olan biri bir gün bakmış ki hayalinde büyüttüğü Lokman, siyah yüzlü, kalın dudaklı biri. Şaşkınlıkla yüzüne bakarken Lokman Hekim, adamın içinden geçenleri sezmiş olacak ki, şöyle çıkışmış: – Birader, neden öyle şaşkın bakıyorsun? Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı?
Sonra da ilave etmiş.
– Bak, demiş, benim ne yüzümün siyahlığında, ne de dudaklarımın kalınlığında bir tesirim vardır. Onları Yaratan öyle yaratmış, öylesine uygun görmüş. Benim tercihim değil...
Evet, insanların yüz güzelliği, yahut da çirkinliğiyle kendilerine bir pay çıkarmaları son derece yanlıştır. Ne güzellikte bir etkisi vardır, ne de çirkinlikte. Her ikisini de yaratan ve layık gören Allâh-ü azimüşşandır. İnsan kendi iradesiyle kazandığından sorumludur.
Kaynak: Yeni aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:25 | |
| BİR EV TAPUSU Meşhur velilerden Habib-i Acemî k.s. zamanında, benzeri görülmemiş şöyle bir hadise yaşanmıştır:
Horasanlı bir adam, evini onbin dirheme satarak, ailesiyle Basra'ya geldi. Oradan hacca gidecekti. Habib-i Acemî'yi buldu ve ondan şöyle bir istekte bulundu:
- Ben eşimle hacca gidiyorum. Şu onbin dirhem parayı al da, Basra'da benim için uygun bir ev alıver.
Horasanlı ve eşi Mekke'ye doğru yola koyuldu. O günlerde ise Basra'da müthiş bir kıtlık ve açlık başgösterdi. Habib-i Acemî Hazretleri ise elindeki emanet parayla gıda maddeleri alıp, sahibinin hayrına muhtaçlara dağıtmak zorunda kaldı. Adamın rızası olmazsa, parasını geri verecekti.
Horasanlı, hac dönüşünde kendisine ev alınıp alınmadığını sordu. Habib-i Acemî dedi ki:
- Rabbimden sana Cennet'te bahçeli bir ev alıverdim!
Adam bu durumu eşine haber verdi. Kadın buna memnun oldu, fakat evin tapusunu da istedi. Horasanlı bu isteği iletince, Habib-i Acemî ona şöyle bir senet yazıp eline verdi:
'Bismillah.. Bu senet, Habib'in Horasanlı için Rabbinden aldığı evin tapusudur. Allahu Tealâ bu evi Horasanlı'ya verecek ve Habib'i de borcundan kurtaracaktır...'
Bu senedi aldıktan sonra adamcağız ancak kırk gün daha yaşadı. Ölmek üzereyken, bu tapu senedinin kefenine konulmasını vasiyet etti. Öyle yaptılar. Bir zaman sonra da kabrinin üzerinde, bir levhaya parlak bir yazıyla yazılmış şöyle bir yazı buldular:
'Habib Ebu Muhammed'in falan Horasanlı için onbin dirheme aldığı evin beratıdır. Rabbi, Habib'in istediği evi Horasanlı'ya verdi ve Habib'i de borcundan kurtardı.'
Habib Hazretleri bu yazıyı alıp okuyunca, levhayı öperek ve ağlayarak dostlarının yanına koştu: 'Bu Rabbimin bana olan beratıdır!' diye sevincini ifade etti. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:25 | |
| BİR BOŞANMA OLAYI Medineli Sabit bin Kays, sahabenin ileri gelenlerindendi. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’e hizmetten asla geri kalmaz, sözünden ise bir an olsun dışarı çıkmazdı. Efendimiz de onu çok severdi. Hatta bir küçük hatası yüzünden aşırı üzüntüye kapılan Sabit’i teselli ederek “Sabit cennetliklerdendir.” buyurmuştu. İşte bu Sabit’in aile içi bir sıkıntısı vardı. Hanımı Cemile, Sabit’e bir türlü ısınamamış, onu sevememiş, içindeki ilgisizliği yenip de bir gün olsun sevgiyle muhatap olamamıştı.
Cemile bir kadın olarak iç dünyasındaki bu fırtınayı kime anlatabilirdi? Kendisini kim dinlerdi? İslam’da kadın dinlenir miydi? Önceki devirde kadının söz hakkı yoktu çünkü;
Cemile tereddütler içerisinde doğruca Efendimiz (sallallaha aleyhi ve sellem) Hazretleri’nin huzuruna girdi, olanca cesaretini toplayarak kimselere açamadığı iç dünyasını Efendimiz’e açtı.
– Ya Resulallah, dedi, beyimin İslamî yaşayışına diyeceğim yoktur. Ahlakından da şikayetçi değilim. Lakin ben onu bir türlü sevemedim. Bu halimle ona isyan etmekten, isteklerine ters bir karşılık verip kötü bir sonuca düşmekten korkuyorum. Söyleseniz de beni boşasa. O, kendisini sevmeyen bir hanımı zorla nikanı altında tutan adam durumuna girmese, ben de dinime zarar verecek bir itaatsizliğe doğru kaymasam!.
Efendimiz, iç dünyasını bu nitelikte anlatan Cemile’yi tepkiyle değil ilgiyle dinledi. Bir hanımı, sevemediği erkekle bir arada kalmaya mecbur etmeyi zaten münasip de bulmuyordu. Ancak, beyi ne diyecekti? Boşamak istemezse zorla boşayacaksın da denemezdi. Bir de onu dinlemek gerekirdi. Nitekim öyle de yaptı. Cemile’nin duygularını, düşüncelerini aynen Sabit’e aktararak onu da dinledi.
Anlaşılan Sabit, Cemile’yi seviyordu. Ama Cemile’nin kendisini aynı sıcaklıkta sevmediğini, tek taraflı sevginin mutluluk getirmeyeceğini de biliyordu. Nasıl bir çare bulunabilirdi?
Düşünmeye başladı. Gözlerini diktiği sabit noktadan başını kaldırıp dedi ki:
– Ya Resulallah, Cemile’ye nikahta en değerli bahçemi mehir olarak verdim. Bunca değerli serveti verdiğim kadını bir anda nasıl boşayabilirim? Üstelik benim öyle başka bir bahçem de yoktur!
