Türk Kadınının Kahramanlık Sembolü NENE HATUN
Kuva-yı Milliye'nin kahraman kadınlarının önde gelenlerinden Nene Hâtun, 1857 Erzurum doğumludur. Tarihe ismini altın harflerle yazdıran Nene Hatun, Azîziye Tabyası'nın savunulması sırasında tanınmış ve şöhret bulmuştur. Yaşadığı yörenin tabiri ile henüz "taze gelin"dir ve düşmanın Aziziye bölgesini ele geçirdiğini duyduğunda 20 yaşlarındadır Nene Hatun. Rus askerlerinin, Ermeni çeteleriyle işbirliği yaparak Aziziye Tabyası'nı işgal ettiğini öğrendiği zaman; can ve namus emniyetinin kalmadığını anlamakta gecikmedi. Evet, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Ruslar; Erzurum halkının tabiriyle “Moskof gavuru”, Erzurum'a kadar gelmişti. Dahası, Ermeni çeteleri, Ruslara kılavuzluk ederek, onların bölgeyi işgal etmelerini kolaylaştırmışlardı... İş başa düşmüştü; vatan savunmasının, ırz , namus, bayrak, sancak savunmasının kadını erkeği olmazdı; yaşlısı genci olmazdı; bunu çok iyi biliyordu Nene Hatun. Çünkü böyle bir ahlak ve anlayış ile, Osmanlı kültürü ile yetişmişti o... Ve onun gibi nice muhterem annelerimiz...
Aziziye Yolunda Çiçeği Burnunda Bir Gelin - Deneme Yazısı
Erzurum'a kara haberler gelmeye başlamıştı. 7 Kasım 1877'de Ermeni çetelerinin Erzurum'un Aziziye Tabyası'nı bastıkları ve Tabyayı koruyan Türk askerlerini öldürdükleri haber alındı. Arkadan gelen Rus askerleri ise, hiçbir mukavemetle karşılaşmaksızın tabyayı ele geçirmişler. Tüm olayları Erzurumluya ulaştıran yiğit ise, Ermeni baskınından yaralı olarak kurtulmayı başaran bir Mehmetçik idi... Sabah ezanından hemen sonra minârelerden şehir halkına duyuru yapılır: "Ermeni çeteleri Aziziye Tabyasını basmış, Türk askerleri şehit olmuş, Moskof gavuru ise Aziziye Tabyası'nı ele geçirmiş". Bu haberi duyan Erzurum'un kahraman evlatları hemen toplanırlar. Hepsinin yüreğinde müthiş bir milli his şahlanır. Gün, namus günüdür; gün, vatanı savunma günüdür; gün, millet uğrunda canları feda etme günüdür artık. Hepsinin dilinden ve gönlünden, "Ya şehit olurum ya gazi" sözleri dökülerek düşman üzerine yürürler... Peki ya kadınlar?.. “Gün namus günü” deniyor, gün kurtuluş günü deniyor, onları evlerinde durduracak hangi güç olabilir ki!.. Silâh bulan silâhını, silahı olmayanlar; balta, satır, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak Aziziye Tabyası'na doğru koşmaya başlarlar. Onlar da Erzurum erkeği ile beraber yollara dökülürler...
Tabya'ya koşanlar arasında öyle bir kadın vardı ki, o daha körpe bir hanımdı. Hani, Anadolu'da yaygın bir tabir vardır, "taze gelin" diye; işte o henüz çiçeği burnunda yeni bir gelindi, taze gelindi... Nene Hatun'du o. Bu mübarek kadın, üç aylık bebeğini emzirdikten sonra gözyaşını içine akıtır ve "Seni bana Allah verdi; ben de seni O'na emânet ediyorum" diyerek bebeğini son kez bağrına basar ve kendisi de sokağa fırlar...
Türk Kadınına Has Bir Şeref
Şehrin savunması sırasında Erzurumluların kadınlı erkekli yaptığı mücâdele, tarihin şanlı sayfaları arasındadır. Binlerce şehit pahasına da olsa, Azîziye Tabyasını geri almak için düşmanla gırtlak gırtlağa bir mücadele verilmiştir. Ve neticede, Tabya, düşmandan binlerce canın şehadetiyle geri alınmış, düşman kovulmuştur. Yapılan bu mücadelede kadınların sergilediği kahramanlıkların bir benzerini tarih kaydetmemiştir. Hele, Nene Hatun ve maiyetindeki kadınların ellerindeki kazmalar, baltalar, satırlar ve benzeri gereçlerle düşmana cengaverce karşı koymaları yok mu!.. Bu yiğitlik ve kahramanlık, ancak ve ancak Türk kadınına has bir şeref olup, değme erkeklerin bile gösteremeyeceği bir fedakârlığın eseridir. Öyle ki, Nene Hatun, 1877 Aziziye hatırasını uzun yıllar sonra şu cümlelerle anlatır:
– “Muhârebe gürültüleri ile uyandık. Kocam, baltasını kaptığı gibi dışarı fırladı. Biraz sonra dönerek:
– ‘Hatun, Ruslar tabyalara girmiş, sen çocuğa bak, arkamdan gelme. Biz Rus'u durdururuz. Eğer düşman şehre girerse, siz kendinizi boğun’...