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Sabit’in yaklaşımını öğrenmiş oldu. Cemile’ye bu defa sorusunu şöyle sordu:
– Sabit seni boşayacak olsa, nikah sırasında aldığın değerli mehri iade eder misin? Böylece sen mehrini verip nikah bağından kurtulmuş olursun, Sabit de nikah hakkından vaz geçip bahçesini geri almış olur. İki taraf da bir şey verirken bir şeyleri almış sayılarak karşılıklı mağduriyetlerinizi gidermiş sayılırsınız. Teselli tarafınız bu olur.
Cemile buna hemen razı oldu. Kocasının nikah sırasında kendisine mehir olarak verdiği bahçeyi “Memnuniyetle iade ediyorum.” dedi. Sabit de “Öyle ise ben de nikahını aynı memnuniyetle ona iade ediyor, bu andan itibaren boşamış bulunuyorum, özgürdür.” dedi. Taraflar böylece bir şey verirken bir şey de aldıklarından helalleşerek ayrılmış oldular.
Bu olay üzerine Bakara Suresi’nin 229. ayeti nazil oldu. Ayet-i kerime anlaşmayı iptal etmiyor, hatta ortak aile hayatını sürdürme sevgisi yok olunca, hanımın aldığı mehri verip de nikahını ortadan kaldırmasını meşru görüyor; ancak erkeğin fırsatçılık edip de kadından veremeyeceği miktarda mal istememesini de tavsiye ediyordu.
Bu hadise üzerine fıkıhta hüküm şöyle tespit edildi:
– Kadın ayrılmak istediği beyine bir şeyler vererek kendini boşatabilir! Yeter ki beyi fırsatçılık edip de kadından veremeyeceği miktarda haksız mal isteğinde bulunmasın.
Kaynak: Yeni aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:26 | |
| BERBERİN İHLASI Birisi ona gelir sorar: 'İhlâsı kimden öğrendiniz?'
-Mekke-i Mükerreme'de harçlıksız kalmıştım. Basra'dan para bekliyordum ama gelmemişti. Saçım sakalım çok uzamıştı. Bir berbere girdim 'Peşin peşin söyliyeyim param yok' dedim, 'Allah rızası için saçlarımı düzeltebilir misin?' Berber o anda mevki sahibi birini traş etmekteydi. Onu bırakıp bana başladı. Adam itiraz etti. Berber 'Kusura bakmayınız efendim' dedi, 'Sizi ücreti mukabilinde traş ediyorum. Ama bu genç Allah rızası için istedi' Berber dahasını da yaptı, bana harçlık verdi. Aradan birkaç gün geçti, beklediğim para geldi. Ona bir kese altın götürdüm. 'Asla alamam' dedi, 'İnan Allah'ın rızası, daha değerli'
Meclisine gelenlerden biri mübareği denemek ister. Aklınca zor bir soru hazırlar ve sorar. Mübarek 'sözle mi cevap verelim' der, 'yoksa halle mi?'
-İkisi de olsun.
-Eğer kendi kendini deneseydin, bizi denemeye lüzum görmezdin. Kalbindeki değişimi de mi farketmedin?
-Peki hâl ile cevabınız nasıl olacak?
-Yüzüne bak anlarsın.
Adam aynayı eline aldığında kendini tanıyamaz, çünkü yüzü simsiyahtır. Üstelik bu yola olan muhabbetinden eser kalmamıştır ki bu tard oldu demektir. Büyükleri incitmek böylesine korkunç bir cürettir işte.
Aradığına bağlı
Adamın biri Cüneyd-i Bağdadi'ye gelip 'Nerede o eski kardeşlikler' der, 'Hani, Allah için sevenler?'
-Eğer sıkıntılarına katlanacak birini arıyorsan bulamazsın ama sıkıntılarına katlanacağın dostlar arıyorsan çoktur.
Cüneyd-i Bağdadi'nin talebelerinden biri şeytanın vesveselerine kapılıp kemâle geldiğini zanneder. Birbirinden cazip rüyalar görmeye başlar ve bunları arkadaşlarına da nakleder. Cüneydi Bağdadi Hazretleri onun durumuna çok üzülür. Talebesinin ayağına kadar gider ve 'Eğer rüyanda seni cennete götürürlerse üç defa 'La havle...' oku' diye tenbih eder. Hakikaten o gece rüyasında onu alıp cennete götürürler. Aklına hocasının sözü gelir. 'La havle...' okuduğu anda kendini çöplükler, pislikler içinde bulur. İçine düştüğü durumu anlar ve tevbe eder. Mübârek, 'Herkese bir mürşid-i Kâmil lâzımdır' der 'aksi halde mel'ûn şeytan musallat olur ve oyuncak eder.'
Talebelerinden biri sorar: 'Hiç ibadet ve tâat yapmadan Allah'ın (Celle Celalüh) lütfuna kavuşmak mümkün müdür?
-Zaten gelen bütün nimetler Allah'ın lütfudur. Bizim gibi acizlerin ibadetlerinden ne olsun.
Son nefes, zor nefes
Mübarek vefat edeceği gün çok korkulu ve üzgündürler. Yüzleri kül gibi olmuş rengi uçmuştur. Talebeleri bu halden çok ürkerler. Hatta içlerinden biri 'Aman efendim' der, 'biz sizin şefaatiniz ile kurtulmayı ümid ediyoruz. Eğer siz bu kadar sıkıntı çekerseniz bizim halimiz nice olur?
-Ey dostlarım yetmiş yıllık ibadetimi kıldan ince bir ipe astılar. Kâh o yana, kâh bu yana sallanıyor ve ben bu esintinin kabul yeli mi, red rüzgârı mı olduğunu bilemiyorum.
Naaşını yıkayan talebesi su ulaştırmak için mübarek gözlerini aralamaya çalışır. Melekler dile gelir, 'Kendini yorma' derler, 'Cüneydin gözü Allah'ın zikri ile kapanmıştır ve onun didarını görmeden açılmaz.'
Talebelerinden biri onu rüyasında görür. Merakla sorar: -Efendim, Allah-ü teâlâ size nasıl muamele etti?
-İlim ve marifet dolu sözlerimin hiçbir faydası olmadı. Sadece gece kıldığım namazlar imdadıma yetişti.
Kaynak: Huzura Doğru |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:27 | |
| BALİNA ZİYAFETİ Ashab-ı Kiram'dan Cabir r.a. Hazretleri anlatıyor:
Rasulullah s.a.v. bizi bir müfreze (askeri birlik) ile göndermişti. Başımıza da Ebu Ubeyde'yi komutan tayin etmişti. Kureyş'e ait bir kervanı ele geçirmekle vazifeliydik. Azık olarak da bize bir dağarcıkta hurma verilmişti. Başka azığımız yoktu. Ebu Ubeyde, bize birer tane hurma veriyordu.
- O bir hurmayı ne yapıyordunuz? diye sorulunca dedi ki:
- Çocuğun emmesi gibi o hurmayı ağzımızda tutup emiyorduk. Sonra da üstüne su içiyorduk. Bu bize bir gün bir gece yetiyordu. Değneğimizle ağaç yapraklarını çırparak, düşen yaprakları su ile ıslatıp yiyorduk.
Böylece yolumuza devam ettik. Deniz kıyısına vardık. Deniz kıyısında büyük bir kum tepesi gibi bir şeyin yükseldiğini gördük. Yanına vardığımızda kıyıdaki şeyin anberbalığı (balina) denen hayvan olduğunu gördük. Ebu Ubeyde önce:
- Bu leştir, dedi. Sonra da şunu söyledi:
- Hayır. Biz Rasulullah s.a.v.'in elçileriyiz ve Allah yolundayız. Zaruret haline düştük. Bundan yiyiniz.
Biz yaklaşık bir ay boyunca o hayvanın etiyle geçindik. Üçyüz kişiydik ve şişmanlamıştık. Hayvanın göz çukurundan testilerle yağ alıyorduk, öküz büyüklüğünde et parçaları koparıyorduk. Ebu Ubeyde bizden onüç kişiyi alıp hayvanın göz çukuruna oturtmuştu. Kaburga kemiklerinden birini alıp yere dikti; sonra en yüksek deveyi binicisiyle onun altından geçirdi. Bu hayvanını etinden pastırma yapıp azık ettik.
Medine'ye geldiğimiz zaman Rasulullah s.a.v.'in yanına vardık. Bu durumu kendisine anlattığımızda dedi ki:
- O, Allah'ın size çıkarıverdiği bir rızıktır. Yanınızda onun etinden bize yedireceğiniz bir şey var mı?
Biz de getirdiğimiz etlerden bir miktarını Rasulullah s.a.v.'e gönderdik, O da etten yedi.
Tarîhu't-Taberî, 3/32-33; el-Bidâye ve'n-Nihâye, 4/669-70; İbn Yusuf es-Sâlihi: Sübülü'l-Hüdâ ve'r-Reşâd (Beyrut,1993), 6/176-178. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:27 | |
| ADALET İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkümleri serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:
- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.
Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.
Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş.
Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister;
- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.
Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:
- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler. (1)
Kaynak: 1) Büyük Dini Hkayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:28 | |
| AYNEN SENİN GİBİ OLMAK İSTERİM Bir gün Azizan Hazretlerine, hatırı sayılır bir zat misafir geliyor. Fakat evde hazır yemek yok... Azizan Hazretleri üzülüyorlar. Evlerinin kapısına çıkıyorlar. O sırada, paça satan bir genç, elinde bir çömlekle geliyor. Çömlekte donmuş paça var... Genç: -Bu yemeği sizin ve yakınlarınız için hazırladım. Kabul buyurursanız beni mesut edersiniz. Diyor. Azizan Hazretleri bu nazik anda gelen yemekten son derece hoşnut kalıyorlar ve gence iltifat ediyorlar. Gelen yemekle misafir ağırlanıyor. Misafir gidince Şeyh Hazretleri paça satan genci çağırtıp: -Senin getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir ânımızda imdada yetişti. Sen de şimdi bizden ne muradın varsa iste ki, Allah dileğini verse gerektir. Genç: -Aynen senin gibi olmak isterim. Diyor. Bu çok güç bir şey... Üzerimizdeki yük senin omuzlarına çökecek olursa ezilirsin! Cevabını veriyor Azizan Hazretleri... Fakat genç yana yakıla ısrar ediyor: -Benim âlemde tek muradım bu... Tıpkı tıpkısına senin gibi olmak... Başka hiç bir şey beni teselli edemez. Başka emel tanımıyorum! -Peki, diyor, Azizan Hazretleri; öyle olsun! Ve genci elinden tuttuğu gibi halvet odasına çekiyor. Orada nazarlarını gence mıhlayıp kalpleriyle kalbine yöneliyorlar. Biraz sonra gençte bir değişiklik başlıyor. Genç hem zahirde ve hem batında Azizan Hazretlerinin ayı olarak meydana çıkmaya başlıyor. Bu hal tam 40 gün devam ediyor ve 40'ıncı gün genç girdiği yükün ağırlığında bekâ âlemine göçüyor. Fakat muradına ermiş ve ebedi saadete erişmiştir |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:31 | |
| Yusuf'un Rüyası Yakup Peygamber'in on iki tane erkek evlâdı dünyaya gelmişti. Bunlardan en küçükleri Yusuf ile kardeşi Bünyamin idi. Yakup, evlâtları arasında en fazla Yusuf'u severdi ve bu sevgisini de açığa vurduğu için diğer kardeşlerinin kıskançlık duygularını hep Yusuf'un üstüne çekmişti. Yine bir gece Yusuf yatağına yatmış uykuya varmıştı. Çok tuhaf bir rüya gördü. Uykudan uyanınca doğru babasının yanına koştu. Ve ona: "Ey babacığım bu gece çok tuhaf bir rüya gördüm. Rüyamda ay, güneş ve on bir yıldız bana secde ettiler" dedi.