Diyerek gitti. Biz, daha on beş gün evvel Pasinler'in Çepelli Köyü'nden küçük bir çocuğumuzla birlikte köyümüzün Ruslar tarafından istilasına tahammül edemediğimizden dolayı Erzurum'a gelmiştik. Bütün memleketin boşaldığı, herkesin Rus'u karşılamaya, vatanı kurtarmaya gittiği bugün, ben nasıl evde kalabilirdim. Ufak yavrumu Allah'a emanet ederek, evde bulunan satırı aldım ve sel gibi akan kalabalığa karışarak tabyalara doğru koşmaya başladım. Mecidiye Tabyaları'nı aşıp, alçağa indiğimiz zaman düşmanın, kulaklarımızı sağır eden tüfek ateşleri altında, yaralananlara, ölenlere bakmadan ileri atıldık; bazen satırla, bazen taşla vuruyor, önümüze çıkan her Rus'u devirerek tabyalara doğru ilerliyorduk. Asker kardeşlerimiz bir taraftan, biz, bir taraftan tabyalara girdik. Bu arada tabyanın bir tarafında yaralı olarak kardeşim Hasan'ı gördüm. Ağlayarak üzerine atıldım… Kardeşim Hasan,
– ‘Abla ağlama!.. Anamız bizi bugünler için doğurmuştur, ben de dedem gibi şehidlik mertebesine yükselmeyi her zaman istemiştim… Rus'u kovduk ya, gayrısına gam yemem’...
Dedi ve gözlerini yumdu”.
Vatanımız Sağolsun
Nene Hatun, savaştan sonra kendisini ziyaret eden gazetecilerin sorusuna ise şöyle bir yanıt vermişti: "O zaman vazifemi yapmıştım. Bu gün de ilerlemiş yaşıma rağmen aynı hizmeti, daha mükemmeliyle yapacak güç ve heyecana sahibim"...
Nene Hatun o gün evde bıraktığı oğlu Nâzım ve daha sonra doğan üç oğlundan da sonuncusu hâriç, diğerlerini Birinci Dünya Harbi'nde şehid vermiştir. Şehadet haberleri kendisine ulaştırıldığında, gözlerinden sadece birkaç damla yaş akacak kadar güçlü ve dirayetliydi. Dilinden ise sadece şu cümle dökülüverdi:
– "Vatanımız sağolsun"...
Nene Hatun, çok seneler saygı ve itibar görmüş, 1955 senesine kadar hayat sürmüştür. Erzurum'un Rus mezaliminden kurtuluş merâsimlerine hep iştirak etmiş ve kendisine büyük bir sevgi ve hürmet duyulmuştur.
Hakkında bugüne kadar pek çok şey söylenip yazılmış olan bu Müslüman-Türk kadını, günümüzde Kuva-yı Milliye şuuruna sahip kadınlar için parlak bir ilham kaynağı olmaktadır
------------------------------------------------------------------------------------------------
İğde Kokulu Cariye İPARHAN
Doğu Türkistan ve Çin'de onlarca kez yeniden yazılmış bir hikâye, 18. yüzyılda Çin İmparatoru olarak Uzakdoğu'da hüküm süren Kian (Qian) Long'un büyük aşkını anlatır. İmparator Kian Long, Kaşgar'da yaşamakta olan iğde kokulu bir kadından haberdar olur. Hiç parfüm kullanmaksızın güzel kokmayı başarabilen bu kadın, Doğu Türkistan'ın güçlü isimlerinden Apak Hoca'nın büyük kızı İparhan'dır.
Kian Long, İparhan'ı Çin sarayına getirtir ve onunla evlenir. Adını Ziang Fei olarak değiştirir. Ne var ki, Müslüman olan İparhan, inançları gereği imparatorla birlikte olmayı reddetmektedir. Kian Long, zora başvurmak yerine İparhan'ı sevgisine ikna etmeye çalışır. İmparatorluğunda misyonerlik yapan Cizvit rahiplerden, Ziang Fei'si için bir saray yapmalarını ister. Versailles Sarayı'nın küçük bir örneği inşa edilir, Pekin'in ünlü duvarlarının kuzeybatısında. Duvarların hemen dışına Uygur mahkumlar için bir de kamp yaptırır Kian Long. Sarayın ikinci katının tavanını da aynalarla kaplatır. Böylece İparhan, kendi yurttaşlarına imparatorun ne kadar iyi davrandığını görecek ve Kian Long'u, onları tutsak etmesinden dolayı suçlamayacaktır. Yetmez, Doğu Türkistan'ın nadir bulunan `hami' kavunlarını ve iğde ağaçlarını getirtir. İparhan bir türlü ikna olmaz. Üstelik banyo elbisesinin içine yerleştirdiği hançerlerle her an imparatoru öldürmeye hazır bir şekilde beklemektedir zarif sarayında.