Yakup, oğlu Yusuf'un bu rüyasını uzun uzun düşündü. Allah'ın, bu oğlana her bakımdan büyük imkânlar sağlayacağını, onun büyük bir adam olacağını, şeref ve şöhretinin üstün derecelere ulaşacağını anladı. Yakup, Yusuf'un kardeşlerinin Yusuf'u çekemediklerini bildiği için bu yüzden onların, şeytanın tahriklerine, kapılarak, ona bir kötülük ederler endişesini duydu. Ve Yusuf'a dönerek: "Ey benim yavrum, dedi Sakın bu rüyanı kardeşlerine haber verme. Korkarım onlar şeytanın tuzağına düştüler de sana bir kötülük ederler. Hiç şüphe yok ki şeytan insanoğlunun apaçık düşmandır."
Bir müddet sükût ettikten sonra tekrar Yusuf'a döndü: — Bu mühim rüyayı sana Allah gösterdi. Bu doğru bir rüyadır... Eğer sen bunu gizli tutarsan Allah'ın lütuf ve ihsanı sana erişecektir. Sana rüya tâbirini öğretecek, bol bol nimetler verecek ve senin yüzünden Yakup sülâlesi pek çok hayır ve bereketler görecektir. Sen pek büyük bir adam olacaksın. Daha önce dedelerin İbrahim'e ve İshak'a Allah'ın peygamberlik ihsan ettiği gibi bu büyük nimetini Allah sana da ihsan edecektir.
Böylece Yakup, oğlu Yusuf'un rüyasını yorumladı. Yusuf da bunları dikkatle dinledi. Kendisini hayretler içerisinde bırakan bu rüyanın yorumunu derin derin düşündü.
Yakup, oğlu Yusuf'u ve kardeşi Bünyamin'i kucağına alır, onları sever ve onlarla oynaşırdı. Diğer çocukları ise babalarının sadece bunlarla meşgul olmasını çekemezler ve canlan sıkılırdı. Neden Yusuf'la Bünyamin babalarının muhabbetini kendilerine çekmişlerdir? Yusuf'un kardeşleri daha fazla sabredemediler. Bulundukları yeri terkedip dışarı çıktılar. Ve aralarında şu konuşmayı yaptılar: İçlerinden biri öfkeli öfkeli söze başladı: — Babamız. Yusuf ile kardeşini muhakkak bizden daha çok seviyor, dedi.
Diğer biri sinirli bir eda ile: — Bu nasıl olur Biz daha çoğuz. Bizler Yusuf ve kardeşinden daha ziyade bu sevgiye lâyık kimseleriz, dedi.
Üçüncüsü: — Şüphe yok ki babamızın yaptığı bu hareket hiç de doğru bir şey değildir açıkçası haksızlıktır.
Dördüncüsü atıldı: — Yusuf'u öldürünüz. Yahut dönüp gelemeyeceği uzakça bir yere defediniz. Onu uzaklaştırınız ki, babamızın sevgisi yalnız bizde toplansın, sonra bu yaptığımız işe tövbe ederiz, yine de iyi insanlar oluruz, dedi.
İçlerinden bu fikri kabul edenler de oldu: — Onu öldürelim de ondan kurtulalım, dediler.
Nerede ise onun ölümünü muvafık göreceklerdi. Fakat içlerinden biri: — Hayır hayır, bu kadar ileri gitmeyelim. Yusuf'u öldürmeyiniz, bir kuyunun içine atınız. Çölden geçen kafilelerden ona rastlayan olur. Onu bir yitik diye oradan alıp götürürler. Yapacaksanız bu dediğimi yapınız! dedi.
Diğer biri atıldı: — İşte bu fikir çok yerindedir. En doğrusu da budur, dedi.
Yusuf'un kardeşleri babalarının sevgisini kendi üzerlerinde toplayabilmek için Yusuf'u kuyuya atmayı ve bu suretle ondan kurtulmayı kafalarına koydular. Ve böylece karar verdiler.
Yusuf'un kardeşleri hep bir olup babalarının yanına vardılar. Onu Yusuf'u kucağına almış, onunla oynaşır buldular.
İçlerinden biri söze başladı: — Ey sevgili babamız; Yusuf'u bizimle beraber oyun oynamağa bırakmaz mısın? dedi.
Yakup: — Olur ama ondan ayrılmağa ben hiç dayanamam, dedi.
Diğer biri: — Yarın bizimle beraber onu da gönder. O da çocuktur, oynamak ister, oynasın hava alsın, dedi.
Tekrar babaları onlara: — Onu alıp götürmeniz beni mahzun eder. Dedim ya, ona ben dayanamam.
— Sevgili babamız, Yusuf'un yarın bizimle gelmesine müsaade et. Çocuğun içi açılır. Bütün gün evden çıkmıyor. Daima burada hapis kalıyor.
— Korkarım, siz oyuna dalarsınız da onu yalnız bırakırsınız. Sonra bir kurt gelir onu parçalar.
Başka biri atıldı: — Ne de tuhaf şeyler düşünüyorsunuz baba. Bak biz bu kadar kardeşiz. Onun yanına kurt nasıl sokulabilir? Buna imkân var mı?
Hep birden babalarının etrafını sardılar ve ona: — Sen hiç korkma, sen Yusuf'u bizimle bırak oynasın, eğlensin. Neden bu kadar endişe ediyorsun? Niçin bize itimat etmiyorsun? Biz Yusuf'u seviyoruz. Onun bizimle oynamasını ve eğlenmesini istiyoruz.
Böylece devamlı ısrar ve ricalarda bulundular. Nihayet, babaları ricalarını kabul etti ve Yusuf'u onlarla beraber gönderdi. Hepsi sevinçli sevinçli babalarının yanından ayrıldılar. Kıra oynamaya eğlenmeğe gittiler.
Yusuf da beraberlerinde bütün kardeşler, babalarının yanından uzaklaşıp da çöle açılınca başladılar Yusuf'a hakaret etmeğe, sövüp saymağa. Gide gide bir kuyunun başına vardılar. Yusuf'un gömleğini sırtından soydular, daha sonra da onu belinden bağlayıp kuyunun içine bıraktılar ve oradan uzaklaştılar.
Yusuf kendisini kuyunun içinde bulmuştu. Şimdi ne yapacaktı? Düşünmeye ve korkmaya başladı. Fakat bu korkusu çok sürmedi. Allah korkusunu giderdi ve ona kısa zamanda bu tehlikeden kurtulacağı hissine verdi. — Elbette sen bu felâketten kurtulacaksın... İtibarlı ve muhterem bir insan olarak yine de yaşayacaksın, diyordu.
Yusuf'un kardeşleri bir kenara çekildiler, düşünmeye başladılar. Şimdi babalarına ne söyleyeceklerdi, ne deyip de onu ikna edeceklerdi? Nihayet şu yolda bir fikir birliğine vardılar: Ona Yusuf'u kurt yedi diyeceklerdi. Doğruluklarına delil olmak üzere de Yusuf'un gömleğini oracıkta boğazladıkları bir oğlağın kanına boyadılar. Bu kanlı gömleği babalarına göstereceklerdi.
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:31 | |
| Güneşin batmasını ve karanlığın çökmesini beklediler Sonra ağlayarak babalarının yanına vardılar. Yakup, Yusuf'u yanlarında görmeyince, kalbi burkuldu, içerisi sızladı, telâşla onlara: — Yusuf nerededir? dedi.
Hepsi birden: "Ey sevgili babamız, biz Yusuf'u eşyalarımızın yanında bırakıp koşu yapmak için uzaklaşmıştık. Bu sıra da bir kurt gelmiş onu yemiş" dediler.
Yakup birdenbire şaşırdı, öfkesinden ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemiyordu. — Yalan söylüyorsunuz, dedi.
— Biz biliyoruz, sen bize inanmayacaksın fakat işte Yusuf'un kanlı gömleği, dediler ve gömleği kendisine uzattılar.
Yakup kanlı gömleği eline aldı. Evirdi; çevirdi; gömlekte yırtılma, parçalanma gibi bir eser yoktu; eğer Yusuf'u kurt parçalamış olsaydı gömleği de beraber parçalayacaktı. Gömleğin bazı yerlerini yırtmayı akıl edememişlerdi. Yakup, kardeşleri tarafından Yusuf'a bir kötülük edildiğini anladı. Bir kurt tarafından onun parçalandığına ihtimâl vermedi. Çok üzüldü ve ağladı, fakat yine de sabretti; evlâtlarına dönerek: — Hayır, hayır; siz mutlaka kardeşinize bir kötülük ettiniz, lâkin ben sabredeceğim, sabırdaki yüksek mânaya erişeceğim, dedi.
Şamdan bir ticaret kervanı Mısır'a doğru yol alıyordu. Yusuf'un atıldığı kuyunun yanından geçerken içlerinden birini kuyudan su çekip getirmesi için göndermişlerdi. Kuyunun içine bakan adam bırakılmış bir çocuk görünce çekip dışarı çıkardı ve çok sevindi. Müjde!.. Müjde!.. diye bağırmaya başladı. "Bakın, bakın ne kadar da güzel çocukmuş. Ben bunu kuyudan çıkardım" dedi. Elinden tutup kafilenin yanına döndü.
Ticaret Kervanı Mısır'a varınca Yusuf'u kuyudan çıkaran kimse, Yusuf'u satıp parasını almak için köle pazarına koştu. O gün de Mısır'ın veziri pazara çıkmıştı. Pazarda Yusuf'u görünce daha önceden de çocuğu olmadığı için pek memnun oldu.
Vezir hanımına: — Bu çocuğa iyi muamele et, büyüyünce işimize yarar, iyi ve zekî bir çocuğa benzer, ileride belki onu evlât da ediniriz, dedi.
Yusuf, vezirin evinde şefkat ve alâka gördü. Böylece seneler geçti. Yusuf büyüdü ve pek güzel bir delikanlı oldu.
Vezirin hanımı, Yusuf'un güzelliğine ve cazibe kuvvetine hayran olmuştu. Karşı gelemeyeceği bir kuvvetle ona bağlandı ve âşık oldu. Bir gün en güzel elbiselerini giydi. Ziynetlerini takındı. Ve Yusuf'un odasına girerek kapıyı arkasından kapadı, yanına yaklaşarak ona olan aşk ve sevgisini anlatmak istedi. — Kendimi sana arz ediyorum. Şu anda bana malik olabilirsin, dedi.
Yusuf da onun güzelliğine hayran olmuştu. Fakat o anda kendisini kuyudan ve muhakkak bir ölümden kurtaran Allah'ı hatırladı ve derhal yüzünü çevirerek: — Allah korusun, eşiniz benim efendimdir. Derin bir şefkatle beni himayesi altına aldı ve büyüttü. Bana bunca iyilikler etti. Nasıl olur da şimdi ben ona hıyanet ederim? Ben, beni muhakkak bir ölümden kurtaran Rabbıma isyan edemem dedi. Kapıyı açıp kaçmak üzere kapıya doğru yürüdü. Vezirin hanımı arkasından koştu.
Eteğinden yakaladı ve entarisini çekti. Arka kısmından entari yırtıldı. Yusuf kapıyı açınca vezirle karşı karşıya geldi. Vezirin hanımı eşini kapının önünde görünce hemen söze başladı. Kendisine taarruz edilmiş gibi göstererek Yusuf'u suçlandırmak istedi. — Yusuf senin eşine kötülük etmek istedi!.. Onu ya zindana atınız veyahut daha ağır bir cezaya çarptırınız, dedi.
Yusuf kendisini müdafaa etti: — Hayır hayır! dedi. Bilâkis o bana taarruz etti. Kendisini bana teslim etmek istedi de ben reddettim.
Vezir fena halde sinirlenmişti. O sırada eşinin yakınlarından biri geldi, hâdiseyi vezirden dinleyince ona şöyle söyledi: — Eğer Yusuf'un gömleği ön tarafından yırtılmışsa eşiniz doğru, Yusuf yalancıdır. Yok böyle değil de arkasından yırtılmışsa, Yusuf doğru, eşiniz yalancıdır.
Gömleğin arka tarafından yırtılmış olduğunu görünce Vezir, hiddet dolu bakışlarla eşine döndü: — Bu hep senin oyunundur. Kadınların tuzağından Allah korusun pek yamandır, dedi ve Yusuf'a dönerek : — Bu meseleyi sakın kimseye söyleme, dedi.
Karısına da; bir daha böyle şey yapmamasını, günahına tövbe etmesini ve Allah'tan af dilemesini söyledi.