İmparator gittikçe umutsuzluğa kapılır. Bu durum imparatorluğun işlerini de aksatmaktadır. Kian Long'un dul annesi, onun kısa bir süre için saraydan uzaklaştığı bir günü fırsat bilip İparhan'la konuşur: `Senin yüzünden imparatorluğun işleri aksıyor. Ya imparatorun isteklerini yerine getirirsin ya da kendini ölümle şereflendirirsin.'
İparhan ölümü tercih eder. Kendini bir odaya kapatır ve hazırladığı zehri içer. Kian Long saraya gelir. Annesi onu odasına kilitler.
Kian Long, Ziang Fei'sinin ancak son nefesine yetişebilir. Büyük bir yas başlar sarayda. Cizvit rahiplerden biri imparatoru avutabilmek için İparhan'ın bir portresini yapar.
İparhan/Ziang Fei için iki ayrı mezar yapılır. Apak Hoca'nın Kaşgar yakınlarındaki türbesi, İparhan'ın adıyla anılmaya başlar. Bir başka mezar ise Çin imparatorluk mozolesinde yerini alır. İparhan'ın hangisinde olduğunu ise ancak Tanrı biliyor.
Uygur Türkleri için İparhan, efsanevi bir kahramandır. Halkına ve geride bıraktığı akrabalarına ihanet etmek yerine ölümü yeğleyen tavrıyla iffetin ve erdemin sembolü olur.
Çin kayıtlarında işler başka türlü gelişir. Kian Long'un gerçekten de Müslüman bir cariyesi vardır. Adı Rong Fei olan bu cariye, 20 yıl kadar imparatorluk hareminde güçlü bir kadın olarak yaşamını idame ettirir. Ancak kayıtlarda ne dul bir anneden, ne de bu annenin cariyeyi öldürdüğünden bahsedilir. Rong Fei, efsanede anlatılanların tersine imparatorun isteklerini yerine getirir ve bir de kız doğurur. İmparatorun özellikle Doğu Türkistan'a yaptığı gezilere katılır. Öldüğünde de imparatorluk mozolesine defnedilir. Uzakdoğu'nun diplomatik evlilikler geleneği akılda tutulursa, öykünün bu şekli gerçeğe aykırı görünmez.
Ancak Kian Long'un dahil olduğu King hanedanından sonra, tarihçiler hanedana aldıkları tavır ekseninde Ziang Fei'nin öyküsünü de değiştirirler. Kimi anlatılarda Kian Long'a `şeytani' bir hava verilir. Böylece mazlum cariye, Kian Long'un Uygurlara uyguladığı zulmün sembolü haline gelir.
Daha modern versiyonlarda ise bütüncül bir ulus fikri ışık tutar efsanevi aşk hikâyemize. Filme de çekilen romanında Çinli yazar Jin Yong, Kian Long'u, gölde saçlarını yıkarken söylediği şarkıyla baştan çıkaran Ziang Ziang adlı bir başka kahraman yaratır İparhan/Ziang Fei'den. Uygurlar bu işten hoşlanmazlar ve filmin gösteriminden vazgeçilir.
18. yüzyıla ait bu hikâyenin aslını İparhan, Çin sarayına 1760'ta girer ulusal bilinçlerden, önyargılardan ve diplomasiden kurtarmak mümkün değil. Sonuçta İparhan/Ziang Fei'den bugüne üç şeyin kaldığını söylemek mümkün: İlki Uygurların da Çinlilerin de ona ait olduğunu düşündükleri bir resim Cizvit Rahip Giuseppe Castiglione'nin yağlı boya portresi. İkincisi Kaşgar yakınlarındaki türbe. Üçüncüsü ise öykünün kendisi. Öykünün Japonlar tarafından bir bilgisayar oyununa dönüştürüldüğünü de eklemek lazım. Oyunda Ziang Fei, çılgın ve tehlikeli bir genç kadın rolünde ve onun öldürülmesiyle oyunun önemli aşamalarından biri atlatılmış oluyor.
İparhan/Ziang Fei'nin öyküsünün akılda bıraktığı bir başka nokta daha var. O da tarihin geçmişten çok bugüne ve onu her seferinde yeniden yorumlayanlara ait olduğu düşüncesi.