Büyük rütbeli memurların hanımları ve kızları bir araya toplandılar. Hep vezirin hanımının dedikodusunu yaptılar. Yusuf'a ilânı aşk etmesini ayıplıyorlardı. Nasıl olmuş da vezirin hanımı Yusuf'a teslim olmak istemişti; hakikaten de kötü kadınmış o diyorlardı.
Vezirin hanımı, kendi aleyhinde konuşulanları işitmişti. Kölesine gönül vermiş diyenlere çok kızıyordu. Onlara kendisinin mazur olduğunu anlatmak istedi. Davetçiler yolladı, onları köşküne davet etti. Tabaklarla elma, yanına birer de bıçak koydu. Her birine birer tabak elma verdi. Sonra da Yusuf'a en temiz elbiselerini giydirdi, misafir hanımların yanına girmesini emretti. Yusuf o güzelliği ile onların yanma girdi, onu görünce gözlerine inanamadılar. İnsanoğlu bu kadar da güzel olur muymuş? dediler. Dehşetle, hayretle onu seyretmeye koyuldular. Kendilerinden geçmişlerdi. Elma soyacak yerde ellerindeki bıçaklarla ellerini kestiler. Hiç de farkında olmadılar. "Bu bir insan olamaz, bu güzel bir melekten başka bir şey değildir. Bunu bu derece güzel yaratan Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutarız." dediler.
O zaman vezirin hanımı: — Gördünüz ya! dedi. Bunun için bana neler söylediniz? Hakikaten kendimi ona teslim etmek istedim, yanaşmadı, eğer dediğimi yapmazsa onu hapsettireceğim.
Kadınlar Yusuf'a: — Neden hanımının sözünü dinlemiyorsun? dediler.
Yusuf: — Aman benim Rabbım, dedi, bunların dediklerini yapmaktansa benim için zindana girmek daha iyidir.
Yusuf, hanımının ahlâk dışı emrine itaat etmedi. Çünkü Allah'tan korkuyordu. Bu hikayenin Kur'ân-ı Kerim'deki yerleri: Yûsuf Suresi (4-99), En'am (84), Mü'min (34) |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:32 | |
| Kaabil ile Hâbil Âdem ve Havva cennette iken rahat rahat yaşıyorlardı. Korku bilmiyorlardı ve hiçbir güçlük çekmiyorlardı. Ne zaman ki şeytanın tuzağına düştüler, Allah'ın emrini dinlemediler, Allah onları cennetten aldı ve yeryüzüne indirdi.
Yeryüzünü, otların ve büyük ağaçların kaplamış olduğunu, yırtıcı hayvanların, kaplanların, fillerin, canavarların, daha birçok vahşi hayvanların orada yaşadıklarını gördüler. Bu Vahşi hayvanların kendilerini parçalamasından korktular, yüksek bir mağaraya sığındılar ve orada barınır oldular. Karınları acıkınca vaktiyle cennette yiyip içtikleri gibi kolay kolay karınlarını doyuracak yiyecekler bulamıyorlardı. Âdem, ormanlarda, ağaçlar arasında karınlarını doyuracak bir şeyler aramak zorunda kaldı.
Adem çalışmaya başladı. Yiyecek toplamak için yoruluyor ve ter döküyordu. Havva da elinden geldiği kadar hayat arkadaşına yardımcı oluyor, onun sıkıntılarını paylaşıyordu.
Havva hâmile kaldı ve bir çocuk dünyaya, getirdi Adını Kaabil koydu. Âdem, ilk çocuğunun doğumundan çok memnun oldu. Havva yepyeni bir vazife ile karşılaştı. Artık yavrusuna bakacak ve onun terbiyesiyle meşgul olacak, bu yüzden eşine yardım edemeyecekti. Âdem, bütün gün tek başına yiyecek, içecek peşinde koşuyordu, gece olunca da mağaraya dönüyor, sevinçli sevinçli, çocuğu ile oynaşıyordu.
Aradan bir sene geçti. Havva yine hâmile kaldı. Bir çocuk daha doğurdu. Adını Hâbil koydu. Âdem, yine ailesinin yiyecek işleriyle uğraşıyordu.
Böylece seneler geçti. Havva hâmile kalıyor, yeni yeni çocuklar dünyaya getiriyordu. Âdem de adedi artan ailenin iaşesini temin etmek için çalışıyordu.
Kaabil ile Habil büyüdüler, delikanlı oldular. Artık oyunu terk edip ihtiyaçları artmakta olan ailesinin iaşesini, tek başına tedarik eden babalarına yardım etmeleri, aileyi yırtıcı hayvanlardan, kaplanlardan korumaları gerekiyordu. Kaabil, Hâbil'den daha büyüktü. Fakat Hâbil ağabeyisinden daha güçlü kuvvetli idi. İyi kalpli, merhametli, hayvanları sever, onları korur ve gözetirdi. Âdem, iki oğlu arasında iş taksimi yapmak istedi. Kaabil'e ziraat işlerini verdi. Çünkü Kaabil katı kalpli idi. Toprakla uğraşmak için iyi kalpli ve merhametli olmaya lüzum yoktu. Hâbil'e de koyunların, ineklerin bakımını verdi. Çünkü bunlar hisseder, elem duyar, canlılardır. Şefkat ve merhamete muhtaçtırlar.
Bir gün, yine güneş doğdu, Âdem, Kaabil ve Hâbil mağaradan çıktılar. Kaabil, meyva toplamaya, Hâbil hayvanları gütmeye, şefkatle onları okşamaya, Adem kuş avlamaya, Havva da, çocuklarının temizliği için su taşımaya gitti. Akşam olunca erkekler mağaraya dönüyorlar. Kaabil meyva, Hâbil süt, Âdem de avladığı bazı kuşları getiriyordu. Sonra ortaya yemek konuyor ve hep beraber yiyorlardı.
Allah'ın Âdem'e ve evlatlarına ihsan ettiği meyva ve mahsul çoğaldı. Âdem, epeyce büyümüş olan iki oğluna, kendilerine bol bol nimetler veren Allah'a nasıl şükür etmeleri lâzım geldiğini öğrenmek istedi. Her birinin, hayvan beslemeyi ve ekin ekmeyi bilmeyen, Allah'ın yarattığı herhangi bir mahlûkun yiyebilmesi için, topladıkları yiyeceklerden bir miktar yanlarına alarak dağın tepesine çıkıp orada bırakmalarını ve böylelikle Allah'a şükür etmelerini, kendilerine verilen nimetlerin hakkını ve zekâtını ödemiş olmalarını emretti. Hâbil pek memnun oldu. Çünkü çok iyi kalpli bir insandı. Amma Kaabil kendi kendine söylendi, Güçlükle, alın teri ile kazandığını şeyi neden dağın başında bırakacakmışım! Başkasına verecekmişim! Ben kendim faydalanırım daha iyi dedi. Fakat babasına bir şey demedi.
Hâbil, koyunlarının yanına gitti. Güzel ve iyi bir kuzu seçti. En çok sevdiği kuzulardan biri idi. Hemen kesti. Çok sevinçli idi. Çünkü kendilerine yiyecek içecek veren Allah'ın rızası için şükür kurbanı veriyordu. Ama Kaabil, meyva ve mahsullerin arasından en kötülerini seçti. Çünkü kendi kalbi de kötü idi. Cimrinin biri idi iyisine kıyamıyordu. Kaabil, kokmuş ve çürük hediyesini Allah'a takdim etti. Hediyesi gibi kalbi de kötü idi. Hâbil de yanında olan malın en iyisini ayırdı. Allah'a hediye etti. Çünkü kalbi de temiz ve pâk idi.
Ertesi gün babaları da beraber dağın başına gittiler. Hâbil hediyesini bulamadı. Allah'ın, hediyesini kabul ettiğini anladı. Memnun oldu ve Allah'a şükretti. Amma Kaabil, bozuk hediyesini bıraktığı gibi buldu, çok canı sıkıldı. Kardeşine öfkelendi. Öfkeli, öfkeli babasına döndü: — Sen ona dua ettin de Allah onun hediyesini kabul etti. Bana dua etmedin, dedi.
Âdem ona : — Hayır, Allah onun hediyesini kabul etti. Çünkü o, elinde olanın en iyisini verdi, kalbini de temiz tuttu. Fakat, sen yanında olanın en kötüsünü Allah'a hediye ettin. İyi niyetli de değildin. Çünkü Allah iyidir. Hediyenin iyisini kabul eder, dedi.
Hâbil oradan ayrıldı. Kaabil, arkasından öfkeli öfkeli ona bakıyordu. Biraz sonra yerinden kalktı. Hem düşünüyor, hem de yürüyordu. Canı çok sıkılmıştı. Çünkü Allah, kardeşinin hediyesini kabul etmekle onun daha üstün olduğuna işaret etmişti kendisine kızmıyordu. Çünkü kötü kalpli idi. Ben kabahatliyim demiyordu. Kızgınlığı kardeşi Hâbil'e idi.
Şeytan geldi kulağına fısıldadı: Kardeşini öldür, Hâbil'i öldür, dedi. Başını kaldırdı baktı. Kardeşi sakin sakin gidiyordu. Şeytan durmadan fit veriyordu: Hâbil'i öldür!.. Hâbil'i öldür!.. diyordu.
Koşarak kardeşine yetişti, hırçın bir sesle: — Seni öldürmeye kararlıyım, dedi.
Hâbil, ona hayretle baktı: — Niçin beni öldüreceksin? dedi.
— Çünkü babam, seni benden fazla seviyor, Allah da seni benden üstün tuttu, senin hediyeni kabul etti. Benimkini kabul etmedi.
— Beni öldürmekle sen ne kazanırsın? Beni öldürürsen babam seni hiç sevmez. Allah'ın öfkesi de sana daha fazla artar.
Kaabil öfke ile Hâbil'in boğazına sarıldı ve haykırdı : — Senden kurtulmak ve rahat etmek istiyorum. Onun için öldürmem lâzımdır, dedi.
Hâbil kardeşine : — Beni öldürürsen rahat yüzü göremezsin, dedi.
Gözü dönmüş olan Kaabil: — Seni öldürmedikçe rahat edemeyeceğim, dedi.
Hâbil kardeşinden daha da kuvvetli olduğu halde sükûnetini bozmadı. Sakin sakin ona: — Sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için ellerimi uzatmam. Elimi senin kanına bulaştırmam. Çünkü ben, âlemlerin Rabbı olan Allah'tan korkarım, dedi.
Hâbil sükûnetle oradan uzaklaştı. Kaabil başını yere eğmiş ayakta duruyordu. Kardeşine olan öfkesini ve kinini yenemiyordu!
Kaabil, çok üzüntülü olarak mağaraya döndü. Bir köşeye uzandı, uyumak istedi. Fakat bir türlü uyuyamıyordu. Kalbi daralıyor, olup biten şeyleri düşünüyordu. Şeytan yine geldi. Kulağına fısıldadı: Hâbil'i öldür ki rahat edesin!.. Öldür Hâbil'i!.. Öldür Hâbil'i!.. Huzursuzluk içinde kıvranırken şeytanın bu gibi tahriklerini de dinlemeye devam ediyordu.
Sabah olup da güneş doğunca mağaradan dışarı çıktı. Kardeşini öldürmeye karar vermişti.
Hâbil, koyunların başına gitti. Kalbi rahat, memnun ve sakindi. Kaabil de çift sürmek için ayrıldı. Suratını ekşitmişti. Hâbil'e olan öfkesi içini yiyordu. Kardeşini koyunların arasında sakin sakin dolaşır görünce öfkesi kaibardı. Şeytan yine sokuldu: öldür onu öldür ki rahat edesin! diye bağırdı Kaabil etrafına bakındı. Orada duran, bir kaya parçasını yüklenerek fırlattı. Hâbil cansız yere yuvarlandı. İlk olarak yeryüzünü insan kanıyla boyadı. Kaabil kendine geldi. Kardeşinin kanlar içinde yattığını görünce içinden bir nedamet hissi koptu. Çok kötü bir iş yaptığını anladı. Hâbil, ölümünü icap ettirecek bir iş yapmadığı halde onu öldürmüştü.
Kardeşi çok iyi bir insandı. İyilik yapmayı severdi. Amma o, kötü bir insandı. Kötü işler düşünür, kötü şeyler yapardı. Kötülüğünü artırdı. Kardeşini çekemedi. Nihayet onu öldürdü, işte şimdi kardeşini öldürmüştü. Onu öldürmekle ne kazanmıştı? Hiçbir şey kazanmadı. Belki her şeyi kaybetti. Korku ve nedamet hissi duyuyor, elem ve ıztırap ateşi içini yakıyordu. Rahatı da, emniyeti de, huzuru da kaybetmişti. Esen rüzgâr ona: Kaatil!.. Kaatil!.. der gibi acı acı esiyordu. Ağaçların sallanması ona: Kaatil!.. Kaatil!.. der gibi bir mânayı anlatıyordu.
Ormandaki yırtıcı hayvanlar ona Ey kaatil!.. Ey kaatil!.. dercesine hırlıyormuş gibi gelirdi.
Korku içinde idi. Silkindi ayağa kalktı. Ayakları kendisini taşımıyordu. Kardeşinin yanına yığıla kaldı. Cesedini dürtmeye ve bağırmaya başladı. — Hâbil!.. Hâbil!.. Lâkin Hâbil'de ses seda yok; hayat eseri yok. Cansız cisim gibi hareketsiz yatıyordu!..
Kaabil ayağa kalktı. Ölen kardeşinin önünde şaşkın, şaşkın durdu. Ne yapacağını bilemiyordu. Hâbil ölmüştü. Ne kalkabilir ne de yürüyebilirdi. Şimdi Kaabil ne yapacaktı? Kardeşini açıkta, yırtıcı kuşlara, hayvanlara mı bırakmalıydı? Düşündü, düşündü bir şeye karar veremedi. Nihayet kardeşini yüklenip götürmeyi aklına koydu.
Hâbil'in cesedini omzuna aldı. Endişe içinde yürüyor, cesedi ne yapacağını bir türlü bilemiyordu. Yoruluncaya kadar yürümeye devam etti. Kardeşinin cesedini yere koydu. Mahzun mahzun yanına oturdu. Bir taraftan cesede bakıyor, bir taraftan da ne yapacağını düşünüyordu. Kardeşini öldürdüğü için kendine kızıyor, keşke onu öldürmemiş olsaydım, diyordu.
Bir müddet dinlendi. Tekrar kardeşini sırtına aldı. Fakat bu yaptığından dolayı da kendisine fena halde kızıyordu. Böylece yürümesine devam etti. Yorulunca yine kardeşini yere koydu. Dinlenmeye oturdu.
Kardeşini sırtına alıyor, yoruldukça yere koyuyor, sonra dönüyor yine yükleniyor, nereye gittiğini, kardeşini ne yapacağını ondan nasıl kurtulacağını bir türlü bilemiyordu. Issız ovada şaşkın şaşkın dolaşıyordu.
Böylece yoluna devam ederken ölü bir karganın yanında duran canlı bir karga gördü. Dikkat etti. Baktı ki canlı karga gagasiyle, ayaklariyle yeri kazıyordu. Büyükçe bir çukur kazdıktan sonra ölü kargayı o çukura çekip koydu. Toprakla üstünü örttü.
Kaabil, kargamın bu halini görünce hayret etti. — Yazıklar olsun bana, şu karga kadar olup da kardeşimin ölüsünü örtmekten âciz mi oldum? dedi.
Kalktı. Yerden bir çukur kazmağa başladı. Daha sonra da kardeşinin ölüsünü o çukurun içine koydu. Üstünü toprakla örttü.
Âdem, çocuklarını aramağa çıkmıştı. Kaabil, babasının kendisine doğru gelmekte olduğunu görünce korkmağa başladı. Babasının, kendisini affetmeyeceğini biliyordu. Selâmeti kaçmakta buldu. Babasının önünden kaçıp uzaklaştı. Âdem, Kaa-bil'in kaçmakta olduğunu görünce hayret etti. Bir de etrafına baktı, ne görsün: Yerde Hâbil'in kanını gördü. Yüreği cız dedi, kalbi burkuldu. Kaabil'in Hâbil'i öldürdüğünü anladı. Çok üzüldü. Göz yaşlarını tutamadı. Ağlamaya başladı. Ağlayarak Kaabil'in arkasına düştü. Bağırıyordu: — Kaabil, kardeşine ne yaptın?
Kaabil, bütün dünyanın kendisine bağırıyor olduğunu zannetti: — Kaabil, kardeşine ne yaptı?
Âdem, durmadan Kaabil'in arkasından koşuyordu. Kaabil bir uçurumun kenarına vardı, titriyor ve çok korkuyordu.
Âdem feryad ediyordu: — Kaabil, rahat yüzü görme. Kendi önüne felâket kapıları açtın. Git, huzur ve sükûndan ebediyyen mahrum ol. Gördüğün hiçbir canlı mahlûktan emin olma. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:33 | |
| ALIN TERİ İmam Kazım (a.s) kendi tarlasında çalışmakla meşguldü. Fazla faaliyet İmamdın bütün vücundan terler akıtmıştı bu arada Ali ibni Ebi Hamza-i Bata ini geldi imamın yanına, ve o manzarayı görünce: - Kurban olayım, niçin bu işi başkalarına bırak mıyorsun? diye sordu. - Niçin başkalarına bırakayım? Halbuki benden daha üstün kişiler bile, daima bu gibi işlerle meşgul olmuşlardır. - Allah'ın elçisi, Emirülmü'minin ve bütün ecdadım. Esasen tarlada çalışmak ve ziraatla meşgul olmak Peygamberlerin, peygamber vasilerinin ve Allah'ın seçkin kullarının başta gelen, en önemli adetlerinden biridir.
Bihar ul-Envar |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) Çarş. 6 Mayıs 2009 - 9:34 | |
| AĞIZDAKİ TAŞIN HİKAYESİ Birgün hazret-i Ebû Bekr 'r.a.', hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin 's.a.v.' huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle otururlarken; Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki: - Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susu, birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir. Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.' buyurdu ki: - Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi. Kaynak: Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin |
| | | | BAZI İSLAMİ HİKAYE VE OLAYLAR (İBRETLİK) | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|